Önce Irak, ardından Suriye savaşı ile, başını ABD’nin çektiği emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşma kavgası, yeni bir emperyalist savaş olarak başlamış oldu. Bu savaşın merkezinde de Ortadoğu duruyordu. Adına “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” dedikleri plana göre, 21 ülkenin sınırları değişecek ve Ortadoğu’nun haritası yeniden çizilecekti. Bu haritalar, birçok uluslararası toplantıda Pentagon temsilcileri tarafından gösterildi de.
“Ortadoğu’da sınırlar” denilince, ilk akla gelen Sykes-Picot Anlaşması oluyor. Ortadoğu’nun emperyalistler tarafından parçalanmasında önemli bir yer tutan bu anlaşma, yeni emperyalist savaş başladığından bu yana, adından sıkça bahsettiriyor. Bu yıl, Skyes-Picot’un 100. yılı olması sebebiyle, daha fazla gündeme geldi. Birçok yazıya konu edildi, üzerinde konuşuldu, tartışıldı ve halen de tartışılıyor…
Bu anlaşmanın içeriğine, yarattığı sonuçlara dair farklı görüşler olsa da, hepsinin ortak noktası, Skyes-Picot’un artık geçerliliğini yitirdiğidir. Halen kağıt üzerinde Irak ve Suriye diye iki ayrı devlet görünse de, bu ülkeler fiilen bölünmüş durumda. Yaklaşık 5 yıldır Irak ve Suriye haritaları değişen biçimlerde parçalı bir şekilde çiziliyor.
Üstelik bu anlaşmayı yapan emperyalistler dahil olmak üzere, günümüzün emperyalistleri ve işbirlikçileri, Skyes-Picot’a son vermeyi üstlenmiş olmakla övünüyorlar. Örneğin Skyes-Picot’un baş mimarlarından Fransa, Suriye’nin parçalanmasını destekleyen açıklamalar yapıyor, “Ortadoğu haritaları asla beş yıl öncesi gibi olmayacak” diyor. Türkiye’den hükümet yetkilileri, Suriye’yi on parçaya, Libya’yı dört parçaya, Mısır’ı ve Sudan’ı iki parçaya bölecek olan “yeni bir Sykes-Picot planı”ndan bahsediyor. Hatta IŞİD bile, “Skyes-Picot”un sınırlarını ortadan kaldırdık” cümlesini, gururla kullanıyor. Irak ve Suriye’de ele geçirdikleri topraklarla gerçekten de Irak-Suriye sınırını ortadan kaldırdılar.
Kısacası Ortadoğu’nun yeniden parçalanma sürecinde Sykes-Picot Anlaşması her vesile ile anılıyor, mutlaka bu anlaşmaya bir gönderme yapılıyor. Fakat bugünkü savaşa karşı çıkıp Ortadoğu’nun eski statüsünü savunanlar, sanki Skyes-Picot’u yapanlar da emperyalistler ve işbirlikçileri değilmiş gibi davranıyorlar. Yeni emperyalist savaşı “haklı” göstermeye çalışanlar ise, -ki daha yaygın olanı budur- sözde Skyes-Picot’a karşıymış gibi görünerek, bugünkü savaşı yürütenlerin, yine emperyalistler olduğu gerçeğini perdelemeye kalkıyorlar. Böylece günümüz emperyalistlerini ve işbirlikçilerini aklıyorlar.
Geçtiğimiz ay, 100. yılını deviren Sykes-Picot Anlaşması’na daha yakından bakmak, bu perdeyi yırtmak ve gerçeklere ulaşabilmek için bir zorunluluk olmuştur. Bugünü anlamak ve yarına dair doğru öngörülerde bulunabilmek, tarihi iyi bilmekten geçiyor. Yeni emperyalist savaşı ve bu savaşta Ortadoğu’nun durumunu anlamak için de, Skyes-Picot’u, Ortadoğu’nun parçalanma sürecini öğrenmek gerekiyor.
Ortadoğu’nun önemi ve
sömürgecilerin hegemonya savaşı
Sykes-Picot Anlaşması’na geçmeden önce, Ortadoğu’nun tarihi üzerine kısaca durmakta yarar var. Çünkü Ortadoğu, söylendiği gibi ilk olarak Sykes-Picot ile parçalanmadı. Sömürgeciliğin başladığı tarihten itibaren Ortadoğu her zaman büyük güçlerin savaşına sahne oldu. Bereketli toprakları, yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle, sömürgeci güçlerin her dönem ilgi alanıydı. Aynı zamanda sıcak denizlere açılan jeostratejik konumuyla, 16. yüzyılda Portekizlerin, 17. yüzyılda Hollandalıların 18.yüzyılda ise İngilizlerin gözünü diktiği bir bölgeydi.
Özellikle petrolün kullanım alanlarının çoğalması ve stratejik bir önem kazanmasıyla, Ortadoğu’ya hakim olma isteği daha da arttı. Esasında Ortadoğu’nun zengin petrol yatağına sahip olduğu çok önceden biliniyordu. Ancak petrol, uzunca bir dönem merhem yapımı ya da gaz lambalarında kullanılmaktan başka bir işe yaramamıştı. Petrolün kullanım alanı genişledikçe ve savaşların en hayati nesnesi haline geldikçe, Ortadoğu da paylaşım savaşlarının merkezi haline geldi.
19. yüzyıla kadar Ortadoğu’ya ‘sahip’ iki büyük devlet vardı: Osmanlı ve İran. Ortadoğu’ya hakim olabilmek için, bu iki devletin zayıflatılması ve parçalanması gerekiyordu. “Yeniden paylaşım” ancak bu şekilde gerçekleşebilirdi.
Kuşkusuz Osmanlı ve İran da kendinden önceki devletlerin zayıflaması üzerinden kurulmuş, fetihlerle sınırlarını genişletmişlerdi. Ancak Batı’daki gibi kapitalizmin gelişmesine hızlı geçiş yapamadılar ve geriye düştüler. 17. yüzyıldan itibaren giderek güç kaybeden Osmanlı, kapitalizmin geliştiği ve artık emperyalizm aşamasına sıçradığı bir dönemde, sürekli toprak yitiriyordu. İlk olarak Çarlık Rusyası’nın kullandığı ve ardından tüm Batı tarafından benimsenen ismiyle “hasta adam”dı.
Ortadoğu’ya giren ilk büyük güç, Çarlık Rusyası’dır. Ardından İngiltere, bu bölgeye yönelmiştir. Emperyalizm dönemine ‘üzerinde güneş batmayan ülke’ olarak giren İngiltere, hegemonyasını sürdürebilmek için, Ortadoğu üzerinde hakimiyet kurmak zorundaydı. O yüzden de Ortadoğu haritasını sil baştan çizmesi gerekiyordu.
19. yüzyılın iki büyük sömürgeci gücü Rusya ve İngiltere, Karadeniz ile Kızıldeniz kıyılarına yerleşerek, Ortadoğu’nun sonraki gelişiminde de belirleyici bir rol oynadılar. Onları, I. emperyalist savaşın öngününde Almanya takip etti. Almanya, o yıllar, Berlin’i Bağdat’a bağlayacak olan demiryolu projesiyle Ortadoğu ve oradan dünyaya açılma politikasını yaşama geçirmek için harekete geçmişti. Alman tekellerinin büyük bir hızla büyümesi, yeni pazarları zorunlu kılıyordu. Bu da paylaşılmış toprakların yeniden paylaşımı için kıyasıya bir mücadeleyi gerektiriyordu.
Bunların içinde en önemli bölge, Anadolu ve Mezopotamya’ydı ki, burası tamamen Osmanlı toprakları içindeydi. Dolayısıyla Osmanlı toprakları, Alman emperyalizminin isteklerine ulaşması için, stratejik öneme sahip bir “çıkış üssü”, bir “sıçrama tahtası” özelliği taşıyordu. Tabii bunu başarması, hiç de kolay değildi.
O döneme kadar Osmanlı devleti üzerinde etkin olan, İngiltere, Fransa ve Rusya gibi ülkeler vardı. Fransa ve İngiltere, Osmanlı’yı ekonomik olarak kendilerine bağımlı hale getirmişlerdi. Ve daha o yıllarda Osmanlı, bir yarı-sömürge haline gelmişti. Almanya’nın en büyük avantajı ise, eski yıllara dayanan Prusya-Osmanlı askeri ilişkileriydi. Bu ilişkileri değerlendirerek Osmanlı ordusu içinde işbirlikçilerini yaratmayı başardı. Öyle ki I. emperyalist savaş öncesi ordu içinde işbirlikçisi Enver Paşa’yı terfi ettirdi ve Osmanlı’nın genelkurmayını Alman generallerin yönetimine soktu.
Diğer yandan Almanya, ideolojik olarak da Osmanlı’ya destek verdi. Dönemin padişahı Abdülhamit’in Pan İslamizm hayali ile İttihat Terakki’nin Turancı ideolojisi, onun da işine geliyordu. Diğer emperyalistlerden farklı olarak Almanya’nın çıkarları, Osmanlı’nın varolan statüsünü korumayı gerektiriyordu. Diğerleri Osmanlı’yı parçalamak için uğraşırken; Almanya, Osmanlı’nın hakimiyet alanlarındaki ezilen halkların bağımsızlık savaşlarını bastırıyor, Osmanlı’ya her tür desteği sunuyordu. Osmanlı açısından da Almanya, kendisinden sürekli toprak koparmaya çalışan İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı, daha az tehlikeliydi. Ayrıca Almanya’nın bu ilgisini kullanarak diğer emperyalistlerden tavizler koparma olanağı elde etmişti.
Bütün bunların sonucunda Almanya, Osmanlı üzerinde ekonomik, siyasal ve askeri etkinliğini arttırdı. Ve Osmanlı’nın I. emperyalist savaşa Almanya’nın yanında katılımını sağladı.
Sykes-Picot Anlaşması’nın
içeriği, sonuçları
Almanya’nın bu hızlı yükselişi ve yayılması karşısında, İngiltere, Fransa ve Rusya, Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için birlikte hareket etme kararı aldılar. Bu sömürgeci güçler, Ortadoğu’yu kendi hakimiyet alanları olarak görüyor ve başka bir emperyalistin girmesini engellemek için her yolu deniyorlardı. Özellikle Bağdat-Basra demiryolu imtiyazının Almanya’ya verilmemesi için her şeyi yaptılar.
1916 yılında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan Sykes-Picot Anlaşması, bu koşullar içinde gerçekleşti. Anlaşmaya adını veren İngiliz diplomat Mark Sykes ile Fransız diplomat François Georges Picot, Fransa ve İngiltere’yi temsilen görüşmeleri yürütüyordu. Kasım 1915’te başlayan görüşmelere, Fransa’nın isteği ile Rusya da dahil edildi.
Ortadoğu’nun -Osmanlı topraklarının- paylaşılması üzerine hazırlanan taslağa son hali, 16 Mayıs 1916’da verildi. Ve Paris’te adını görüşmeleri yapan diplomatlardan alan Sykes-Picot Anlaşması imzalandı. Ancak bu sadece üç ülkenin yetkili kişilerinin bildiği gizli bir anlaşmaydı. Böylece üç sömürgeci devlet, Osmanlı’yı kendi aralarında paylaşmış oldular.
Osmanlı Devleti ile ilişkileri çok eskiye dayanan ve Osmanlı’dan en fazla çıkarı olan Fransa, Osmanlı’nın yıkılmasından da en fazla zarar görecek ülkeydi. Bu zararını telafi edecek ‘tazminat’ olarak, bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin, Musul ve Adana-Toroslar bölgesini istiyordu. İngiltere ise, özellikle Musul-Kerkük petrol bölgesini elinde tutmak koşuluyla, Fransa’nın taleplerini büyük oranda kabul etti. Ruslar, Trabzon’un batı kesimlerini, Cizre-Urmiye Gölü arasında kalan bölgeyi aldı.
Özcesi Ortadoğu, esas olarak Fransız ve İngiliz emperyalizmi tarafından -Rusya’nın da bilgisi dahlinde- Kerkük’ten Hayfa’ya uzanan yaklaşık 1000 kilometrelik bir hatla ikiye bölünmüştü. Türkiye ve Kürdistan’ın bir kısmı Fransız sömürgesi ve nüfuz alanı, diğer bir kısmı da İngiliz sömürgesi ve nüfuz alanı olarak kabul edilmişti.
Sykes-Picot Anlaşması ile yapılan plan buydu. Fakat 1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi, emperyalistlerin bu planını bozdu. Devrimle birlikte Çarlığın gizli belgelerine ulaşan Bolşevikler, Ortadoğu’nun sömürgeci devletler tarafından nasıl paylaşılmak istendiğini kamuoyuna açıkladılar.
II. Sovyet Kongresi’nde “gizli dokümanları açıklama” kararı alan Sovyet Hükümeti, Sykes-Picot Anlaşması’nı 23 Kasım 1917 tarihinde, ilk olarak Pravda’da yayınlandı. “Utanç dokümanları” başlığı altında yayınlanan bu anlaşma, ertesi gün, İngiliz basınında yer aldı ve adeta bir bomba etkisi yarattı. Oradan tüm dünyaya yayıldı. Böylece dünya kamuoyu Sykes-Picot Anlaşması’ndan haberdar oldu.
Bilindiği gibi I. emperyalist savaş, 1914-1918 yıllara arasında yaşandı. Sykes-Picot ise, 1916’da yani savaşın ortasında imzalandı. Elbette her sömürgeci gücün Ortadoğu’ya hakim olma planları, öncesinde de vardı. Ancak Sykes-Picot ile Almanya’nın hızlı yayılmasına karşı üç devlet kendi arasında bir anlaşma yapmıştı. “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur” anlayışı ile biraraya gelmişler, Ortadoğu’yu tümden Almanya’ya kaptırmamak için paylaşmaya razı olmuşlardı. Fakat 1917 Ekim Devrimi, sadece bu gizli anlaşmayı deşifre etmekle kalmadı, ezilen halklar üzerinde yarattığı etkiyle de savaşın gidişatını değiştirmede büyük bir rol oynadı.
Skyes-Picot’un 100. yılı dolayısıyla yapılan değerlendirmelerde, Ortadoğu’nun bugünkü sınırlarının bu anlaşma ile mi, yoksa ezilen halkların direnişi ile mi çizildiği önemli bir tartışma konusudur. Esasında Skyes-Picot, Ekim Devrimi ile birlikte zaten büyük darbe almış oldu. Anlaşmada imzası bulunan Çarlık Rusyası yıkıldığı için, Rusya fiilen anlaşmanın dışına düştü. Rusya’nın yerine kurulan Sovyetler Birliği, bu anlaşmayı tanımadığını açıklamış; dahası bölge halklarını emperyalist savaşa, işbirlikçilerine karşı mücadeleye çağırmıştı.
Elbette Rusya’nın anlaşmanın dışında kalması, diğer emperyalistleri paylaşım kavgasından vazgeçirmedi. Skyes-Picot’un asıl aktörleri İngiltere ve Fransa, anlaşmadaki bölüşüm planlarını yaşama geçirmeye çalıştılar. Bazı küçük değişikliklerle 1920 yılında Sevr’de Osmanlı Devleti’nin önüne yeniden koydular. Gerek Skyes-Picot, gerekse Sevr Anlaşması’nda, Osmanlı’nın her yanı, Ankara ve çevresi kalacak şekilde paylaşılmıştı. Ancak Ekim Devrimi’nin maddi-manevi desteğini arkasına alan Ankara Hükümeti, Sevr’i tanımadığını açıkladı. Ekim Devrimi’nden sonra, Sykes-Picot bir darbeyi de Türkiye’den aldı.
Sadece Kemalist burjuvazinin önderliğinde gerçekleşen Türkiye’deki ulusal kurtuluş mücadelesi değil, Arap halklarının da bu emperyalist paylaşıma karşı direnişleri sözkonusuydu. İngiliz ve Fransız sömürgecilere karşı Irak ve Suriye’de isyanlar çıktı ve bu emperyalistler, yerel güçlerle pazarlık yapmak zorunda kaldılar.
Bu direnişler sonucunda Türkiye’nin sınırları Sevr ile değil, Lozan’la çizildi. Antakya ve Musul’un statüleri de ancak 1930’lu yıllarda belli oldu. Dolayısıyla Skyes-Picot, başta Ekim Devrimi, ardından Türkiye’deki ulusal kurtuluş savaşı ve Ortadoğu halklarının direnişi ile büyük yaralar aldı. Sömürgeci güçlerin masa başında yaptığı anlaşma, halkların direnişine ve devrimlere çarpmıştı. Ve bunun üzerine önemli değişiklikler meydana geldi.
Kısacası Ortadoğu’nun Sykes-Picot ile parçalandığını söyleyenler, -ne öncesi ne sonrasıyla- doğruyu söylemiyorlar. Yazının başında da belirttiğimiz gibi, Ortadoğu Skyes-Picot’tan yani I. emperyalist savaştan çok önce parçalanmış durumdaydı. İkinci olarak, bugünkü Ortadoğu sınırlarını, Sykes-Picot Anlaşması, yani emperyalistler tek başına belirleyemedi. Halkların direnişi ve devrimler, emperyalistlerin planlarını bozdu ve değiştirdi. Üçüncüsü, I. emperyalist savaştan yaklaşık 20 yıl sonra II. emperyalist savaş patlak verdi. Ve İngiltere ile Fransa’nın Ortadoğu’daki hakimiyeti sona erdi. ABD emperyalizmi, bu iki emperyalist gücü gerileterek hem Ortadoğu’da, hem de dünyada hegemonyasını kurdu.
Fakat I. emperyalist savaşta Ekim Devrimi ile, dünyanın altıda biri emperyalist-kapitalist sistemin dışına çıkmıştı. II. emperyalist savaş sonrasında ise Avrupa’dan Asya’ya, Latin Amerika’dan Afrika’ya birçok ülkede demokratik devrimler gerçekleşti, bu kez dünyanın üçte biri emperyalist-kapitalist zinciri kırmış oldu.
Her şeyi emperyalistlerle, onların istekleri ve planlarıyla açıklayan burjuva liberaller, halkların direnişini ve devrimleri bilinçli bir şekilde görmezden geliyor ve yok sayıyorlar. Oysa tarihsel gerçekler onları yalanlıyor. Ne Ortadoğu’da ne de dünyada sınırları belirleyen, tek başına sömürgeci güçler, emperyalistler olmuştur. İşçi ve emekçilerin, ezilen halkların mücadelesi, kimi zaman savaşları önledi, kimi zaman da emperyalist savaşı devrimci bir iç savaşa çevirerek devrimle taçlandırdı. Bu şekilde emperyalistlerin kaldırdıkları taşların ayaklarına düşmesi başarıldı.
Skyes-Picot, bunun en güzel örneğidir. Zaten Sykes-Picot asıl ününü, Ortadoğu’nun üç sömürgeci güç tarafından gizli bir anlaşma paylaşılmasıyla değil; Ekim Devrimi ile birlikte deşifre edilmesi ve Ortadoğu halkları tarafından tepkiyle karşılanması ile almıştır.
Osmanlı’dan TC’ye
Skyes-Picot’un yankıları
Sykes-Picot Anlaşması, hiç kuşkusuz en fazla Osmanlı Devleti’ni ilgilendiriyordu. Çünkü bu anlaşma ile o güne dek büyük oranda Osmanlı’nın hakimiyetinde olan Ortadoğu, emperyalist güçler tarafından parçalanıp bölüşülüyordu. Dolayısıyla böyle bir anlaşmanın açığa çıkması, Osmanlı’yı son derece memnun etti. Öyle ki, bu durumu Osmanlı kamuoyuna duyuran “İkdam” gazetesinin başlığı “Aferin Bolşevikler” olmuştu.
Osmanlı basını, Ekim Devrimi ve sonrası gelişmeleri, başta İngiltere olmak üzere Batı basını üzerinden öğrendiği için, haberler biraz gecikmeli olarak geliyordu. Sykes-Picot Anlaşması da 3-4 günlük bir gecikme ile Osmanlı basınında yer aldı. Kasım’ın son haftası ile Aralık ayı boyunca gazeteler, bu anlaşmanın haberleri ve yorumlarıyla dolup taştı. Bolşeviklerin itibarı öylesine artmıştı ki, o sıralar Cerrahpaşa Hastanesi’nde tedavi gören Neyzen Tevkif, Bolşevikleri öven bir şiir bile döktürmüştü. (Bkz Bolşevik İhtilali ve Osmanlılar, İletişim Yayınları, sf. 113)
Sykes-Picot Anlaşması’nın açığa çıkartılması, Bolşeviklerin itibarını arttırdığı kadar, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin gerçek kimliklerinin görülmesi bakımından da sarsıcı oldu. O dönem yayınlanan gazetelerin ortak noktası, kendi sözcükleriyle şöyleydi: “Bütün hırslar ve rezaletler meydana çıktı!”
Esasında Rusya’daki devrim, Osmanlı Devleti’ni yakından ilgilendiriyordu. Yıllar boyunca “en büyük düşman” olarak görülen Çarlık Rusyası’nın yıkılması, o yüzden sevinçle karşılandı. Ama daha önemlisi, dört bir yandan saldırı altında iken, barış umudunun doğması, onlar açısından bir mucize gibiydi.
Bu konudaki ilk resmi görüş, dönemin sadrazamı Talat Paşa’ya aittir. İttihat ve Terakki’nin liderlerinden olan Talat Paşa, 5 Nisan 1917 tarihli Tanin gazetesinde şunları söylüyor:
“Bu inkılabın siyasi ilişkilerde derin değişikliklere yol açması kuvvetle muhtemeldir. Rusya ve Osmanlı Devleti birkaç yüzyıldan beri can düşmanı idiler. Ancak bunun nedeni ‘müstebit Rus Hükümeti’nin istilacı emelleriydi. Çarlığın devrilmesi en çok bizi sevindirdi. Özgür ve çağdaş bir devlet kurmak üzere kaderini eline alan Rus milleti ile iyi komşuluk ilişkileri içinde yaşamamamız için hiçbir neden yoktur. Bu nedenle Rus ihtilalini sevgiyle karşıladık… Şimdiye kadar iç işlerimizdeki iyileşmeleri müdahaleleriyle önleyen Rus Çarlığı yerine, aynı insani ve yüce ülkülere sahip bir komşuya sahip olmak bizim için memnuniyet kaynağıdır.” (age, sf. 63)
Başlangıçta Kerensky Hükümeti’ne bel bağlayan Osmanlı Devleti, bu hükümetin halkın barış talebine kulaklarını tıkayıp savaşı sürdürmesi üzerine hayal kırıklığına uğradı. Ardından Bolşeviklerin Sovyetler’de ağırlık kazanmaları ve hemen “ateşkes” istemeleri, dikkatleri Bolşevikler üzerinde topladı. Bolşeviklerin özel mülkiyete karşı olmaları başta gelmek üzere fikirlerini kaygıyla karşılamakla birlikte, savaş konusundaki tutumları ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı savunmaları, onlara karşı ilgiyi arttırıyordu.
Ekim Devrimi’nin hemen ardından Sykes-Picot Anlaşması’nı açıklanması ise, Bolşeviklere duyulan ilgiyi, hayranlık boyutuna taşıdı. 24 Kasım 1917 tarihli Sabah’ın başyazısında “Lenin’in partisinin sulhperverliğinden, sulh teşebbüslerini samimiyetle ileri götürmeye çalışacağından hiç şüphemiz yoktur” deniliyordu.
27 Kasım 1917 tarihli Vakit gazetesinde ise, Ahmet Emin imzalı makalede şunlar söyleniyor: “Bu hükümet (Bolşevikler-bn) her türlü fütuhat emellerinin aleyhindedir ve pek yüksek ve saf gayeleri vardır. Rusya’ya en müfrit sosyalizm gayelerinin icap ettirdiği tarzda bir idare şekli vermek istemekle kalmıyor, Rusya’da atılan adımlar sayesinde bütün insaniyetin büsbütün yeni ve mesut mevcudiyete mazhar olacağına ciddi suretle inanıyor.”
Ve devamında, “Rus ihtilalinin açtığı çığır, bizi yakın bir tehlikenin tazyiki altından kurtarmıştır… şimdiden geniş bir nefes alabiliriz” diyerek, Osmanlı’nın hislerine tercüman oluyordu. (age sf. 116)
Osmanlı kamuoyuna yön veren gazeteci ve yazarlar, bu dönem boyunca Bolşevikleri övdüler. Osmanlı Meclisi’nde de (Meclis-i Mebusan) Ekim Devrimi’ni selamlayan vekiller oldu. Trabzon mebusu Servet Bey, 1 Aralık 1917 tarihinde Harbiye bütçesi ile ilgili olarak yaptığı konuşmada şunları söylüyor: “Hiçbir mebus, harb veya sulh için burada beyanatta bulunmamıştır. Bendeniz bu kuralı güzel bir vesile ile değiştiriyorum. Bu vesile, yeni Rus Hükümeti’nin dünyaya, kainata ilan ettiği sulh teklifidir.”
Bundan iki gün sonra 3 Aralık’ta Osmanlı Hariciye Nazırı Ahmet Nesimi Bey, Rusya’nın barış teklifi hakkında temsilcileri bilgilendirdikten sonra şöyle sesleniyor: “Rus Hükümeti ile gerek mütareke, gerekse sulh müzakeratına girişmeye mani hiçbir şey yoktur. (alkışlar) Barışsever Rusya ile gerek siyasi, gerek iktisadi en iyi komşuluk ilişkilerini idame etmemeye bir sebep kalmamıştır. Rusya bize karşı göstereceği muhabbet ve samimiyetin karşılığını bizden görecektir.” (age, sf. 127)
Sadece “mebus”lar değil, Osmanlı hükümeti de “ne pahasına olursa olsun barış” noktasına gelmişti. Rusya’daki devrim onlara bu olanağı sunuyordu. Ardından Brest-Litovsk anlaşmasının gündeme gelmesi ile, Osmanlı adeta gökte aradığını yerde buldu.
3 Mart 1918’de gerçekleşen Brest-Litovsk anlaşması, Almanya ve müttefikleriyle Rusya arasında süren savaş resmen bitirdi. Rusya’nın büyük tavizler vermek zorunda kaldığı bu anlaşmadan en karlı çıkan devletlerin başında da Osmanlı geliyordu. Çünkü Almanya ile birlikte savaştan yenik çıkan Osmanlı, çeşitli garantilerin yanısıra, Doğu’da 1887-88 Rus savaşı öncesindeki sınırlarına yeniden kavuştu. Yani Kars, Batum ve Ardahan, Osmanlı’nın sınırları içine girdi. Buna karşın milliyetçi kesimlerden, Osmanlı’nın bu anlaşma ile “Rusya’daki Müslüman ve Türk ahalisini unuttuğu” şeklinde eleştiriler de yapılmıştır. Ancak Osmanlı’nın bir eli sürekli Rusya’nın içindeydi.
Sonrasında Enver Paşa’nın başına geçtiği Rusya’daki Türk ve Müslüman halkları kışkırtan karşı-devrimci faaliyetler ve ayaklanmalar olacaktı, ancak bunlar Kızılordu tarafından bastırıldı. Devrimin yaşadığı zorluklardan yararlanmaya kalkan Osmanlı’da yeniden kabaran “Turan hayali” Bolşeviklerin güçlenmesi ve proletarya diktatörlüğünün sağlamlaşmasıyla, tuzla buz oldu. Dahası Ekim Devrimi’nin estirdiği rüzgar, Osmanlı’nın da sonunu getirdi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, Ekim Devrimi’nin rolü ise tartışılmaz. Emperyalistlerin ve sömürgeci devletlerin sanıldığı kadar güçlü olmadığının görülmesi, halkların emperyalist işgale karşı direnişe geçmesinde, en önemli esinlendirici unsurdur. O yıllarda Anadolu’daki en güçlü siyasal akım, Bolşevizmdir. Ama sadece düşünsel olarak değil, fiilen de Sovyetler Birliği’nin yardımı, desteği sözkonusudur. Ayrıca Rusya’daki devrimin yayılmasından büyük bir korkuya kapılan emperyalistler, hızlı bir biçimde Kemalist burjuvazi ile uzlaşma yolunu tutmuştur.
Sykes-Picot Anlaşması ile Osmanlı’dan geriye Ankara ve çevresi kalmış iken; Ekim Devrimi, anlaşmanın Rusya ayağını çökertmekle kalmamış, Fransa ve İngiltere’nin emperyalist emellerini ifşa ederek, ezilen halkları emperyalizme karşı ayağa kaldırmıştır. Buradan hareketle Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını büyük oranda Ekim Devrimi’ne borçlu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Keza Sykes-Picot Anlaşması’nın açığa çıkarılmasının, en fazla Türkiye’ye yaradığını söylemek de…
Kürt ulusu açısından Skyes-Picos
Sykes-Picot Anlaşması, hiç kuşkusuz Kürt ulusunu da yakından ilgilendiriyordu. Çünkü Kürdistan, I. emperyalist savaşla birlikte yeniden parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı. “Yeniden parçalanma” diyoruz, zira Kürdistan’ın parçalanma süreci çok daha eskiye dayanıyor.
16. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’ne bağlı hale getirilen Kürdistan, Osmanlı içinde özerk bir yapıya sahipti. O dönem boyunca (hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına kadar) Kürtlerin yaşadığı bölgeye “Kürdistan” deniliyordu. İlk olarak 1638 yılında İran’la Osmanlı Devleti arasında imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşması ile iki parçaya bölündü. (Osmanlı ve İran olarak) Osmanlı’nın parçalanması amaçlayan Sykes-Picot anlaşması ise, Kürdistan’ın dörde bölünme sürecini başlattı.
Sykes-Picot, dönem boyunca birçok değişikliğe uğrasa da, Kürdistan’ın durumu değişmedi. TC’nin kuruluşunun ardından emperyalistlerle imzalanan anlaşmalarla Kürdistan’ın dörde bölünmesi resmileşti. Örneğin Fransa ile imzalanan Londra anlaşmasıyla, Türkiye’nin Suriye sınırları çizildi ve Lozan antlaşmasıyla bu sınırlar kesinleşti. Böylece Kürtler, Irak, İran, Türkiye ve Suriye olmak üzere dört parçaya bölünmüş oldu. Bunların içerisinde gerek yüzölçümü, gerekse nüfus olarak en büyük kesim, Türkiye’de kaldı.
Kemalist burjuvazi, Kürdistan’ı elinde tutabilmek için her yolu denedi. İngilizlerle uzunca bir süre diplomasi savaşı yürütüldü; Kürtlerin Türkiye sınırları içinde kalmak istediğine dair türlü kılıflar uyduruldu. “Kürtlerin, Türkler gibi Turan soyundan geldiği ve yüzyıllarca içiçe yaşadıkları, mecliste Kürt vekillerinin bulunduğu, Kürtlerin TC içinde kalmayı tercih ettikleri” gibi savlar ortaya atıldı. Kürtlere TC içinde özerklik tanınacağı gibi vaatlerde bulunuldu vb…
Gerek coğrafik konumu ve yeraltı zenginlikleri, gerekse doğal sınırların oradan geçmesi ve sınır güvenliği açısından bu bölgeler Türkiye için yaşamsal bir önem taşımaktaydı. Zaten ilk belirlenen ‘misak-ı milli’ sınırları içinde Musul ve Kerkük de bulunuyordu. Kürt bölgelerini TC sınırları içinde tutmak için her şeyi yaptılar. Bu doğrultuda Kürt milletvekillerini bile kullandılar. O vekiller, zaten atama yoluyla meclise gelmişlerdi. Onları uluslararası toplantılara götürüp “biz Türk kardeşlerimizle birlikte yaşamak istiyoruz, biz bu devletin temel grubuyuz” dedirttiler. Amaçlarına ulaştıktan sonra da kimisini darağacına, kimisini sürgüne gönderdiler.
Kemalistler Lozan’dan sonra Kürtlerle ilgili verdikleri onca vaadi unutmuştur. Ardından korkunç bir katliam, soykırım ve asimilasyon süreci başladı, şoven milliyetçilik körüklendi. Böyle davranmaları, sınıfsal kökenlerine uygundu. Her ulusal burjuva gibi, Kemalistlerin dayandığı Türk ticaret burjuvazisi de kendi pazarını oluşturmak için kendi ulusunu yüceltirken; diğer ulusları ve ulusal toplulukları yok saydı, baskı ve şiddetle sindirmeye, asimile etmeye çalıştı.
Sykes-Picot’un imzalanmasının 100. yılı dolayısıyla Kürt ulusal hareketi de bu tarihsel geçmişi konu alan açıklamalar yapıyor. Kürt hareketinin o yıllardan bugüne katettiği mesafeyi hatırlatarak, artık durumun farklı olduğunu söylüyorlar.
Avrupa Parlamentosu’nun 27 Ocak 2016 tarihinde düzenlediği 12. Uluslararası Kürt Konferansı’nda konuşan Demirtaş, Sykes-Picot’un 100. yılına dikkat çektikten sonra, yüzyıl boyunca dünyada ve bölgede yönetim biçimlerinin, Kürtler dahil birçok şeyin değiştiğini, ama Türkiye’nin değişmediğini söyledi. Demirtaş, “Bölgedeki dengeler altüst olurken yüz yıl önceki statüler yıkılırken, Türkiye buna hazırlık yapmadığı için kriz Türkiye’nin krizi haline geldi. Çünkü Kürtler artık bu sorunu aştılar. 21. yüzyıla uyarlanabilecek değişimi yakalayabilecek bir anlayışa geldiler. Kürtler, kendi sorununu çözdüler” diye konuştu.
PKK liderlerinden Cemil Bayık da “Sykes-Picot’un buharlaştığı koşullarda Kürtlerin durumu”na dair bir soruyu, 21 Aralık 2014 tarihinde şöyle yanıtlıyor:
“1. ve 2. Dünya Savaşında Ortadoğu düzenlenirken Kürtlere yer verilmedi. Kürtler tamamen statü dışı bırakıldı… Gelinen aşamada 21. yüzyıl Kürtlerin yüzyılı olacaktır. Çünkü Kürtler, her ne kadar katliamlar, sürgünler yaşadılarsa da mücadeleden vazgeçmediler… Artık kendi toprakları üzerinde, kendi kimlikleri ve değerleriyle özgürce yaşamak istiyorlar… Ortadoğu’da Kürtlersiz yeni bir statünün kurulması mümkün değildir. Çünkü Kürtler, bölgenin en dinamik, en örgütlü, en mücadeleci gücüdür… Diyebilirim ki, bölgedeki herkesin kaderini belirleyen bir güç haline gelmiştir.”
Başta Sykes-Picot anlaşması olmak üzere, Ortadoğu’nun şekillenmesinde rol oynayan emperyalistlerin ve işbirlikçilerin anlaşmalarıyla Kürt halkı yüzyılı aşkın süredir baskı ve zulüm altında yaşadı. Ulus olma özelliğini koruduğu halde devletsiz kalan tek toplum oldu. Dolayısıyla Kürt halkının kendi devletini kurma hakkı dahil olmak üzere, kaderini tayin etme hakkını sonuna dek savunmak gerekir.
Ne var ki, şoven-milliyetçi kesimlerden bazıları, yeni emperyalist savaşı “Sykes-Picot’un çöküşü” diyerek alkışlarken, Kürtlerin hak elde etme çabalarına ısrarla karşı çıkıyorlar. Bazıları ise, “Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüğü korunmalı” diyerek, varolan statükoyu savunuyor. Ama her iki kesim de, Kürtlerin ayrı devlet ya da özerk-federasyon biçiminde kendini ifade etmesini istemiyor. Bunun Türkiye’deki Kürtleri cesaretlendireceği ve Türkiye’yi de böleceği endişesi, hepsinin ortak keseni oluyor.
Komünistler ve gerçek devrimciler, her halk gibi Kürt halkının da kendi kaderini belirleme hakkı olduğunu savunur ve mücadelesini destekler. Elbette bunun emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, diğer halkların çıkarlarına zarar vermeyecek bir şekilde olmasından yanadır. Örneğin Irak’ta Arap halklarını mezheplere bölerek katliam ve işkencelerden geçiren ABD işgaline yardım ve yataklık yapan Barzani gibi işbirlikçilerin savunulacak bir yanı yoktur. Yanısıra PKK’nin, ABD’nin Irak’ın işgalini “Saddam zulmünden kurtulmak” adına savunduğunu biliyoruz. Hatta “demokratik sömürgecilik” şeklinde bir tanımla, bunu allayıp-pullamaya çalıştığını da…
Şimdi Cemil Bayık, sözkonusu röportajda şunları da ekliyor: “Yeniden düzenlenen Ortadoğu’da Kürt statüsü hangi Kürt’e dayandırılacaktır? Özgürlükçü Kürt’e mi, işbirlikçi Kürt’e mi? Sorunun esası budur. Elbette ki, kapitalist modernite ve onun güçleri işbirlikçi Kürt’ü esas alıyor. Onların üzerinden Ortadoğu statüsünü oluşturmak istiyor. Özgürlükçü Kürt de statünün özgür Kürt’e dayandırılarak gerçekleştirilmesini, bu temelde Ortadoğu’nun şekillendirilmesini istemektedir. Bu büyük bir mücadeledir. Sonucu belirleyici kılacak olan da bu mücadeledir.”
Barzani ile PKK arasında ideolojik-siyasi farklar olduğu kesindir. Barzani’nin açık ABD işbirliğine karşılık, PKK çeşitli emperyalist güçlerle ilişki kurmasına karşın işbirlikçi konumuna düşmemiştir. Ne var ki PKK’nin pragmatist tutumu, bu tehlikeyi içinde barındırmaktadır. Son olarak Rojava’da PYD’nin ABD ile birlikte gerçekleştirdiği harekatlar, bunun işaretleridir. Dahası bu durumu açıkça savunanlar da vardır.
Murat Çakır, 3 Ekim 2015 tarihli Özgür Gündem’de “Bugün Rojavalılar emperyalist güçler ve bölge egemenleri ile uzlaşı arayışına girmek zorundalar” diyor. Bunun ne “teslimiyet” ne de “utanılacak bir şey” olmadığını söyleyen Çakır, “Asıl utanması gerekenler, Rojavalıları buna zorlayan ‘kardeş’ halklardır.” diyerek, sanki Kürtlerin içinde bulunduğu durumun müsebbibi, emperyalistler ve işbirlikçileri değil de “kardeş halklar”mış gibi davranıyor.
Sykes-Picot’a da gönderme yapan Çakır, “Rojava Devrimi, kazanımlarını koruyabilmesi için Sykes-Picot uğursuzluğu ile sınırları çizilen Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunacak. ‘Yeni Suriye’nin özerk yapılı, federatif olması için mücadele edecek” diyor. Dahası, komünist ve devrimcilerin de “Federatif Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunması” gerektiğini söylüyor.
Suriye ve Irak’ın Sykes-Picot’la yaratılan “yapay devletler” olduğu, o yüzden kaldırılması gerektiğini söyleyerek, bugünkü emperyalist savaşı meşru gösterenler vardır. Emperyalist savaşa ve işgale karşı çıkmak adına, bu devletlerin sınırlarını korumak gerektiğini söyleyenler de…
Oysa mesele bu devletlerin sınırlarının korunup korunmaması değil, işçi ve emekçilerin, ezilen halkların devrim ve sosyalizm hedefiyle mücadele etmesi ve bunu zaferle sonuçlandırmasıdır. Emperyalizme ve işbirlikçilerine en büyük darbe, ancak bu şekilde vurulur ve emperyalist savaşa ancak bu şekilde son verilir.
Sonuç yerine
Yeni emperyalist savaş ile birlikte başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyada dengeler değişiyor, yeni bloklar oluşuyor, devletler parçalanıyor ve yeni haritalar çiziliyor. Özcesi Sykes-Picot’un 100. yılına “yeni Sykes-Picotlar”la giriliyor..
Emperyalistler ve işbirlikçileri, kendi amaçlarına ulaşabilmek için, yine halklara büyük acılar yaşatıyorlar. Fakat buna bir kılıf, bir meşruiyet bulmak zorundalar. Irak ve Suriye işgallerini, “tarihsel bir hatayı düzeltmek” şeklinde açıklamaları, bunun içindir.
Sadece emperyalistler değil, IŞİD’ten Barzani’ye tüm işbirlikçiler de, Sykes-Picot’u lanetlerken, kendilerine karşı yapılan “tarihsel hatalar”dan bahsediyor ve bunun düzeltilmesi gibi “son derece masum” bir talepte bulunuyorlar! Yazının başında IŞİD’in “Skyes-Picot”un sınırlarını ortadan kaldırdık” diye gururla açıklama yaptığını söylemiştik. Artık IŞİD sayesinde Irak’tan Suriye’ye sınıra takılmadan gidilebiliyor mesela!
Barzani de İngiliz Guardian gazetesine verdiği demeçte, “bana göre dünya liderleri, Sykes-Picot anlaşması döneminin sona erdiğini neticesine varmalı… ama diplomatlar bu konuda muhafazakar davranıyor” diyor. Kürdistan’ın kurulmasını geciktirdikleri için emperyalistleri eleştiriyor! Kürt halkının mücadele gücüne dayanmak yerine, emperyalistlerden medet umuyor ve adeta onlardan devlet dileniyor!
Her yeni savaş, önceki savaşlarda “tarihsel haksızlıklar” yapıldığı iddiasıyla patlak verdi.Daha doğru ifadeyle bu demagojiyi kullanarak savaşları başlattılar. Tarihi gerçekler, bu iddiayı ortaya atanların, kendi hegemonyacı emellerini örtmeye çalıştığını gösteren örneklerle dolu. I. ve II. emperyalist savaşta Almanya, kendisine karşı haksızlık yapıldığını ileri sürerek savaşı başlatmıştı.
Şimdi aynı argümanları, yeni (üçüncü) emperyalist savaşı başlatanlardan duyuyoruz. Başını ABD’nin çektiği emperyalist blok, “düşünce kuruluşları”nı, sözde aydınlarını bu iş için seferber etmiş durumda. Bunlara göre, dünyadaki bazı devletler “tarihsel köklere sahip” iken, bazıları “sonradan türemiş” ve yapay bir şekilde oluşmuş. Birinci kategoriye emperyalist ülkeler giriyor; ikincileri ise sömürge, yarı-sömürge ülkeler oluşturuyor. Ve tabii Ortadoğu’da kurulan devletler bunların başında geliyor!
Diğer yandan bu devletlerin “etnik-dini farklılıklardan dolayı kendi kendilerini yönetemedikleri”nden dem vuruluyor. Böyle olunca “bölgenin istikrarı için, emperyalist bir müdahale ve düzenleme”nin kaçınılmaz olduğu söyleniyor. Daha da somuta indirgeyerek, ABD’nin yeni seçilecek devlet başkanının “2017’de etkisini yeniden güçlendirmeyi deneyebileceği” ifade ediliyor. Böylece ABD’nin yeni saldırılarına zemin hazırlanıyor.
İşte isimlerinin başına bir dolu sıfat eklenen bu satılık beyinler, emperyalist işgalleri bu tür teorilerle, tarihi referanslarla kamufle etmeye kalkıyorlar. Ortadoğu’nun “yapay sınırlarla” oluştuğunu söyleyerek Sykes-Picot’a atıfta bulunuyorlar. Bu şekilde hem Sykes Picot’un emperyalist niteliğini gizliyor, hem de Ortadoğu’daki devletlerin hepsi “yapay”mış, sorunlar da o yüzden çıkıyormuş gibi gösteriyorlar. Emperyalistler sanki kendi çıkarları için değil de, Ortadoğu halklarının çıkarları için savaşıyormuş, halklara bunca acı ve göz yaşını onların iyiliği için yapıyormuş gibi bir masal anlatıyorlar.
Ünlü Romalı tarihçi Tacitus’un şu sözleri, bin yıllardır sömürgecilerin aynı argümanları kullandıklarını çarpıcı biçimde göstermektedir. “Yalan iddialarla talan eder, katliam yapar, tecavüz ederler, adına ‘imparatorluk’ derler. Çöle çevirirler, adına ‘barış’ derler.”
100 sene önce Sykes-Picot Anlaşması’nın arkasında, İngiltere, Fransa ve Rusya vardı. Şimdi başını ABD’nin çektiği emperyalistler var. Ayrıca “bölge güçleri” olarak emperyalistlerle bağımlı bir şekilde İran, Türkiye, İsrail de dahil oldu.
Sykes-Picot’u yapan da, şimdi onu “yırttığını” söyleyen de emperyalist güçlerdir. Sykes-Picot’un gerçekte çok önceden ve kimler tarafından “yırtıldığını” yukarıda anlattık. Ama yeni “yırtıldığını” kabul etsek dahi, “yırtılan” şeyden çıkanın, mezhep savaşları ve IŞİD canavarı olduğu ortadadır.
Sykes-Picot’u deşifre ederek halklara duyuran ve onu geçersiz hale getiren, başta Ekim Devrimi olmak üzere Ortadoğu halklarının direnişi olduysa; yeni Sykes-Picot’ları da aynı akıbete uğratacak olan aynı dinamiklerdir. Öncesi bir yana Sykes-Picot’tan sonraki 100 yılın öğrettiği gerçek budur.
100 yıl önce Sykes-Picot’un aktörleri, nasıl kaldırdıkları taşı ayaklarına düşürdüyse, yeni emperyalist savaşın kışkırtıcıları da aynı sonla karşılaşacaktır. Nitekim ABD, ne Irak’ta ne de Suriye’de istediği sonuca ulaşabilmiş değil. Saddam rejimini yıktı, ama İran etkisinde olan bir Irak ortaya çıktı. Suriye’de ise ne Esad’ı yıkabildi, ne de Suriye’nin arkasında duran Rusya’yı geriletebildi. ABD’nin bu savaşı başlatmadaki amacı; bölgede İran’ın, dünyada ise Çin ve Rusya’nın büyüyen gücünü kırmaktı, ama tam tersi oldu.
2001’den beri süren yeni emperyalist savaş henüz bitmedi. ABD’ye göre daha 30 yıl daha sürecek! Ama biliyoruz ki, tarihi emperyalistlerin planları, istekleri, anlaşmaları belirlemiyor. İşçi ve emekçiler, ezilen halklar, “son sözleri”ni daha söylemedi! Tüm savaşları bitirecek olan bu güçler, mutlaka yeniden tarih sahnesine çıkacak, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin heveslerini bir kez daha kursaklarında bırakacaktır.