9 Ağustos günü Petersburg’da Erdoğan ile Putin arasında gerçekleştirilen görüşme, AKP cephesinden büyük övgülerle duyuruldu.
24 Kasım 2015 tarihinde Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesinin ardından Rusya, Türkiye ile olan ekonomik ve siyasi ilişkilere önemli kısıtlamalar getirmişti. Vatan Partisi ve Doğu Perinçek’in Ocak ayından itibaren yürüttüğü arabuluculuk çalışması etkili oldu; Erdoğan Temmuz ayının ilk günlerinde Putin’e bir özür ve af mektubu gönderdi. Böylece iki ülke arasında bir görüşme yapılması kararı alındı. 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Putin’in Erdoğan’a destek vermesi üzerine, görüşme tarihi öne alındı ve 9 Ağustos günü gerçekleştirildi.
ABD’nin organize ettiği ve Cemaat tarafından yürütülen bir darbe ile karşı karşıya kalan Erdoğan için, bu görüşme adeta bir cansimidi özelliği taşıyordu. Böylece ABD’ye, seçeneksiz olmadığını gösteriyor, Rusya’nın arkasına saklanma olanağı veriyordu.
Rusya açısından ise, 24 Kasım’da savaş uçağının bir NATO ülkesi tarafından düşürülmüş olması, kolay “affedilecek” bir durum değildi. Ancak son dönemde yaşananlar, Türkiye ile ilişkileri yeniden geliştirmeyi zorunlu kılıyordu. Bu koşullarda, temkinli bir yaklaşım içinde olmakla birlikte, Erdoğan’ı “affetti” ve yapılan görüşme ile bunu duyurmuş oldu.
NATO’nun Varşova zirvesi ve
Rusya yeniden “tehdit”
Putin’i Türkiye ile ilişkiye zorlayan en önemli unsur, 8-9 Temmuz tarihlerinde NATO’nun Varşova’da gerçekleştirdiği zirve oldu. Bu zirve, Rusya’nın NATO ile olan ilişkilerinde ve dünya dengelerinde son derece önemli bir dönüm noktası niteliğinde.
Zirvenin Varşova’da yapılmış olması, başlı başına bir mesaj içeriyor. 1949’da ABD’nin hegemonyasında, Batı Avrupa ülkelerinin katılımıyla kurulan NATO’nun ardından, 1955 yılında sosyalist Sovyetler Birliği, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Romanya, Arnavutluk, Polonya, Macaristan ve Bulgaristan’ın katılımıyla Varşova Paktı kurulmuştu. SB’nin dağılmasıyla birlikte Varşova Paktı’da dağılmış ve NATO, Rusya’yı “tehdit” statüsünden çıkarmış, kendisine yeni “tehdit” olarak “terörizm”i belirlemişti.
Sonraki 25 yıl boyunca, SB’den kopan devletleri yutmak ve Rusya’yı çevrelemek için büyük çaba harcayan NATO, 8-9 Temmuz tarihli zirvesinde Rusya’yı yeniden ve “IŞİD’den öncelikli bir askeri hedef” olarak niteleyerek “tehdit” tanımına aldı. Üstelik de bunu, bir dönem SB’nin hegemonyasında olan Varşova’da yaptı. Rusya’nın burnunun dibinde, Rusya’ya karşı meydan okuma hamlesi oldu bu karar.
Aslında, Varşova Paktı’nın dağılmasının ardından bir taraftan “soğuk savaş bitti” çığırtkanlığı yapılırken, bir taraftan da ABD, NATO aracılığıyla Sovyet “mirasını” yağmalamaya çalışmıştı. İlk olarak 1990’da Sovyet askeri birlikleri Doğu Almanya’dan çıkarıldı ve Almanya birleştirildi. 9 yıl sonra, eski Varşova Paktı ülkelerinden Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti NATO’ya üye alındı. 2002’de sıra Bulgaristan, Letonya, Litvanya, Estonya, Romanya, Slovakya ve Slovenya’nın NATO’ya girmesine gelmişti. SB hegemonyasındaki ülkeler birer birer NATO’ya alınıyor ve NATO’nun sınırları adım adım Rusya’ya yaklaştırılıyordu. 11 Eylül 2001 sonrasında, Afganistan’daki savaş, NATO’nun Özbekistan ve Kırgızistan’da üsler kurmasını, Kazakistan ve Tacikistan’da askeri ayrıcalıklar elde etmesini sağlamıştı. Yine aynı dönemde NATO’nun “Barış için Ortaklık” projesi kapsamında Ukrayna, Gürcistan, Moldova, Kazakistan, Ermenistan ve Azerbaycan, NATO ile askeri ilişkiler kurdu. Yanısıra Kanada, Alaska, Polonya ve Çekoslovakya’ya gelişkin füze sistemleri kurdu; ki bu füzeler Rusya’yı hedef alıyordu.
Tüm bu süreç boyunca, bu saldırgan tutumuna rağmen genel olarak ABD, Rusya ile NATO arasındaki ilişkinin sürmesini istiyor, Rusya’yı “öncelikli düşman” kategorisine almıyordu. Son dönemde Rusya’nın hamleleri ve ABD’nin çıkar alanlarında güçlenmesi, ABD’nin tutumunu da değiştirdi.
Varşova Zirvesi’nde Rusya’nın yeniden öncelikli “tehdit” ilan edilmesiyle paralel olarak, Rusya’yı sıkıştıracak yeni kararlar alındı.
Rusya’nın en fazla kuşatıldığı alan Kuzey Avrupa ve Baltık bölgesi oldu. Zirve öncesindeki son iki ayda, Kuzey Avrupa’da NATO’nun hamlelerinde büyük bir artış yaşanmıştı. Mayıs ayında Romanya’da NATO’nun yeni füze savunma sistemi konuşlandırıldı. Haziran başında Baltık Denizi’nde “Baltop” deniz kuvvetleri manevrası yapıldı. Aynı günlerde Polonya’da 31 bin NATO askerinin katıldığı “Anakonda” kara savaşı tatbikatı düzenlendi. Zirve sırasında ise, NATO’nun Polonya, Letonya, Litvanya ve Estonya’daki askeri varlıklarını arttırma kararı alındı. Polonya’da güçlü bir askeri üs kurulması ve NATO’nun Baltık Denizi etrafında askeri varlığını artırarak Rusya’ya karşı caydırıcı güç olması hedefi açıklandı. Romanya’ya çok uluslu birlikler yerleştirecekleri duyuruldu. NATO’nun Doğu Avrupa’da yayılmasının süreceği açıklandı. Rusya’yı çevreleyen ülkelerdeki askeri tahkimatın artacağı ilan edildi. Finlandiya ve İsveç’in de Varşova Zirvesi’ne katılmış olması, bölgede Rusya’nın NATO tarafından tamamen kuşatıldığını gösteriyordu.
ABD’nin Rusya’yı kuşatmak istediği bir başka nokta ise, Karadeniz’dir. NATO’nun Karadeniz’deki askeri varlığını artırma çabası, zirvenin önemli gündemlerinden biriydi. 1936’da imzalanan Montrö Anlaşması, Karadeniz’e kıyısı bulunmayan ülkelerin Karadeniz’de bulunduracakları gemilerin sayı, tonaj, bir yerde kalma süresi vb özelliklerine sınırlamalar getiriyor. ABD bu kuralı işlevsizleştirecek mekanizmalar peşinde. Erdoğan’ın birkaç yıl önce büyük bir gösterişle sunduğu “Kanal-İstanbul” projesi bunun araçlarından biri olarak düşünülmüştü. İstanbul Boğazı’na alternatif biçimde Karadeniz ile Marmara’yı Trakya üzerinden bağlayacak olan bu kanal, Montrö’yü etkisizleştirmek için ileri sürülmüştü. Ancak bu başarıya ulaşmadı.
Bu koşullarda ABD, Karadeniz’e kıyısı olan NATO ülkelerini ve “NATO adayı” ülkeleri daha etkin biçimde kullanmayı planladı. ABD zaten Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerde (Romanya, Bulgaristan, Gürcistan) oldukça önemli bir kara ve hava gücünü bulunduruyor. Ayrıca bölgeye radar ve füze sistemleri yerleştirdi. ABD Awacs’ları ve karakol uçakları halihazırda Karadeniz üzerinde uçmaya devam ediyor. Özellikle Kırım’ın Rusya tarafından ilhakından sonra, hem NATO gemileri hem de ABD savaş gemileri, Karadeniz’e daha sık girip çıkıyor. Ancak bunlarla yetinmeyen ABD, Karadeniz’de, “NATO Daimi Deniz Gücü” adı altında sürekli varlık göstermek istemektedir.
İşin aslı, Ukrayna ve Gürcistan dahil olmak üzere, Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerde ABD’nin planlarına uygun bir zemin giderek güçlenmektedir. Ancak her şeye rağmen, Bulgaristan ve Türkiye, Rusya’nın tepkisini çekmemek için bu konuda harekete geçmek istemiyor. Keza Kırım’ın stratejik konumu, Rusya’nın Karadeniz’in tümüne hakim olmasını sağlıyor. Bu koşullarda, ABD’nin istediği doğrultuda somut bir adım atılması kolay görünmüyor. Buna rağmen ABD, zirvede konuyu gündemleştirerek Karadeniz üzerinde hak iddiasını artırdığını ortaya koymuş oldu.
Tüm bunların üzerine NATO, Balistik Füze Savunma Sistemi’nin “ilk harekat kabiliyetine” sahip olduğunu ilan ederek, Rusya ile savaşmaya hazır olduğunu gösterdi. Bugüne kadar balistik sistemlere sahip olan ülkeler, “ilk saldıran olmayacağını” duyurarak, gerçekte savaş istemediğini ifade ediyordu. Bu karar ile NATO, Rusya’yı tehdit etmiş oldu.
Rusya’nın gücü, ABD’nin planlarını bozuyor
Rusya’nın NATO tarafından Baltık ve Kuzey Avrupa üzerinden böylesine kuşatılmış olması, onun güç kaybettiğinin, zayıfladığının göstergesi değil. Tam tersine, Rusya öylesine güçlenmiş durumda ki, NATO ve ABD onu artık daha önemli bir tehdit olarak görüyor, bu nedenle de etrafını sarmaya, hareketsizleştirmeye çalışıyor. Çünkü Rusya, son yıllarda oldukça önemli mevziler elde etti, ABD’nin hegemonya alanlarını daralttı.
2008’de Gürcistan’ın başlattığı savaşta, Rus ordusu başkent Tiflis’e kadar ilerledi. ABD’nin denizden seyretmek zorunda kaldığı bu savaşta, hem ‘90’lardan kalma bir gündem olan Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığı konusunda fiili bir durum oluşturdu, hem de ABD yanlısı hükümeti zayıflattı.
2014 yılında, daha büyük bir hamle Ukrayna’da gerçekleşti. Ukrayna’da Rus etkisini zayıflatmak için ABD-AB yanlısı gruplar tarafından başlatılan hareket, Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı ile sonuçlandı. Karadeniz’in en stratejik noktası olan ve bütün Karadeniz’i kontrol altında tutabilecek bir konuma sahip bulunan Kırım’ın Ukrayna’dan kopartılması, Rusya’nın en önemli zaferlerinden biriydi. Bununla da kalmadı, Donetsk ve Luhansk bölgelerinde Ukrayna’dan bağımsızlık ve sonra Rusya’ya katılmak isteyen bir hareket ortaya çıktı. Rusya’nın doğrudan katıldığı bir savaşın ardından, bugün Ukrayna o bölgelerde kontrolünü tamamen kaybetmiş durumda. Bölgelerin Rusya’ya bağlanma talebi ise, Rusya’nın uygun konjonktürü beklemesi nedeniyle erteleniyor. Ve ABD, Ukrayna’yı parçalayan bu hamleyi de seyretmek zorunda kaldı.
Rusya’nın sonraki mücadele arenası, Suriye merkezli olmak üzere Ortadoğu genelinde ortaya çıktı. Ukrayna’daki durumu kendi lehine stabilize ettikten ve Kırım’ın ilhakına dönük itirazların yatışmasını bekledikten sonra, Eylül 2015’te Suriye savaşına katıldı. Ve Rusya’nın Suriye’ye gelmesi, ABD’nin Ortadoğu’da kurmaya çalıştığı ve zaten zorlanmakta olduğu bütün dengeleri de altüst etti.
Suriye savaşına Rusya aşısı
Rusya Suriye savaşına katılıncaya kadar, ABD’nin IŞİD’e karşı savaşı göstermelik ve etkisizdi. Sadece Kürt bölgesiyle sınırlı olmak üzere belli hedefler ele geçiriliyor ve IŞİD’e karşı çeşitli mevziler kazanılıyordu, ancak IŞİD’in hem Suriye’de hem de Ortadoğu’daki varlığını tehlikeye atacak, kayıp verdirecek bir savaş yürütülmüyordu. IŞİD’in varlığını sürdürmesi, ABD’nin Ortadoğu’daki askeri varlığını sürdürmesi için bir gerekçe oluşturuyor, bu da ABD için bir avantaja dönüşüyordu.
Rusya’nın müdahalesi, öncelikle bu dengeyi değiştirdi. Rusya ve Suriye ordusu, Eylül 2015’ten itibaren IŞİD’e karşı gerçekten etkili bir savaş vermeye ve IŞİD’i geriletmeye başladılar. Bununla paralel olarak Irak’ta da IŞİD’e karşı operasyonlar hız kazandı. Rusya’nın böylesine etkin hale gelmesi, ABD’nin de hareketlenmesine neden oldu. YPG ile bazı ÖSO gruplarının birleşerek Suriye Demokratik Güçleri adlı bir cephe örgütlenmesinin kurulmasına önayak olan ABD, onların Suriye’de, Barzani yönetimindeki IKBY’nin Irak’ta IŞİD’e karşı savaşını yönetti.
Böylece Irak’ta Şengal, Felluce, Anbar, Ramadi gibi kent merkezleri, Suriye’de Palmira, Tel Abyad, Türkmen Dağı başta olmak üzere birçok alan IŞİD’den temizlendi. Temmuz ayının sonunda YPG öncülüğündeki SDG’nin Menbiç’i IŞİD’den temizlemesi, Suriye ordusunun Halep’i tümüyle kuşatarak IŞİD’in bütün dış bağlarını kesmesi, IŞİD’in oldukça ağır darbe almasına neden oldu.
Bu saldırı ve kuşatma, IŞİD’in sadece mevzi kaybetmesine değil, önemli stratejik geçiş noktalarını da kaybetmesine neden oldu. Bunun sonucunda, IŞİD’in mali ve lojistik olanakları zayıfladı, güç kaybı hızlandı. Savaşın şiddeti IŞİD saflarından kaçışları da beraberinde getirdi.
Savaş içindeki konumlarından yararlanan Rusya ve ABD, Suriye toprakları üzerinde kendilerine askeri üsler kurdular. Rusya Lazkiye-Hmeymim’de, ABD ise Rojava-Rimelan’da askeri üsler kurdu.
Rusya için Suriye savaşı, askeri gücünü sergileme ve böylece ABD’ye meydan okuma arenasıydı aynı zamanda. Akdeniz’deki savaş gemilerinden, Hazar Denizi’nden vb. birçok farklı noktadan Suriye’ye füze atışı yaptı; en gelişkin füze sistemleri olan ve Suriye’nin uzun zamandır sahip olmak istediği S-400 füzelerini Suriye’ye taşıdı; en güçlü ve yeni sistemlere sahip savaş uçaklarını ve helikopterlerini Suriye hava sahasında uçurdu.
Askeri olarak bu başarıları, Rusya’nın Suriye savaşındaki ve Ortadoğu’daki siyasi etkisini de artırdı. En somut sonucu da, ABD’nin “Esad gitsin”e odaklanmış olan “çözüm” planının değişmesi, “Esad’lı çözüm”ün meşrulaşması biçiminde kendini gösterdi.
Rusya’nın Suriye’deki önemli hedeflerinden biri de, Kürt güçlerini ABD’den kopartarak kendi etkisi altına almaktı. Buna ilişkin yer yer önemli adımlar da attı. Mesela Suriye Ordusu Halep kuşatmasını başlattığında, Afrin’deki YPG güçleri de Azez’e doğru ilerleyerek IŞİD’in önemli bir ikmal hattını kesmiş oldular. Keza Kürt güçleriyle birçok biçimde görüşmeler yapıldı, işbirliği arayışları yürütüldü. Ancak genel olarak YPG, ABD ile işbirliği içinde savaşmayı sürdürdü.
Rusya’nın YPG-ABD işbirliğine dönük en önemli hamlesi, Rakka kuşatması hazırlıkları sırasında gerçekleşti. ABD’nin hedefi, YPG-SDG birliklerini IŞİD’in başkenti sayılan Rakka’ya yürütmek, Rakka’yı kuşatma altına alarak savaşı buraya çevirmekti. Aslında ABD, Rakka’yı hemen almak değil, uzatılmış bir Rakka savaşı içinde, hem IŞİD’e karşı mücadele ediyormuş gibi görünmek, hem de Kürt güçlerini kendisine daha fazla bağımlı hale getirmek istiyordu.
Rusya bu oyunu da bozdu. Savaş içinde kim hangi kenti “kurtarırsa”, orada kendi hegemonyasını kuruyor, o kenti kendi toprağı haline getiriyor. Suriye’nin en önemli kentlerinden birisi olan Rakka’nın, savaşın sonunda Kürt bölgesinde kalması, Rusya için kabul edilemezdi. Bu nedenle ABD’nin üzerinde kurduğu baskı ile, Rakka saldırısını durdurdu.
İran ve Çin, artık Suriye’de daha etkin
İran, Suriye’de savaş başladığından bu yana, silahlı milisleri ile savaşın bir parçası haline geldi. İranlı Şii birlikleri, Suriye’de Esad’ın yanında yer aldılar ve ABD’nin muhalifler ve IŞİD üzerinden yürüttüğü bütün saldırılarına rağmen, Esad hükümetinin varlığını korumasını sağladılar.
İran benzer bir ilişkiyi Irak hükümeti ile de kurmuştu. Irak’ın Şii hükümeti, Sünni aşiretlerle işbirliği yaparak ilerleyen IŞİD’e karşı, İranlı Şii milislerin desteğini aldı.
Sonuçta, Rusya savaşa fiilen dahil oluncaya kadar, İran’a bağlı silahlı güçler, Yemen’den Suriye’ye kadar, Ortadoğu’da birçok cephede birden savaş yürütmüştü. Ve bu savaşta İran’ın arkasında duran en önemli güç, Çin oldu. Çin’in mali, askeri ve siyasi desteği, İran’ın dört bir yana birden yetişebilmesini sağlayan unsurdu.
Rusya’nın Suriye savaşına fiilen dahil olmasının ardından, ABD ve Arap ülkelerinde İran ile Rusya arasında sorun çıkması beklentisi oluştu. Bölgedeki savaşın inisiyatifini kimin ele geçireceği konusunda çatışma yaşayacakları düşünülmüştü.
Ancak süreç böyle ilerlemedi. Tersine, Rusya birleştirici bir rol oynadı ve İran’ın gücünü de arkasına almayı başardı. Bölgede Rusya, İran ve Çin için en büyük tehlike, ABD’nin güç kazanmasıydı. Çin ve Rusya arasında belli çelişkiler elbette vardı. Diğer taraftan IŞİD tehlikesi ve ABD’nin Ortadoğu’yu ele geçirme ihtimali daha büyük bir tehdit unsuruydu. Bu nedenle, güçlerini birleştirmeyi tercih ettiler.
Bunun ilk göstergesi, Rusya öncülüğünde, Suriye, İran ve Irak’ın katılımıyla oluşturulan “koordinasyon merkezi” oldu. Bu merkez, IŞİD’e karşı savaşı kolektif ve koordineli biçimde yürütmek, bu doğrultuda askeri istihbarat paylaşımı gibi hedefler koydu önüne.
Ağustos ayının başlarında, Rusya ve Çin’in birlikte Çin Denizi’nde askeri tatbikat gerçekleştirmesi, bu ittifakın gücünü ortaya koymayı hedefliyordu. Yanısıra, bugüne kadar askeri yönünün zayıf olduğu düşünülen Çin’in, askeri olarak da güçlendiğinin göstergesiydi.
Oldukça önemli bir başka hamle, Rusya’nın İran topraklarından havalanan uçaklarla Suriye’deki IŞİD’çileri bombalamaya başlaması oldu. Bu gerçekten Ortadoğu’daki dengeleri değiştiren son derece önemli bir gelişmedir. Çünkü ilk defa İran, topraklarını Rus savaş uçaklarına açmış, Rusya’nın İran askeri üslerini kullanmasına izin vermiştir. Rusya açısından da İran üslerini kullanmak, basit bir uçuş kolaylığı olmanın ötesinde, İran ile kurulan stratejik bir ilişkinin göstergesidir. Ve elbette, İran ile Rusya arasında kurulan böylesine önemli bir işbirliği, ABD için büyük bir tehdit anlamını taşıyor.
Bir başka tehdit ise, Çin’in doğrudan Suriye hükümeti ile yaptığı görüşmedir. Suriye savaşının başlamasının ardından, Çin’in Akdeniz’e savaş gemisi gönderdiği haberleri yayınlanmış, ancak sonradan bu haberler yalanlanmıştı. Çin’in savaşa doğrudan müdahil olmak istemediği, dolaylı ilişkilerle yetindiği ileri sürülüyordu. Ağustos ayının ortalarında, Çinli bir askeri heyet Suriye’ye ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaret, Çin’in planlarının da değiştiğinin göstergesi. Ziyaretin ardından, Çin’in artık Suriye’de daha etkin bir rol almak istediğini görmek zor değil.
Aralık 2015’te Çin’in, Somali’ye komşu olan Cibuti’de askeri bir üs açmak üzere harekete geçtiği haberleri basında yer almıştı. Cibuti gibi hem Yemen ve Kızıldeniz’i kontrol altında tutan, hem de Ortadoğu’ya çok yakın bir konumu olan bir ülkede askeri üs açma kararı, Çin’in artık askeri olarak da bölgede kendisini ortaya koymak istediğinin bir başka göstergesi. Hemen ardından savaşın ortasındaki Suriye’ye yapılan ziyaret, bundan sonra Suriye savaşında önde olmak istediği anlamına geliyor.
Erdoğan, Putin’e ne vaadetti
Rusya bir yandan ABD ve NATO güçleri tarafından kuşatılırken, diğer taraftan Kafkaslar ve Ortadoğu’da çok önemli mevziler elde ediyor ve hegemonya alanlarını, siyasi-askeri güç alanlarını genişletiyor. Bu koşullarda Erdoğan ile yaptığı görüşme de özel bir anlam taşıyor.
Aslında bu görüşmede, çok önemli kararlar, büyük radikal değişiklikler olmadı. Alınan ve açıklanan kararlara bakıldığında, zamana yayılmış olduğu görülür. Dolayısıyla aradaki ilişkinin hemen düzelmesi ve 24 Kasım öncesine dönülmesi anlamına gelebilecek bir durum yok. Tersine Putin, bunun “zaman alacağını” ısrarla ve özellikle vurguluyor.
Diğer taraftan, iki ülkenin son derece önemli gelişmelerin eşiğinde olduğunu da gösteriyor. Çünkü Petersburg’da yapılan görüşmenin ana gündem maddesi Türkiye’ye turist gelmesi ya da Avrupa’ya doğalgaz sevkiyatının Türkiye üzerinden yapılması değildi. Ana gündem Suriye savaşıydı ve bu konuda çok önemli değişikliklerin yaşanacağının işaretlerini taşıyordu.
Erdoğan açısından Rusya ile kurulacak ilişki, bir ABD darbesinden henüz kurtulmuş olduğu bugünlerde önemli bir ihtiyaç. ABD’ye karşı Rusya kartını ileri sürmek, hem ABD’nin yeni bir darbe girişimini engellemek, hem de “NATO’dan ayrılma” blöfünü göstermek için gerekli.
Rusya ise, iki yönlü bir kazanım hedefliyor. Birincisi, Suriye savaşında “düşman” saflarda yer alan bir ülkeyi yanına çekerek, hem ABD’nin kolunu-kanadını kırmak, hem IŞİD’in lojistik desteğini kesmek istiyor; böylece Suriye savaşını daha kolay kazanmayı hedefliyor. İkincisi, NATO’nun kendisine kurmaya çalıştığı kuşatmayı, Türkiye üzerinden delmeyi amaçlıyor. Ekim ayında yapılacak NATO toplantısında, Karadeniz’deki NATO gücünü artırmak gündeme gelecek ve bu konuda Türkiye’nin tutumu belirleyici rol oynayacak. Rusya’nın Türkiye’yi kazanması, Karadeniz’in güvenliği açısından büyük önem taşıyor.
Rusya, Erdoğan’ın yapacaklarına tam olarak güvenmiyor. Bu nedenle, “barışmak”la ilgili adımları erteliyor. Ancak bu arada, İncirlik Üssü’nde Rus uçakları için yer isteyerek Türkiye’yi de sınamış oluyor.
Erdoğan açısından, Rusya ile yapılan görüşme ve karşılıklı beklentiler aslında son derece sorunlu. Çünkü bugüne kadar gerek NATO ile kurduğu ilişkiler, gerekse Suriye savaşındaki düşmanca konumlanışı, bir günde değişebilecek unsurlar değil.
Keza Kürt hareketinin durumu da oldukça önemli bir handikap. Rusya PYD’yi ABD’den koparmak ve kendi etki alanına almak istiyor, Erdoğan ise, PYD’nin dışlanmasını, geriletilmesini, sınırlandırılmasını hedefliyor. Bu politikanın bir parçası olarak, Türkiye’deki Kürt kentlerine vahşi saldırılar düzenliyor. Bu konuda Rusya ile “Suriye’nin toprak bütünlüğü” noktasında birleşmeyi-uzlaşmayı umuyor.
İncirlik Üssü ve NATO toplantısında gündeme gelecek olan Karadeniz’in durumu konuları ise, Erdoğan açısından son derece karmaşık konular. ABD ile yaşadığı sorun ile Rusya’nın beklentileri arasında sıkışmış durumda. Hem NATO’dan kopmak, ABD’den uzaklaşmak istemiyor; hem de ABD’ye karşı Rusya’nın güvencesine sığınmaya çalışıyor. Bu koşullarda, sürecin nereye evrileceğini zaman içinde görülecektir.
* * *
Rusya, ABD’nin karşısına her geçen gün daha etkili bir rakip olarak çıkıyor ve önemli zaferler elde ediyor. Suriye savaşı da bunun yaşandığı alanlardan birisi. Irak, İran ve Çin ile kurduğu ilişkiye, Türkiye’yi de dahil ettiği koşulda, sadece Suriye’nin değil, Ortadoğu’daki bütün savaşların seyri bundan etkilenecektir.