Geçtiğimiz ay iç politikada oldukça hareketli günler yaşandı. AKP’nin Olağanüstü Genel Kongresi yapıldı, yeni başkan ve başbakan olarak Binali Yıldırım koltuğa oturdu. Ardından yeni hükümet kuruldu. Kongreye damgasını vuran ise, yine Erdoğan oldu. “Tek adam” olma yolunda yeni adımlar attı.
Uzun bir süredir tartışılan “dokunulmazlıkların kaldırılması”nda da son nokta kondu. Ne yapacağı tam bilinmeyen CHP’nin yine devlet partisi olma özelliği baskın geldi ve dokunulmazlıklar kaldırıldı. Fakat bu durum CHP içinde huzursuzluklara yol açtı. MHP’nin mahkeme koridorlarında dolaşan kongre karmaşası ise, muhalif adayların gövde gösterileri ve merkezin geri adımına rağmen devam ediyor.
Düzen partilerinin içi kaynarken, ABD’de tutuklu bulunan Reza Zarrab’ın ifadeleri, yeniden 17-25 Aralık dosyalarını gündeme taşıdı. Aynı günlerde ABD Genelkurmayı’nın Rojava’ya ziyareti ve ABD’li askerlerin YPG arması ile görünmeleri, ABD-Türkiye ilişkilerini gerginleştirdi.
AKP bir yandan kendi içini temizleyip yeni bir sayfa açmaya çalışıyor, ama öte yanda etrafındaki çember iyice daralıyor. Sadece ABD ile değil AB ile de gerginleşen ilişkiler, onu uluslararası düzeyde sıkıştırıyor. HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla doğacak yeni sorunlar ise, uzun süredir içte yaşadığı sıkıntıları daha da arttıracak görünüyor.
Bütün bunlar yeni dönemin ve bu dönemde AKP’yi bekleyen sorunların işaretleri. Sonuçlarını büyük olasılık yakın bir zamanda göreceğiz. “Bu yaz sıcak geçecek” sözünün sıkça duyulması boşuna değil.
AKP’de yeni dönem
Davutoğlu’na yapılan “saray darbesi”nin ardından, AKP’nin Olağanüstü Genel Kongresi hızla toplandı. Genel Başkanlığa, dolayısıyla Başbakanlığa kimin getirileceği önceden belliydi zaten. Kongrede bu karar resmileştirildi.
AKP Kongresi’ni öne çıkartan elbette başkanlık seçimi olmadı. İkinci bir adayın çıkma ihtimalinin bulunmadığı, önceden belirlenmiş tek adayla gidildiği bir kongrede, seçimlerin ne önemi olabilirdi? Bir ara Davutoğlu’nun kongreye gelmeyeceği ya da AKP’li muhaliflerin Ali Babacan’ı aday gösterecekleri söylentisi dolaşsa da, bunların hiç biri olmadı. Davutoğlu, hem Erdoğan’ın kızının düğününe giderek nikah şahitliği yaptı, hem de kongreye katılıp Binali Yıldırım’a görevi devretti. Böylece AKP’li muhaliflerin Erdoğan’ın karşısına çıkacak güçleri olmadığı bir kez daha görüldü.
Kongreden akıllarda kalan asıl fotoğraf, Erdoğan’ın gönderdiği mesajın salonda bulunan herkes tarafından ayakta dinlenmesi oldu. Sözde bağımsız cumhurbaşkanının bir partinin genel kuruluna mesaj göndermesi anayasalara aykırıydı, ama Erdoğan bugüne dek pekçok aykırı şey yaptığı için buna alışılmıştı. Fakat mesajın ayakta dinlenmesi, faşist Mussolini ya da Hitler’in konuşma yaptığı mitingleri çağrıştıran yeni bir durumdu. Erdoğan’ın sıkça yinelediği “tek devlet, tek millet, tek bayrak” nakaratına “tek lider” de eklenip, “klasik faşizm” tastamam yerine oturmuştu.
Binali Yıldırım da konuşmasına “Yolumuz Erdoğan’ın yoludur” sözleriyle başladı. Sonrasında yeni hükümet ilk toplantısını Kaçaksaray’da Erdoğan’ın başkanlığında yaptı. Böylece yeni başbakanın “tek lider”in hegemonyası altında çalışacağı, “düşük profil” sergileyeceği ilan edilmiş oldu.
Yıldırım’ın konuşmasında asıl dikkat çeken, “dostumuzu çoğaltacağız, düşmanımızı azaltacağız” sözleriydi. Ardından gelen cümle ise, daha şaşırtıcıydı: “Esasında Suriye’de yaşanan dört yılı aşan bu anlamsız savaş, yüz binlerce din kardeşimizin hayatına mal oldu.”
Sanki bu durumun müsebbibi kendileri değilmiş ve sanki görevi başka bir partiden devralmış gibi konuşması, Binali Yıldırım’la birlikte basit bir isim değişikliği yapılmadığını gösteriyordu.
Dış politikada rota kırma çabası olan bu sözler, yeni hükümetin açıklanmasıyla daha da netleşti. Uzun süredir Maliye Bakanlığını üstlenmiş Mehmet Şimşek’in görevde kalıp kalmayacağı soru işaretiydi. Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerin arkasında durduğu Şimşek, Başbakan Yardımcısı olarak yeni kabinede kaldı. Ama daha önemlisi AKP hükümetleri döneminde öne çıkmış, son olarak Başbakan Yardımcılığına getirilmiş olan Yalçın Akdoğan saf dışı bırakılmasıydı.
Bu durum, yeni dönemde “çözüm süreci”nin Akdoğan’ın sırtına; Suriye başta olmak üzere dış politikadaki yanlışların da Davutoğlu’na yıkılarak, AKP’nin sıyrılmak istediğini gözler önüne seriyor. Buna bir de MİT Başkanı Fidan’ın görevden alınacağı eklenince, tablo tamamlandı.
AKP kendince “eski kamburları”nı atarak, “yeni bir sayfa” açmak istiyor olabilir. Ama bu “kaburlar”dan bu kadar rahat kurtulabilir mi? O istese bile, buna izin verilir mi? Son gelişmeler böyle olmayacağını gösteriyor.
ABD’nin elindeki koz: Reza Zarrab
Mart ayında ABD’de tutuklanan Reza Zarrab’ın yeni ifadeleri ortalığı karıştırmış durumda. Çünkü Zarrab dosyası, Erdoğan’ı da kapsayacak biçimde genişletiliyor.
Bilindiği gibi Zarrab’ın daha Türkiye’de iken Amerikan polis teşkilatı FBI ile görüştüğü ve anlaşma yaparak ABD’ye gittiği sonradan açığa çıktı. Ortağı Zencani’nin İran’da idam cezası alması, Türkiye’nin onu İran’a vereceği ya da öldürüleceği korkusuyla hareket ettiği söylendi. Zarrab’ın Türkiye’den bu şekilde gitmesi, Davutoğlu ve Fidan’ın ipinin çekilmesinin önemli nedenlerden biri. Çünkü Zarrab davasının Erdoğan’a gelip dayanacağı kimse için sır değil.
Nitekim, Zarrab’ın kefaletle serbest kalma talebine ABD savcısı Bharara’nın Mayıs sonunda verdiği red cevabında, Erdoğan’a uzanan yeni iddialar bulunuyor. İşin ilginç yanı, bu iddialar Zarrab’ın ifadeleri üzerine ortaya atılıyor.
Zarrab’ın avukatlarının “kefalet paketi” olarak sundukları raporlarda, Emine Erdoğan’ın kurucu, Egemen Bağış’ın eşinin de asil üye olduğu TOGEMDER adlı “hayır derneği”ne verdiği milyon dolarlık “bağışlar” var. Zarrab’ın avukatları, sözde müvekkillerinin ne kadar “saygın bir işadamı” olduğunu kanıtlamak için Türkiye’de bulunduğu dönemde böyle derneklere bağış yaptığını belirtmişler. Savcı da doğal olarak bu “bağış”ları rüşvet olarak değerlendirmiş!
Zarrab’ın açıkladığı “mal varlığı” ise, savcıyı ikna etmemiş. Çok daha büyük paraların döndüğünü tespit etmişler. İkna olunmayan Zarrab’ın mal varlığı bile dudak uçuklatan cinsten. Yıllık 11 milyar dolar değerinde ticari girişim ve 20 mülk, 6 yarış atı, 17 lüks araba, 7 yat, özel bir uçak ve 10 milyon doları aşan değerde sanat eserleri… Bunlara bir de tek kişilik denizaltı eklendi. Meğerse son dönemde bu denizaltılara zenginler çok rağbet ediyormuş! Ayrıca futbol stadyumu büyüklüğünde bir yatın da yapım aşamasında bulunduğu açığa çıkmış. Bunlara kanıt olarak Zarrab’ın gözaltına alındığı sırada el konulan telefonundan çıkan ve lüks hayatından kesitler sunan fotoğraflar gösteriliyor.
Savcı Bharara’nın hazırladığı soruşturma dosyasında Zarrab’tan rüşvet aldığı bilinen üç bakanın yanı sıra aralarında Beşiktaş Başkanı Fikret Orman da bulunduğu çok sayıda işadamı ve bürokratın adı geçtiği söyleniyor. Ayrıca Halkbank başta olmak üzere en az 6 Türk bankasının yeraldığı bildiriliyor.
Bütün bunlar, 17-25 Aralık dosyasının bu kez ABD eliyle açılacağının göstergesi. ABD, Zarrab dosyasını Erdoğan’ın başında bir kılıç gibi sallayacağa benziyor. Bunu ne zaman ve nasıl kullanacaklarını göreceğiz. Ki bu dosyanın 2010 yılından itibaren hazırlandığı, hatta daha gerilere uzandığı gelen bilgiler arasında. ABD’nin işbirlikçilerine dair elinin altında dosya bulundurmasına şaşmamak gerek.
Diğer yandan yaklaşık iki yıl önce Gülen Cemaati’ne bağlı polis ve savcılar tarafından ortaya atılan iddiaların, dinlenen telefonların ABD’den bağımsız olmadığı açıktı. Cemaat bu işi başaramayınca, ABD doğrudan işin içine girdi. Ve bugüne dek bir koz olarak ellerinde tuttular. Erdoğan’la işleri bittiği an, kullanacaklarından emin olabiliriz.
AKP’nin sonu geldi mi?
Erdoğan’ın ABD’nin bu hazırlıklarından haberdar olmaması düşünülemez. O da kendince tedbirler alıyor olmalı ki, dış politikayı revize edeceğinin işaretlerini çakıyor. Suriye savaşının “günah keçisi” olarak Davutoğlu-Fidan ikilisini önlerine atıyor. Yerini sağlamlaştırmaya çalışıyor vb…
Ama Zarrab’la ilgili haberler ortalığa saçılmışken, yandaş medyasından tık çıkmıyor. Ya da ünlü “trol ve troliçeleri”nden tek bir tweet atılmıyor. Dahası, savcı Bharara’nın dosyasına giren TOGEMDER’in web sayfası, apar topar kaldırılıyor, bu derneğe ulaşmaya çalışan gazeteciler bir türlü ulaşamıyorlar.
Kısacası AKP ve Erdoğan, bu saldırı karşısında suskunluğa gömülmüş durumda. Elbette bu uzun süre devam edemez. Zaten 16 Haziran’da Bharara’nın Zarrab’la ilgili iddianameyi açıklayacağı söyleniyor. Ön iddianame ve kefaletle tahliye talebine red cevabında bu kadar şey döküldüğüne göre, ana iddianamede çok daha fazlası olacaktır.
Erdoğan, yolsuzluklar üzerinden ABD ile karşı karşıya gelmektense, ABD’nin PYD ilişkisini öne çıkararak milliyetçi söylemleri yükseltmeyi tercih ediyor. Mitinglerde ABD’yi “terör örgütleri”yle işbirliği yapmakla suçluyor, fakat Obama ile bir saat süren telefon görüşmesinde tek kelime etmiyor. Bu görüşmede Obama’nın, ağırlığını PYD’nin oluşturduğu “Suriye Demokratik Güçleri” ile Rakka’ya yapacakları operasyonu bildirdiği, Türkiye’den de itiraz gelmediği ABD’li yetkililer tarafından basına bildirildi. Zaten önce Rojava’yı ziyaret eden ABD Genelkurmayı, sonrasında Türkiye’ye gelerek Erdoğan ile de görüşmüşlerdi. Dolayısıyla Türkiye, ABD’nin Suriye’de yapacağı operasyonlardan haberdar. ABD-PYD ilişkisi rahatsız etse de ABD’yi doğrudan karşılarına almaktan çekiniyorlar.
Diğer yandan mülteciler üzerinden AB’yi sıkıştıran tutumları da ters tepti. Davutoğlu döneminde imzalanan “vize muafiyeti” askıya alınmış durumda. İngiltere Başbakanı dalga geçercesine Türkiye’nin AB’ye ancak 3000 yılında girebileceğini söyledi. Mülteci akınını en yakınında hisseden Almanya dışında bütün Avrupa ülkeleri Türkiye’ye ateş püskürüyor. Yunanistan’ın bir adasını mültecilere tahsis etmek gibi seçenekleri düşünüyorlar.
Kısacası AKP hükümeti, ABD ve AB tarafından gittikçe kıskaca alınmaya başladı. Onun için Binali Yıldırım hükümetiyle “dostları çoğaltmak, düşmanı azaltmak”tan sözediyorlar. Daha önce “değerli yalnızlık” olarak allayıp pulladıkları bu tecridi, şimdi nasıl kıracaklarını düşünüyorlar yana yana…
Peki hangi “düşmanı” azaltacaklar? Ülkesini yangın yerine çevirdikleri Suriye’yi mi? İç işlerine karıştıkları Irak’ı mı? Zarrab aracılığıyla soymaya kalktıkları İran’ı mı? Uçağını düşürdükleri Rusya’yı mı?
Bütün bu ülkelere düşmanlık yapan AKP hükümeti olmadı mı? Şimdi bunların dostluğunu neyle, nasıl kazanacak? Kala kala bir tek İsrail kalıyor ki, onunla da en kavgalı göründükleri dönemde bile ilişkilerini koparmadılar. Yakında bu “dostluğu” daha da pekiştirmiş olarak legalize edecekler. Hepsi bu!…
AKP’yi halk götürmeli
AKP’yi “ılımlı İslam” modeli olarak sunan ve işbaşına getiren ABD, işi bitince kaldırıp atacaktır. Fakat AKP’nin sonunu emperyalistler değil, kitlelerin gücü getirmelidir.
Düzen muhalifleri uzunca bir süre AKP içinden çıkacak muhalefete bel bağladılar. Önce Gül, ardından Arınç ve son olarak da Davutoğlu’ndan bir çıkış beklediler. AKP bölünecek ve o şekilde güçten düşecekti! Şimdi de ABD’li savcı Bharara’nın dosyasını bekliyorlar. Yani Cemaat’in başlattığı operasyonun ABD tarafından tamamlanmasına umut bağlamış durumdalar.
Ne AKP’li muhalifler ya da Cemaat, ne de ABD-AB emperyalistleri… AKP en büyük düşmanlığı işçi ve emekçilere, ezilen halklara yaptı. AKP hükümetlerinden en büyük zararı halk çekti. Onu alaşağı edecek olan da halk olmalıdır.
Bir yanda onca bombardımana rağmen boyuneğmeyen Kürt halkı, diğer yanda açlığa, işsizliğe karşı direnen işçi ve emekçiler, bu gerici-faşist partinin sonunu getirmelidir!