15 Temmuz günü yaşanan askeri darbe girişimi, kısa sürede bastırıldı. Ardından AKP hükümeti, OHAL (Olağanüstü hal) ilan ederek sivil darbesini güçlendirmeye çalıştı, çalışıyor…
Burjuva politikacılar, “Türkiye’de darbeler döneminin artık bittiğini” söyleyip duruyorlardı. 15 Temmuz, bunun büyük bir yalan olduğunu ortaya koydu.
Türkiye darbeler ülkesidir. ‘60’lardan başlayarak günümüze neredeyse her 10 yıla sığdırılan darbeler süregelmiştir. Ve bu darbeler, hangi saiklerle yapılırsa yapılsın, hepsi işçi ve emekçilere saldırdı. İşçi sınıfının önderlerini, öncü işçileri işkencelerden geçirmiş, tutuklamış, öldürmüşlerdir. Sendika ve dernekler kapatılmış, başta örgütlenme ve gösteri hakları olmak üzere bütün hakları elinden alınmıştır.
Elbette sadece Türkiye’de değil, sömürge, yarı-sömürge birçok ülkede askeri ya da sivil darbeler yapılmakta ve bu darbelerden her zaman en büyük zararı, işçi ve emekçiler görmektedir.
Darbeler işçi sınıfına düşmandır
‘60’tan bu yana süregelen darbeler içinde işçi ve emekçilere saldırıda en başta geleni, 12 Eylül askeri faşist cuntasıdır. Üzerinden 36 yıl geçmiş olmasına rağmen etkisi halen sürmektir. 12 Eylül’ün işçi sınıfına saldırısını kısaca hatırlamak bile, darbelerin niteliğini ortaya serer.
Askeri faşist cunta işbaşına geldiği andan itibaren, grev ve direnişler yasaklandı, sendikalar ve dernekler kapatıldı. Süren grev ve direnişler, asker dipçikleriyle kırıldı. İşyerlerinin önüne, hatta makinelerin başına bile askerler dikilerek zorla işbaşı yaptırıldı. Fabrikalardan işçi önderleri, devlet kurumlarından anti-faşist memurlar işyerlerinden atıldılar, sürgüne gönderildiler.
12 Eylül’ün hemen sonrasında faşist “tek tip sendika” uygulamasına geçildi. Sadece Türk-İş bırakıldı ve Türk-İş’in başındaki sendika ağalarıyla kol-kola, işçi haklarını azgınca gaspettiler.
İlk iş olarak kıdem tazminatına el attılar. Taban sınırı getirildi ve istifa halinde kıdem tazminatını ödememe karara bağlandı. “Toplantı, Gösteri ve Yürüyüş” hakkı olanaksız hale getirildi. Toplu sözleşme kaldırıldı. Bu işlev, YHK(Yüksek Hakem Kurulu) adı verilen, işçi, işveren ve devlet temsilcilerinden oluşan devlete bağlı bir kurula verildi. Grev yapmanın yasak olduğu iş kollarına yenileri eklendi. Grev kırıcılığı yasallaştı; (“Greve katılmayan işçiler işyerine giriş çıkış sırasında engellenmeyecek”, “işveren grev sırasında stoklarını dışarı çıkarabilecek ve içeri hammadde sokabilecektir” vb maddeler yasalaştı.) Hak grevi, dayanışma grevi, siyasi grev, genel grev yasaklandı. Ekonomik talepli grev için de Bakanlar Kurulu’na erteleme, hatta yasaklama yetkisi verildi. Buna karşın patronların lokavt hakkına dokunulmadığı gibi, anayasal bir hak haline getirdiler.
İşçi ve emekçileri dizginsiz bir şekilde sömürmeyi ve bir avuç tekelci burjuvanın azami karını korumayı amaçlayan 24 Ocak Kararları, faşist cuntanın ekonomi politikası oldu. Bu kararların mimarı ve 12 Eylül’ün Başbakan yardımcısı Turgut Özal, “12 Eylül olmasaydı 24 Ocak Kararları’nı uygulayamaz ve neticesini alamazdık” demiştir.
Bu saldırılar ’82 Anayasası ile kalıcı hale getirildi. Bunların birçoğu bugün bile geçerliliğini koruyor. Aradan 36 yıl geçtiği ve bu süre içinde onlarca hükümet değişikliği olduğu halde, işçi sınıfının haklarını gaspeden maddeleri değiştirmediler. İşçi ve emekçilerin mücadelesi ile bir kısmı fiilen geçersiz kılındı, bir kısmını da yasal olarak değiştirmek zorunda kaldılar. Fakat kıdem tazminatı, grev ve toplu sözleşme hakları başta olmak üzere bir dizi konuda 12 Eylül’ün yasalarını korudular.
En son AKP hükümeti, sözde “askeri vesayeti kaldıracağı”nı söyleyerek 12 Eylül’ü yargılama mizanseni düzenledi. 12 Eylül anayasasında yüzlerce değişiklik yapıldı. Ama 12 Eylül zihniyeti devam etti, demokratik hak ve özgürlükleri geliştirmek bir yana, daha fazla kısıtlamanın yollarını arayıp durdular. Bunun son aşaması OHAL olarak karşımızda durmaktadır.
OHAL koşullarında işçi sınıfı
OHAL, hükümetin yetki alanını genişletiyor, parlamentoya gerek duymadan Bakanlar Kurulu kararlarıyla yasaları hayata geçirme olanağı tanıyor. Kanun Hükmünde Kararname’ler (KHK) ile devleti yönetiyor. Bu kararlar OHAL süresi boyunca geçerli olsa da, bunları kalıcı hale getirmeyi istiyorlar. Elbette bunu başarabilmeleri, her zaman olduğu gibi bizim mücadele gücümüze bağlı olacaktır.
OHAL, sadece hükümetin değil, valilerin de yetkilerini arttırdı. Daha önce Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanan grevler, artık valinin kararıyla yasaklanabilecek. Kamu çalışanlarının TİS’leri vali tarafından ertelenebilecek vb… Sırtını bu yetkiye dayayan valiler, keyfi bir şekilde gösterileri ve yürüyüşleri yasaklayabiliyorlar. Örneğin Taksim Meydanı, 15 Temmuz sonrası günlerce gerici-ırkçı gruplara açıkken, Sosyal Haklar Derneği’nin Soma maden katliamını için basın açıklaması yapmasına izin verilmedi. Buna karşın ertesi gün İstiklal Caddesi’nde fiilen bir eylem gerçekleştirildi.
Cemaat operasyonu kapsamında yapılan tutuklama ve görevden uzaklaştırmalara, AKP’ye muhalif kesimler de dahil edildi. 300’e yakın KESK üyesi kamu çalışanı görevden uzaklaştırıldı. Baskı ve korku havası yaratılarak, üyeler sendikalardan istifa etmeye zorlanıyor. Böylece sendikalar iyice güçsüzleştiriliyor.
“Bireysel Emeklilik Sistemi”nin (BES) zorunlu hale getirilmesine yoğun tepkiler üzerine, kimi rötuşlar yapılarak yasalaştırıldı. Önce 100 lira olacağı söylenen zorunlu aidat 50 TL’ye, 6 ay kalma zorunluluğu ise, 2 aya çekildi. Tasarının ilk halinden geri adım atılmışsa da, zaten düşük olan işçi ücretlerinden zorunlu kesinti yapılması, bu haliyle de kabul edilemez.
Saldırının büyüğü ise yolda. Adına kısaca “Varlık Fonu” denilen yasa tasarısı, madenlerin özelleştirilmesi, mühendisler odasının devre dışı bırakması, ÇED raporuna gerek duyulmaması gibi hükümler içeriyor. Keza patronlardan alınan vergileri sıfırlamayı amaçlıyor. Çalıştırdığı işçinin sigorta primini ve ücretinin bir kısmını; enerji giderlerini, kredi yükümlülüklerini devletin üstlenmesi, taşınmazlarının bedelsiz tahsis edilmesi gibi hükümler bulunuyor.
AKP hükümeti daha önceleri de sermayeye bir dolu teşvik paketleri açtı. Patronlara vergi indirimleri, çalışanların sigorta primlerinin düşürülmesi gibi yasalar çıkarttı. Fakat OHAL ile birlikte “Varlık Fonu”nu getirmeyi planlayarak, bugüne kadar yapılanların üzerinde bir saldırıyı hayata geçirmek istiyor.
Başbakan Binali Yıldırım, 15 Temmuz öncesi (21 Haziran’daki grup toplantısında) Kürt illerini sermaye için “cazibe merkezi haline getirecekleri”ni belirtirken şunları söylemişti: “Burada fabrikalar yapılacak; biz yapacağız, özel sektör işleyecek, ürünleri belirli bir süre biz satın alacağız.” 15 Temmuz sonrası ise, sadece Kürt illerini değil, tüm Türkiye’yi sermayenin “cazibe merkezi” yapacaklarını ilan ettiler.
“Kamu özel ortaklığı” maden ocaklarında uygulanan rodövans sisteminin başka bir versiyonudur. Rodövans sisteminin Soma maden ocağında nasıl işçi katliamına sebep olduğunu biliyoruz. Bu sistemle özelleştirilen maden ocağında çıkan toz-toprak kömürü devlet alıyordu. Bu tasarıda da kamu özel ortaklığıyla hazine arazileri sermayeye peşkeş çekilecek, üretim sonucu çıkan ürünleri devlet satın alacak. Ürünler satılsa da satılmasa da devlet parasını ödeyecek. Tıpkı İzmit Körfezi’ndeki Osmangazi Köprüsü ve yeni açılacak olan 3. köprü gibi… Günlük belirlenen araba sayısı geçse de geçmese de, şirketin parasını nasıl devlet karşılıyorsa, çıkan ürünler satılmasa da bedeli devletin kasasından ödenecek.
Kısacası “kamu özel ortaklığı” adı altında, azami kar sermayeye, zararı ise hazineye kalacak. Yani işçi ve emekçilerin yoğun sömürüsünden, vergilerinden kesilecek. Ayrıca bu zararı karşılamak için bir kez daha “işsizlik fonu”nu gündeme getirdiler. Kurulduğundan beri işsizlerin çok küçük bir kısmının faydalandığı “işsizlik fonu” yine sermayenin yağmasına açılıyor.
Patronlar, OHAL’li fırsata çevirmenin peşindeler. Bir işçinin dediği gibi “patronlar da kendi OHAL’ini uyguluyor”lar. Direnişte olan Avcılar Belediyesi işçilerinin direniş çadırı, OHAL sabahı kaldırılmak istendi. Keza sendikalaştıkları için işten atılan ve direnişe geçen TEDİ işçileri de aynı gerekçe ile polisin saldırısına uğradı. Direniş çadırı fabrikanın önünden söküldü. Gerek TEDİ, gerekse belediye işçilerinin kararlı duruşu sayesinde bu çadırlar yeniden kuruldu.
Kısacası “OHAL var” gerekçesiyle TİS görüşmeleri erteleniyor, ücretler aksatılıyor, zamlar verilmiyor. Kim hak aramaya kalksa, ücretini-ikramiyesini sorsa, OHAL sopası sallıyorlar ve FETÖ’cü damgasıyla tehdit ediliyor.
Sendikacıların darbe mağduriyeti edebiyatı
Başarısız darbe girişiminden sonra, bütün sendikaların merkez yöneticileri, “darbelerden en çok kendilerinin mağdur oldukları”nı söylediler. Ve hepsi darbelere karşı olduklarını sözlü-yazılı açıkladılar.
Elbette bu açıklamalar önemlidir. Ayrıca özellikle de DİSK’in 12 Eylül cuntasından en fazla zararı gören sendika olduğu doğrudur. Fakat sadece darbe karşıtı açıklamalar yapmak, “en çok biz mağdur olduk” demek, yeterli midir?
12 Eylül darbesinde DİSK kapatıldı, yöneticileri tutuklandı, mal varlığına el kondu. Kapatılan diğer konfederasyonların açılmasına kısa sürede izin verilirken (örneğin Hak-İş 12 Eylül’den 6 ay sonra) DİSK ‘91 yılına kadar kapalı kaldı. Fakat DİSK, 12 Eylül cuntasına karşı da mücadele etmedi. Grevde olan üyelerine saldırıldığında önlerine geçmedi. DİSK yöneticileri, bavullarını hazırlayıp sıkıyönetim mahkemelerinin önünde kuyruğa girdiler. Hiç bir karşı koyuş örgütlemeden, 12 Eylül’e teslim oldular. Tüm üyelerini ortada bıraktılar.
Şimdi de 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden bir ayı aşkın süre geçmesine rağmen, herhangi bir eylem yapmış değiller. Oysa hızlı bir şekilde asker-sivil darbelere ve OHAL’e karşı, merkezi eylemler yapabilirlerdi. KESK, TMMOB ve TTB ile birlikte ortak mitingler örgütlenebilirdi. KESK üyeleri görevden uzaklaştırıldığı halde, yerellerle sınırlı basın açıklamalarıyla, bürokratik girişimlerle yetindiler.
Kitlelerin askeri darbeye karşı tepkisi ortadaydı. Ardından OHAL’in gelmesi ve yukarıda özetlediğimiz yeni saldırı hazırlıkları, bu sendikaların hemen harekete geçmesini gerektiriyordu. Bu yapılmış olsaydı, işçi ve emekçilerdeki tedirginlik azalmış ve kendilerine güvenleri artmış olurdu. Keza başta KESK olmak üzere sendikalardan böyle toplu istifalar yaşanmazdı.
* * *
Darbelerin hedefinde işçi sınıfı vardır. Her darbe ve OHAL, dönüp dolaşıp işçi ve emekçilere, onların öncülerine saldırmıştır. Şimdi de benzer bir tehlike ile karşı karşıyayız.
OHAL demokleksin kılıcı gibi işçi emekçilerin başında sallanıyor. Hükümet ve patronlar, bu durumu bir fırsata çevirme peşindeler. Ama göstermek istedikleri gibi güçlü değiller. Aksine her yönden sıkışmış durumdalar. Onun içindir ki, sınırlı da olsa yükselen tepkiler karşısında geri adım atmak zorunda kalıyorlar.
Bu durumu değerlendirmek gerektiği açıktır. OHAL’in saldırılarını geri püskürtecek olan, işçi-emekçilerin birleşik örgütlü mücadelesidir. Devrimci öncü işçiler, emekçi memurlar, sendika yönetimlerini zorlamalı, işyerlerinde daha inisiyatifli davranarak birleşik örgütlü mücadeleyi örmelidir.