Geçen sayımızda Binali Yıldırım Hükümeti ile AKP’nin dış politikada dümen kırmaya hazırlandığını söylemiştik. Yıldırım, Başbakan sıfatıyla yaptığı ilk konuşmada, “dostlarımızı çoğaltacak, düşmanımızı azaltacağız” diyerek, bunun sinyalini vermişti. Bugüne dek dış politikada yapılanları Davutoğlu’nun sırtına yıkarak, adeta yeni bir sayfa açmaya kalktılar.
İlk gelişme İsrail ile yaşandı. Ardından Rusya ile bozulan ilişkilerin düzeleceği müjdesi verildi. Mısır’a sıcak mesajlar gönderildi. Hatta Suriye ile ilişki kurulabileceği söyleniyor. Ve bütün bunlar, birer başarıymış gibi pazarlanıyor.
AKP’nin bu çark edişinin altında neler yatıyor? Hangi tavizler verilerek bu ilişkiler kuruluyor? İddia edildiği gibi bu bir zafer mi, yoksa dış politikadaki iflasın getirdiği kaçınılmaz nokta mı?
Dışta bunlar olurken, içte patlayan bombalarla can güvenliğinin bile kalmayışı, “daha fazla güvenlik” adı altında baskı ve şiddetin artması, işçi ve emekçilerin ücretlerinin, haklarının gaspına dönük hazırlıklar, Kürt illerinin dağ-taş bombalanması vb. ile AKP bir yandan sömürü ve soygunu arttırıyor, bir yandan da devlet terörünü tırmandırıyor.
Bütün bunların üstüne bir de Suriyeli sığınmacılara vatandaşlık hakkı gelince, emperyalist savaşın ülkeye etkilerini daha da artırdı ve bu, varolan sorunları iyice depreştirdi.
Dış politika değişikliğin nedenleri
Yeni kurulan AKP hükümetinin İsrail ve Rusya ile ilişkileri geliştirme çabası, “dış politikada U dönüşü” şeklinde yorumlandı. “U dönüşü” abartısını bir yana koyarsak, önemli bir değişimin olduğu aşikar. Peki neden buna ihtiyaç duyuldu? Dün ile bugün arasında ne değişti?
Esasında İsrail’le ilişkiler, gergin olayların yaşandığı dönemde bile bozulmamıştı. Aksine AKP hükümetleriyle en parlak dönemini yaşadı. Özellikle ekonomik ilişkiler, hız kesmeden devam etti. Son yapılan anlaşma da, İsrail’in çıkarları doğrultusunda gerçekleşti.
Anlaşmaya göre İsrail, petrol boru hattını Türkiye’den geçirecek ve böylece Avrupa’ya pazarlama olanağına kavuşacak. Türkiye’nin Mavi Marmara’dan dolayı istediği 100 milyon dolarlık tazminatı ise, 20 milyon dolara indirdi, bunu da bir derneğe bağış şeklinde yaparak, devletler arası olmaktan çıkardı. Dolayısıyla bu anlaşmadan kazançlı çıkan İsrail oldu. Ve zaten sürmekte olan ilişki aleniyet kazandı.
Buna neden ihtiyaç duyuldu sorusunun yanıtı ise, dünyanın değişen konjonktüründe aranmalı. İsrail ile ilişkilerin gerginleşmesi Erdoğan’ın 2009’da Davos’taki “van münit” çıkışı ile başlamıştı. Bu çıkışın, Erdoğan’ı İslam dünyasına bir lider olarak pazarlamak için kurgulandığı, daha o günlerde belli olmuştu. Sonrasında ortaya dökülenler, bunu çok açık biçimde ortaya koydu. Ardından “Mavi Marmara” gemisiyle, AKP ve Erdoğan, Filistin halkının hamisi gibi gösterildi. Böylece Arap halkında büyük bir sempati uyandırıldı.
Bütün bunlar, ABD’nin “ılımlı İslam” projesi ile, Ortadoğu’da hakimiyet kurma stratejisinin bir parçasıydı. Zaten AKP bu projenin önemli bir unsuru olarak kurulmuş ve ilk seçimlerde tek başına hükümet olması sağlanmıştı. O yıllarda Erdoğan, ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” BOP’un “eşbaşkanı” olmakla övünüyordu. Irak işgali sırasında TBMM’den teskerenin geçmemesine rağmen, ABD’nin Türkiye topraklarından istediği gibi yararlanması için elinden geleni yaptı. Ardından Suriye’nin ABD safına geçmesi için uğraştı. “Kardeşim Esad”lar, birlikte tatil yapmalar, ortak bakanlar kurulu toplamalar vb. herşey o politikaya hizmet içindi. Fakat Esad’ı ikna edemeyince, bu kez Suriye’de iç savaşı başlattılar. Cihatçı çetelerle Esad rejimini devirme planını devreye soktular. Türkiye, çetelerin transit geçiş ülkesi oldu. Sınırları kevgire döndü.
Ama evdeki hesap, çarşıya uymadı. Esad’ı Saddam Hüseyin gibi kısa sürede deviremediler. Suriye halkı, cihatçı çetelere karşı direnişe geçti. Rusya ve İran’ın da desteğini alan Esad yönetimi, giderek daha da güçlendi. Son olarak Rusya’nın savaşa doğrudan katılımı ile, Ortadoğu’daki dengeler değişti.
Diğer yandan Kuzey Afrika ülkelerinde başgösteren halk ayaklanmaları, on yıllardır iktidarda olan diktatörleri devirdi. Oralarda hakimiyeti kaybetmek istemeyen ABD, AKP benzeri hükümetlere destek verdi. “Müslüman Kardeşler”e dayanan bu hükümetler, şeriat kanunlarını getirmeye başlayınca, halk bir kez daha ayaklandı. Tunus’ta seçimle, Mısır’da darbeyle İslamcı hükümetler arka arkaya yıkıldı.
Böylece ABD’nin AKP eliyle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yaymak istediği “ılımlı İslam” projesi de çökmüş oldu. AKP’nin yükselmesinde en önemli faktör olan dış koşullarda büyük bir değişiklik ortaya çıktı. Ancak AKP uzunca bir süre bu değişime ayak uyduramadı. Şimdi gerek İsrail ile ilişkileri alenileştirme, gerekse Mısır’la düzeltme çabası, ABD’nin isteği ile gerçekleşiyor.
Ancak tam da böyle bir dönemde Rusya ile de ilişkilerin başlaması, soru işaretlerini doğuruyor. Bir kez daha “Türkiye eksen mi değiştiriyor” sorusunu gündeme getiriyor.
Rusya’nın Suriye’ye doğrudan müdahalesi, Türkiye’nin desteklediği cihatçı çeteleri zor durumda bıraktı. Uzun süredir istediği “güvenli bölge”yi imkansız hale getirdi. Keza ABD ve NATO’dan müdahale istemesine rağmen olmadı. Bunun üzerine Rus uçağını düşürerek NATO ile Rusya’yı karşı karşıya getirmeyi planladılar. Ancak kaldırdıkları taş ayaklarına düştü. ABD ve diğer NATO üyeleri Rusya ile doğrudan savaşa girmeyi göze alamadılar. Kabak Türkiye’ye patladı. Artık uçaklarını Suriye sınırında bile uçuramaz hale geldi. Üstelik Rusya ile ticari ve ekonomik ilişkiler de bıçak gibi kesildi. Sebze-meyve ihracatı durdu, turizm felç oldu. Bir de ABD-PYD ilişkileri artınca, Türkiye’nin en büyük korkusu olan Rojava’da bir Kürt devleti ihtimali, Türkiye’yi Rusya’yla ilişki kurmaya mecbur etti.
O herkese gürleyen Erdoğan, Rusya’dan özür diledi. Rusya, sadece özürle ilişkileri düzeltecek değildi elbette. Asıl olarak AKP’nin ABD’ye olan bağımlılığını azaltmayı ve cihatçı çetelere desteğini kesmeyi hedefliyorlar. Bu yönde atılacak adımlara göre, Rusya-Türkiye ilişkileri gelişecektir.
Türkiye’nin ekonomik olarak girdiği darboğaz, Rusya ile ilişkileri düzeltmeyi zorunlu kılıyor. Rusya’dan gelen ilk turist kafilesini adeta bando-mızıka ile karşıladılar. Aksi halde bugüne dek AKP’ye destek veren tekellerin, desteğini kaybetmekle karşı karşıya.
Kısacası, son 5-6 yıl içinde dünyada ve bölgede çok önemli değişiklikler oldu. AKP ayakta kalabilmek için, dün tükürdüğünü bugün yalamak zorunda kaldı. Bunu da yandaş medyası aracılığıyla bir başarıymış gibi göstererek kamufle etmeye çalışıyor. Fakat herşey ayan-beyan ortada.
Panama Belgeleri’nde Türkiye
Dünyaya yayılmış dev tekellerin, siyasi liderlerin off-shore hesaplar üzerinden milyarlarca dolar vergi kaçırdıklarını gözler önüne seren Panama Belgeleri’nde Türkiye dosyası da açılmaya başladı.
Belgeleri ilk kez yayınlayan Almanya’daki Süddeutsche Zeitung gazetesi, “tehlikeli yakınlık” başlığı altında Türkiye’yi ele aldı ve Erdoğan’a yakın 6 işadamının paravan şirketler kurduğunu açıkladı.
Bunlardan biri, Artvin Cerrattepe’deki madenlerden, üçüncü havalimanına kadar AKP döneminde en büyük ihaleleri alan Mehmet Cengiz. 17-25 Aralık operasyonlarında millete küfretmesi ile ünlenen Cengiz, bu haberin Cumhuriyet’te yayınlanması üzerine, telefona sarılıp onlara da küfrediyor ve “beni katil etmeyin” diye bağırıyor. Cengiz hakkında “cinayetle tehdit”ten dava açılması gerekirken, onu korumaya-kollamaya devam ediyorlar.
Belgelerde açığa çıkan bir diğer isim, Topbaş ailesiydi. Erdoğan’a yakınlığıyla bilinen Topbaş ailesinin iki off-shore şirketi olduğu ortaya çıktı. BİM’in en büyük hissedarı olan ve bu yıl 1,1 milyar dolarlık servetiyle Forbes’un “En Zengin 100 Türk” sıralamasında 22’nci sırada yer alan Mustafa Latif Topbaş, 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarında da şüphelilerden biriydi ve ikinci soruşturma dalgasında mal varlığına tedbir kararı konulmuştu.
Belgeler, Topbaş ailesinin Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı için topladığı bağışların da İsviçre’deki bankalara gittiğini gösteriyor. Birçok dini vakıf ve kuruluşun bağış adı altında topladıkları paraları nasıl iç ettiklerini biliyoruz. Almanya’da görülen Deniz Feneri davasında, bu durum tüm çıplaklığı ile gözler önüne serilmişti.
Ama sadece vakıflar değil, bizzat Erdoğan’ın evinde bulunan milyon dolarların, İmam-Hatip yaptırmak için toplanan bağışlar olduğu söylenmedi mi? Keza oğlu Bilal’in İtalya’ya yerleşmesinin arkasında da kara para aklama işi olduğu çıkmadı mı?
Bilal’e dair bir diğer gerçek de, aynı uçakla ABD’ye uçan bir Amerikalı profesörden geldi. Bilal’in uçağa kadar gelen Amerikalı iki görevliye, Amerikan pasaportunu uzattığını gördüğünü söyleyen bu kişi, Bilal’in Amerikan vatandaşı olduğunu, değilse bile, Amerikan pasaportuyla seyahat ettiğini ortaya çıkarmış oldu.
Bilal Erdoğan’ın ABD ile ilişkileri eskiye dayanıyor. Üniversite eğitimini ABD’de çeşitli okullarda tamamlamış. Sonra Dünya Bankası ve bazı düşünce kuruluşlarında çalışmış. Uzun yıllar Washington’da oturmuş. Maryland Eyaleti’nde bir ev satın almışlar. Washington yakınlarındaki bir alış-veriş merkezinde “Mis Hediyelik Eşya” adlı şirketinin ürünlerini satmak için stand kurmuş vb… Dahası Bilal Erdoğan’ın oğlu Ömer Tayyip Washington’da doğmuş. Adını dedesinden alan torun Erdoğan, doğal olarak ABD vatandaşı.
Böylesi bir ilişki ağı içinde Bilal Erdoğan’ın da ABD vatandaşı olmasına şaşmamak gerek. Fettullah Gülen’e “yeşil kart” verdiği için ABD’ye sitem eden ve Gülen’i ABD’de ikamet etmekle suçlayan Tayyip Erdoğan, oğlunun ve torununun ABD vatandaşı olmasını, anlaşılan hiç dert etmiyor. Kızını başörtüsü yasağından dolayı ABD’de okutmak zorunda kaldığını söyleyip durmuştu. Öğreniyoruz ki, başörtüsü sorunu olmayan Bilal de yıllarca ABD’de okumuş, ikamet etmiş, çalışmış… Dahası ABD vatandaşı olmuş!
Erdoğan’ı, Gülen’iyle hepsi ABD’den besleniyorlar. Cengiz’inden Topbaş’lara hepsi vergi kaçırıyor. Bir de utanmadan “vatan-millet-sakarya” edebiyatı yapıyorlar.
İçerde daha yoğun sömürü ve baskı
Dış politikada dümen kırmak zorunda kalan AKP, içeride baskı ve şiddeti daha da arttırıyor.
Cemaatle ortaklığı bozulunca, daha önce Ergenekon operasyonlarıyla tasfiye etmeye çalıştığı “ulusalcılar”la ittifak kurdu. Ağırlıklı bir kısmı ordu içinde bulunan bu klikle, Kürt halkına düşmanlıkta uzlaştılar. Son bir yıldır, bugüne dek görülmemiş bir imha harekatına giriştiler. Binlerce kişi katledildi, yüzbinlercesi evsiz bırakıldı ve göçe zorlandı.
Kürt halkına dönük katliamlar halen sürüyor. Lice’de PKK kamplarına ulaşmak için ormanları yaktılar. Başta Sur olmak üzere yıkılan yerlere TOKİ ile yeni rant alanları açıyorlar. Suriye’den gelenleri buralara yerleştirmeyi planlıyorlar. Maraş’ın Alevi köylerine kamp yapmaya başladıkları gibi… Kürt ve Alevi bölgelerine Sünni Arapları yerleştirerek, bölgenin demografik yapısını bozmayı amaçlıyorlar.
Yaklaşık 3.5 milyon olduğu söylenen Suriyeli sığınmacılara vatandaşlık hakkı verilmesine yükselen tepkilerin başında, nüfus yapısını değiştirme ve Alevi-Sünni, Kürt-Arap çatışmasını kışkırtma girişimleri geliyor. Yanı sıra “ucuz işgücü” kaynağı olarak, işsizliği arttırıyorlar. Suriyelilerin yoğun olduğu yerlerde kendi dükkanlarını açtıkları için, esnaf da tepki gösteriyor.
Bugüne dek Suriyelilere “mülteci” statüsü bile verilmezken, “vatandaşlık” nereden çıktı? Biliyoruz ki, AKP, cihatçı çeteleri besleyip semirtti, buna karşın Suriyelileri en kötü koşullarda kamplarda tuttu, fuhuşa ve dilenciliğe sürükledi. Şimdi “vatandaşlık” vererek, bir taşla birçok kuş vurma peşinde.
En başta AB ülkelerine akın eden sığınmacıları, bu şekilde durdurmayı hedefliyor. Belli ki AB, AKP’yi bu noktadan sıkıştırıyor. Daha önce 300 bin avro karşılığında bekçilik görevini üstlenmişti. Ancak Avrupa’ya akını tümden kesemediler. Kesin çözüm olarak vatandaşlık hakkını gündeme getirdiler.
3.5 milyon nüfus, birçok Avrupa ülkesinin nüfusu kadar büyük bir oran. Vatandaşlıkla birlikte oy hakkını da elde edecek bu oranla, AKP en az yüzde 5’lik bir seçmen kazanıyor. Böylece hem seçmen sayısını arttıracak, hem de AB’den yeni tavizler koparacak. Üstelik patronlara “ucuz işgücü” kaynağı sağlamak, Alevi ve Kürt bölgelerinin yapısını değiştirmek gibi bir yararları da cabası…
AKP dönemi, işçi ve emekçilere en büyük saldırıların yapıldığı bir dönemdir aynı zamanda. En fazla özelleştirme, taşeronlaşma bu dönemde gerçekleşti. Keza işçi haklarının en çok budandığı dönem oldu. Uzun süredir işçilerin “son kale” olarak adlandırdığı kıdem tazminatını da gaspetme peşindeler. Yükselen tepkiler üzerine geri adım atmışlardı, ancak şimdi yeniden gündeme getirdiler. “Avusturya modeli” adı altında kıdemi yarı yarıya düşürmeyi planlıyorlar.
Öte yandan seçim sonrası güç bela 1.300 TL yapmak zorunda kaldıkları asgari ücreti, adım adım kırpıyorlar. Bireysel Emeklilik Sistemi’ne (BES) her ay zorunlu 100 TL kesinti yapılması, bunun bir parçası. Sigorta şirketlerine kaynak aktarımını, asgari ücretlinin sırtından çıkarmaya hazırlanıyorlar.
Trilyonlar kazananlar, İsviçre bankalarında vergi kaçırırken, asgari ücretlinin vergi dilimi yükseltiliyor. Daha önce asgari ücretten yüzde 15 kesilirken, şimdi yüzde 20 kesinti yapılacak. Böylece asgari ücretten kesilen vergi, 86.5 TL’den 156.5 TL’ye çıkacak. BES için 100 TL’lik kesintiyle birlikte, asgari ücret 1107 TL’ye düşecek.
AKP hükümetleri, işçi ve emekçilere daha yoğun sömürü ve soygundan başka birşey getirmedi. İşçiler günde 10-12 saat her tür güvenceden yoksun biçimde çalıştırılıyor. İşçi cinayetleri durmak bir yana, her gün daha da arttıyor. Patronlar kar üzerine kar yaparken, işçiye açlık sınırı altındaki asgari ücret bile çok görülüyor.
Kısacası, AKP’nin dış politikasında değişiklikler olsa da; işçi ve emekçiler üzerindeki sömürü ve soygunda, ezilen halklar üzerindeki baskı ve şiddette değişen bir şey yok! Aksine daha da artan biçimde bu politikalarını sürdürüyorlar.
* * *
AKP ömrünü uzatabilmek için, ABD’nin ve AB’nin isteklerine boyun eğebilir. Mısır’dan Rusya’ya kavga ettikleri ile barışabilir. Emperyalistlere her tür tavizi verebilir. Ama bütün bunlar onu kurtarmaya yetecek mi?
Savaşın ve krizin faturasını sırtlarına yüklediği işçi ve emekçiler, bu yükü daha ne kadar taşıyabilecek? İsyanın artık liselilere kadar yayıldığı bir dönemde, daha ne kadar hükmünü sürdürebilir?
AKP’nin işbaşına geldiği iç ve dış koşullar artık değişti. O şimdi bir yılan gibi kıvrılsa da, af dileyerek zaman kazanmaya çalışsa da, sonunun yaklaştığını biliyor. Her sona yaklaşan diktatör gibi, daha fazla baskı ve şiddete başvuruyor. Ama çırpındıkça batan bir girdap bu. Şimdiye kadar o girdaptan çıkan olmadı. AKP ve Erdoğan da o girdapta boğulmaktan kurtulamayacak!…