Darbenin üzerinden geçen zaman içinde kimi yönler daha net biçimde açığa çıktı. Kimi yönler ise, bilinçli bir şekilde karanlıkta bırakılıyor. Burjuva medya aracılığıyla maniplasyonlar yapılıyor, ortalığı kaplayan Cemaatçi döneklerle bir “Fetö efsanesi” yaratılıyor. Cemaatin bu kadar güçlenmesi, Gülen’e atfedilen “mistik güçler”le açıklanıyor vb…
Darbeden bu yana hergün, her saat yapılan bu yayınlar, gerçeklerin üzerini örtmek içindir. Kendi suç ortaklıklarını ve darbenin arkasında yatan nedenleri perdeleme gayretidir. Aynı zamanda kendi yaptıkları baskı ve teröre zemin oluşturmak, kitle desteği yaratmak, en azından sessizce boyuneğilmesini sağlamaktır.
Darbenin hemen ardından ilan edilen OHAL ile artan saldırganlık, bu ortam içinde gerçekleşiyor. Bir yandan “Fetö’nün mistik güçleri” propagandası, diğer yandan “birlik-beraberlik” nutukları eşliğinde, gözaltı süresi 30 güne çıkarılıyor, işkenceli sorgular dolu-dizgin gidiyor, idam çığlıkları ortalığı kaplıyor, gözaltında ölümler yaşanıyor vb…
OHAL’in halka karşı değil, Cemaate karşı ilan edildiği konusunda yemin billah eden AKP hükümetinin ilk icraatı, direnişteki işçilere, devrimci tutsaklara saldırmak oldu. Ardından Gündem gazetesini kapatıldı, çalışanları darp edilerek gözaltına alındı. Ve bir kez daha asker-sivil her darbenin asıl olarak halka karşı yapıldığı kanıtlandı.
Diğer taraftan, Erdoğan’ın yaşadığı sıkışmayı ve bugüne kadar birçok noktada geri adım atmak zorunda kalmasını da gözden kaçırmamak gerekir. Darbeden sonra sokaklarda terör estiren cihatçı çeteleri geri çekmesi; zorunlu BES uygulamasını yumuşatması; Hakkari ve Şırnak’ın il statüsünü değiştiren ve belediyelere kayyum atanması olanağı sunan yasa taslağının son anda “torba”dan çıkarılması; hatta Gülen ile geçmişte kurduğu ilişkiden dolayı üstüste “özür” dilemesi gibi örnekler, Erdoğan’ın kitlelerin tepkisini alacak adımlardan kaçındığının göstergesidir.
Erdoğan bir taraftan saldırganlığını arttırırken, bir taraftan da en zayıf dönemini yaşıyor olmanın temkinliliği ile davranmakta ve tepkinin yükseldiği durumlarda geri adım atmaktadır.
Kuşkusuz bizim asıl üzerinde durmamız gereken nokta; artan saldırılara karşı mücadelemizi hangi hedeflerle, nasıl yürüteceğimizdir.Burjuva bombardıman ile şaşkına dönen ve devletin şiddeti karşısında korku ve tedirginliği artan kitlelere gerçekleri anlatabilmek, kendi güçlerine güvenmelerini sağlamak ve harekete geçirebilmektir.
Bunun için, yaşanan süreci doğru tahlil etmek ve ona uygun çözümler üretebilmek gerekiyor. Ne var ki, hala darbeye dair kafa karışıklığı sürmekte ve mücadelenin hedefleri-hattı konusunda netlik sağlanamamaktadır. Aradan geçen zamana rağmen “bekle gör”cü tutumlar ve atıllık devam etmektedir.
Darbenin açığa çıkan ve
halen saklanan yönleri
15 Temmuz darbe girişiminin arkasında, ABD ve asker-sivil işbirlikçileri olduğu ortaya çıktı. Esasında bu durum, daha ilk günden belliydi. Gelişmeleri takip edenler açısından bunu tespit etmek, zor da olmadı.
Sonrasında CIA’nin bilinen isimlerinin 15 Temmuz’da Türkiye’de olduğu, (hatta Büyükada’da bir otelde kaldıkları) İncirlik Üssü’nün sadece F-16’lara yakıt ikmalinde kullanılmadığı, ABD’li komutanların darbecileri bizzat yönlendirdiği gibi somut bilgiler de ortaya döküldü. ABD’nin gerek darbe gecesi, gerekse sonraki günlerde açıklamaları ve tutumu da, bu gerçeği teyit eder nitelikteydi. (Bunları önceki yazılarımızda daha ayrıntılı işledik.)
Sonuç olarak, darbenin ABD tarafından tezgahlandığı, Gülen Cemati’ne mensup subaylarla kotarılmak istendiği netlik kazanmıştır. Ama darbe sadece askerlerle yapılmaz. Onun ekonomik dayanakları ve sivil ayağı mutlaka örülmüştür.
Darbenin askeri yönü büyük oranda açığa çıkmış olmakla birlikte, sivil ayağına dair spekülasyonlar devam ediyor. Darbe başarılı olsaydı, başbakanın kim olacağı konusunda Bülent Arınç’tan, Meral Akşener’e kadar çeşitli isimler uçuştu. Darbe hükümetinde ise, başta AKP olmak üzere düzen partilerinden birçok isim anıldı. Bunlara kimse şaşırmıyor da. Çünkü cemaatle ilişkisi olmayan politikacı yok gibi. Özellikle AKP içinde Cemaat’e değmeyen neredeyse kalmamış. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere AKP’li belediyelerin Cemaat’e sunduğu rantların ise, haddi hesabı yok!
Durum böyle olunca, AKP’nin kendi içindeki Cemaatçilere uzanması hiç kolay görünmüyor. Zaten “günah kapısı” olarak 17-25 Aralık 2013 tarihini belirlemiş durumdalar. Yani AKP ve Erdoğan’ın yolsuzluklarının açığa çıktığı tarihe kadar Cemaat’le kolkola olanlar affedilecek; fatura, o tarihten sonra da ilişkiyi sürdürenlere kesilecek! Bunu Başbakan’ın ağzından açık açık söylediler.
Gizlenen sadece darbenin siyaset ayağı değil. Ekonomik ayağı da tam olarak bilinmiyor. Oysa her askeri darbenin arkasında bir emperyalist ülke ve tekeller bulunur. Bu konuda Cemaat’le ilişkileri net olarak bilinen -ve tabi 17-25 Aralık sonrası da devam eden- bazı tekellere, asıl olarak da orta ölçekli işyerlerinin patronlarına operasyonlar yapılıyor. Ama TÜSİAD’ın içinde yeralan büyük tekellere henüz dokunulmadı.
Bütün bunlar, AKP’nin darbeyle gerçek anlamda hesaplaşmadığını ve hesaplaşamayacağını gösteriyor. ABD ve AB ile köprüleri tümden atmadan, böyle bir hesaplaşma yapılamaz zaten. Oysa AKP, bir yandan Rusya ile ilişkileri geliştirmeye çalışırken, bir yandan da Batılı emperyalistlerle bir biçimde arayı düzeltmeye çabalıyor. Bu da yeni tavizler ve pazarlıklar anlamına geliyor.
Darbe gecesinden başlamak üzere bugüne kadar ne tür görüşmeler yapıldığını, neler konuşulduğunu bilmiyoruz. Darbe sonrası en fazla gizlenen konuların başında, o gece neler yaşandığı geliyor. Darbenin öğrenildiği saatten, darbenin gerçekleştiği ana kadar geçen süre, adeta bir sır gibi saklanıyor. MİT’ten Genelkurmay’a, Başbakan’dan Cumhurbaşkanı’na kadar hepsi darbenin olacağından haberdar oldukları halde, neden saatlerce beklediklerini açıklayamıyorlar.
Örneğin Erdoğan, o gece Yeşilköy Havaalanı’nda yaptığı açıklamada, “öğle saatlerinde Genelkurmay’da hareketlilik olduğunu öğrendik” derken, sonrasında hep farklı saatler verdi. En son 21.30’a kadar zamanı ileriye çekti. İlk söylediğini doğru kabul edersek, yaklaşık 6 saat ne yaptığı bilinmemektedir. Aynı durum, MİT Müsteşarı, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları için de geçerlidir.
Karanlık bırakılan 6 saat içinde pazarlıkların yapıldığı ve kimi tavizlerin verildiği kesindir. Ve darbenin başarısızlığa uğramasında, o saatler kritik bir rol oynamıştır. Kesin olan bir diğer şey ise, cemaatle aynı ideolojik gıdadan beslenen ve bugüne dek aynı amaçlar doğrultusunda kullanılan bir hükümetten “demokrasi” beklemenin, saflık ötesi bir çarpıtma olduğudur.
Sadece hükümetin demagojileri değil, esas olarak düzen muhaliflerinin tutumu ile kitleler bir kez daha aldatılıyor. Sözde “darbeye karşı birlik” adına, düzen-içi muhalefet bile doğru-düzgün yapılmıyor.
Düzen-içi muhalefetin etkisizliği
Daha önce de belirttiğimiz gibi 15 Temmuz, “darbe içinde darbe” idi. AKP’nin 7 Haziran sonrası gerçekleştirdiği “sivil darbe”ye karşı askeri bir darbe girişimiydi. AKP, bunu bastırmış olmanın gücüyle kendi darbesini tahkim etmenin çabasına girdi. OHAL, bunun adıdır.
OHAL, gerçekte sıkıyönetimdir. Tek farkı, birinde askerlerin, diğerinde sivillerin olağanüstü yetkilerle donatılmasıdır. Bir askeri darbe ile karşı karşıya kalan AKP’nin istese de sıkıyönetim ilan edemeyeceği açıktır.
Askeri ya da sivil darbeleri durduracak, asker ya da sivil faşizmi yenecek tek güç ise, halkın örgütlü gücüdür. Halk hareketi dışında ne düzen partilerinin muhalefeti, ne de seçimlerle bu zorba rejim ortadan kaldırabilir.
Askeri darbe girişimi sonrası, güya bundan ders almış görünen ve değişeceğini iddia eden AKP ve Erdoğan’dan beklentiye girmek, ham hayaldir. AKP, Gülen Cemaati’ne karşı, başka dinci-gerici cemaatlere dayanarak, sözde darbeye karşı mücadele ediyor. Gülencilerden boşalan yerleri bu cemaatlerle dolduruyor ve yeni darbelerin de zeminini oluşturuyor. AKP’nin sırtını dayadığı dinci-gericilerle bırakalım “demokrasi”nin gelişmesini, darbeler bile önlenemez. Tekbir sesleriyle de demokrasisi gelmez!
Öte yandan CHP başta olmak üzere düzen partileri, 15 Temmuz sonrası AKP’ye karşı ciddi bir muhalefet yükseltmekten kaçındılar. CHP, bir taraftan AKP’nin attığı kimi adımları eleştirip teşhir ederken, pratikte bunu tamamlayacak adımlar atmadı; diğer taraftan, “birlik-beraberlik” görüntüsü vermek için uğraştı. Oysa AKP, gelinen noktanın baş sorumlusuydu ve en zor anlarını yaşıyordu. Çok daha güçlü bir muhalefetle, yaptıklarının hesabını sormak mümkündü. 15 Temmuz sonrası sadece İstanbul ve İzmir’de miting yaptılar. Bu iki mitinge milyonlarca insan katıldı ve faşizme, dinci-gericiliğe karşı artan öfkelerini haykırdılar.
CHP mitinglerine katılan kitlenin, o güne dek AKP’nin “demokrasi nöbeti” adı altında güç bela topladığı kitleden çok daha büyük ve öfkeli oldukları görüldü. Bu tablo sadece AKP’yi değil, CHP’yi de ürküttü ve geri çekildi. Çünkü meydanları dolduran kitleler, CHP’yi aşacak dinamiklere sahipti.
HDP ise, esas olarak Kürt illerinde mitingler yapmakla yetindi. Bu mitinglerde öne çıkarılan ise, Öcalan’ın tecridinin kaldırılması oldu. Darbe girişimine ve OHAL’e karşı ciddi bir karşı koyuş gerçekleştirmedi. AKP’ye ve Erdoğan’a dönük eleştirileri ise, asıl olarak kendilerini dışlamış olmasıyla ilgiliydi.
Kısacası, hiç bir muhalif güç, hem darbeye hem de OHAL’e karşı mücadeleyi yükseltmedi. Bir kez daha görüldü ki, faşizme karşı gerçek mücadele, ancak devrimci bir önderlikle bütünleşen halk hareketi ile mümkündür. Ne yolsuzluk soruşturmaları, ne de askeri darbe girişimi, Erdoğan’ı ve AKP’yi Gezi direnişi kadar korkutabilmiştir. Halk ayaklanmasından sadece hükümet değil, düzen partileri de korkmaktadır, o yüzden de halkı sokaktan uzak tutmuşlardır. Sadece gerici-faşist grupların gövde gösterisi kaplamıştır meydanları…
Devrim cephesinde kafa karışıklığı
Asker-sivil her tür darbeye karşı, gerçek anlamda mücadele edecek olan, komünistler, devrimciler ve tutarlı demokratlardır. Ne var ki, bu kesimlerde darbe sonrası kafa karışıklığı halen sürüyor.
En başta darbenin nedenlerini, arkasında yatan güçleri doğru tahlil edebilmiş değiller. ABD’nin varlığı başından itibaren çok açık olduğu halde, kendinden menkul bir grup Gülen’ci subayın işi olduğunu savunabildiler. Bizzat ABD ve AB’nin düşünce kuruluşları tarafından pompalanan “darbe değil tiyatro” tezine uzunca bir süre inandılar. Böylece ABD’nin ve Erdoğan’nın yenilmez olduğu propagandasına “sol”dan destek sundular.
Kendilerine devrimci, hatta komünist diyenlerin, böyle yüzeysel değerlendirmeler yapması, yadırgatıcıdır. Fakat ne yazık ki, her olağanüstü gelişmede bu tür yanılgıları görebiliyoruz. Hatırlanacaktır, Ergenekon adı altında, başta ordu olmak üzere devletin tüm kurumlarından Avrasyacılar tasfiyesi edilirken de, “devlet içindeki kontrgerillanın temizlenmesi” “askeri vesayetin kaldırılması” şeklindeki yaygın propagandaya kendilerini kaptırmışlardı. Keza AKP’nin AB’ye girme çabasına “yetmez ama evet” diyerek, “çözüm süreci” aldatmacasına kanarak desteklemişlerdi.
Bu yanılgıları, idelojik olarak ML’den uzaklaşmaları ve her tür burjuva ideolojisine açık hale gelmeleriyle bağlantılıdır. Siyasal olarak ise, emperyalizm ve emperyalist savaş gerçeğini ve bunun bölgemize-ülkemize yansıyan boyutlarını kavrayamamışlardır. 15 Temmuz darbesine de aynı prizmadan bakıyorlar.
Böyle olunca mücadelenin hedefi de belirsizleşiyor, en fazla AKP ile sınırlanıyor. O bile, AKP’nin Kürt hareketiyle ilişkilerine bağlı olarak değişebiliyor. Kimi zaman en sefil uzlaşmaları dahi (HDP’nin seçim hükümetine bakan vermesi gibi) destekleyebiliyorlar. Parlamentarist hayallere kapılıp HDP’nin seçim barajını aşmasını (7 Haziran seçimleri) “devrim” addedebiliyorlar. Açık bir dayatma olan 1 Kasım seçimlerine katılarak, AKP’ye meşruiyet sağlayabiliyorlar vb…
Sözkonusu kafa karışıklığı, sadece Kürt hareketi ve ona eklemlenmiş siyasi yapılarla sınırlı değil ne yazık ki. Kiminde işçicilik, kiminde halkçılık, kiminde mültecilik biçiminde görülen ideolojik kayışlarla, ülke gerçeklerinden kopuk tespitler ve kendine sevdalı bir içe kapanma hali devam ediyor.
Bütün bunların sonucu olarak, ne doğru tespitler yapılabiliyor, ne de doğru bir mücadele hattı çizilerek harekete geçilebiliyor. Sözde herkes “birleşik mücadele”den yana, bu doğrultuda çağrılar yapılıyor, birlikler, platformlar kuruluyor; fakat varolan durumu değiştirecek hiçbir pratik adım atılmıyor.
Bu tabloya son vermek gerektiği açıktır. Askeri darbe dahil olmak üzere faşizme karşı mücadeleyi gerçek anlamda yürütecek olan devrim güçlerinin, misyonlarını yerine getirmesi buna bağlıdır. Bu, tayin edici bir öneme sahip en yakıcı konudur.
Faşizmin panzehiri mücadeledir!
Faşizm ne kadri mutlaktır, ne de yıkılmazdır. İkinci emperyalist savaş öncesi “altın çağı”nı yaşayan faşizm, sosyalist Sovyetler Birliği’nin Nazi işgaline karşı muazzam direnişi ve faşist yönetimler altındaki halkın ayaklanmaları ile Avrupa’dan süpürülüp atıldı. Faşist rejimler, arka arkaya patlak veren devrimlerle yıkıldı. Keza yükselen halk hareketleriyle faşist diktatörlükler geriletildi, en son Yunan cuntasında görüldüğü gibi tarihin çöplüğüne atıldı. Bu ülkelerde komünist ve devrimcilerin önderliğinde kurulan “savaşa ve faşizme karşı birleşik cephe”ler, mücadelenin temel organları oldular ve zafere giden yolu döşediler.
Bu tarihsel deneyimler de gösteriyor ki, asker-sivil faşist diktatörlüklerin yıkılması için, halkın ayağa kalkması ve dişe diş bir mücadele yürütmesi gerekiyor. Bunun için savaşa ve faşizme karşı birleşik mücadeleyi yükseltecek, halkı bu doğrultuda seferber edecek bir önderliğe ve eylem hattına ihtiyaç var. Haziran direnişinde en önemli eksiklik, önderlik boşluğuydu. Şimdi daha örgütlü ve sonuç alıcı bir şekilde faşizmin üzerine yürünmek gerekiyor.
Başta komünist ve devrimciler olmak üzere tüm anti-faşistler, bu perspektifle mücadeleyi yükseltmelidir. 15 Temmuz’dan bu yana yaşanan hareketsizliği bir an önce terkedip her alanda direnişi örgütlemekten başka çare yoktur. Aksi halde varolan sınırlı haklarımız da gaspedilecek ve daha ağır bir sömürü ve zorbalık yaşanacaktır.
Haziran ayaklanmasının bir diğer eksikliği ise, işçilerin sınıf olarak bu direnişin içinde yer almamasıydı. İşçi sınıfı üretimden gelen gücüyle mücadelenin başına geçtiğinde ve diğer emekçilerle birleştiğinde, önünde duracak hiç bir güç yoktur. Faşizmin panzehiri de budur.