PISA raporu ve EĞİTİMİN PÜR-MELALİ

PISA

Geçtiğimiz ay, kısa adı PISA olan “Uluslararası Öğrenci Performansı Değerlendirme”nin 2015 raporu açıklandı. Rapor, Türkiye’nin eğitimde geldiği noktayı çarpıcı bir şekilde ortaya koydu.

PISA, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı OECD’nin 35 ülkesi dahil olmak üzere 72 ülkede üç yılda bir yapılıyor. 15 yaşındaki 540 bin öğrenciyi kapsıyor ve üç alanda test ediliyor: Matematiksel düşünme becerisi, fen bilimlerini kavrama, okuduğunu anlama ve anlamlandırma.

Bu sınavlara katılacak olan okul ve öğrenciler, OECD tarafından Eğitim Bakanlığı aracılığıyla belirleniyor. Amaç; ülkelerin genel eğitim düzeyini ölçmek olduğu için, tüm okul türlerinin (Anadolu lisesi, Fen lisesi, Meslek lisesi ) olmasına dikkat ediliyor. Türkiye’de de doğal olarak bu şekilde yapılıyor.

Türkiye, ilk olarak 2003 yılında bu uygulamaya dahil olmuş. En son 2015 yılında yapılan sınava değişik okul türlerinden 5 bin 295 öğrenci katılmış. Ve sonuçları itibarıyla 72 ülke arasında 50. sırada yeralmış. Fende 52’inci, matematikte 49’uncu, okumada 50’inci… Bu sonuçlara göre, öğrencilerin çoğunluğu, en basit düzeyde bilgiye sahip. Yani okuma yazma ve dört işlem biliyor demek. İlkokul öğrencisinden değil, 15 yaşındaki lise öğrencisinden bahsediyoruz.

2003-2015 yani 12 yıl süresi boyunca yaşanan bu gerileme, aynı zamanda AKP hükümeti döneminde eğitimin ne hale geldiğinin göstergesi. Elbette 12 yıl önce de eğitimin düzeyi yüksek değildi. Fakat 35. sıradan 50. sıraya düşmek, yani 12 yılda 15 adım gerilemek, AKP’nin başarısı! “Dindar ve kindar gençlik” hedefinde ulaştığı noktayı gösteriyor.

 

PISA’nın ortaya koyduğu gerçekler

PISA, bilmeyi değil, bilgiyi kullanmayı ölçüyor; analiz etmeyi, yorumlamayı istiyor; seçenekleri fark etmeyi, seçenek üretmeyi arıyor. Sınavda çok seçmeli, karmaşık, açık uçlu, değişik soru türleri uygulanıyor. Türkiye’den sınava katılan öğrencilerdeki en önemli eksiklik, “okuduğun anlama”da görüldü. Öyle ki, her iki öğrenciden birinin okuduğunu anlamadığı ortaya çıktı. 

Ezberciliğe dayanan ve son yıllarda artan biçimde dini bilgilerle doldurulmuş, sorgulamadan verileni almaya odaklanmış bir eğitim sisteminde, farklı bir sonuç beklenebilir mi? Dolayısıyla PISA raporu, hiç şaşırtıcı değil Hatta bu şekilde giderse, üç yıl sonrasının raporu çok daha gerileri gösterecektir.PISA-grafik

İlkokul birinci sınıftan itibaren öğrenciler, sınavlara hazırlanıyor. Dersanelere, etütlere gönderiliyor. “Sınavlara hazırlık” denilen şey ise, konuyu öğrenmeye değil, test çözmeye dayanıyor. Derslerde konuyu anlatmak çok kısa sürüyor, ama konuya ilişkin sayısız test çözülüyor. Böylece, konuyu anlamasa da ezber gücü yüksek bir öğrenci, soruları ve cevapları ezberlemiş oluyor. Ve konuyu anladığı, öğrendiği farzediliyor.

Oysa anlamıyorlar, anlamasını öğrenmiyorlar. Bu nedenle, önlerine hazır formül halinde konulan soruları belki çözebiliyorlar, ama “bir olay anlatımı” şeklinde sorulan matematik-fen sorularını anlamıyor, o soruyu çözecek formülü oluşturamıyor, ezberlerindeki şablonlarla uyumlu hale getiremiyor, bu nedenle de çözemiyorlar. O yüzden uzun paragraflara dayalı olarak sorulmuş türkçe sorularını yanıtlayamıyorlar. Çünkü verilen metni telaşla okuyor, cümleleri anlamaya değil ezberlemeye çalışıyor, kısa süre içinde ezberleyemeyince de o metinle ilgili soruları atlıyorlar.

Sadece sınav sorularına ilişkin olarak değil, günlük yaşamdaki başarısızlıklarda da bu sistemin, ezberciliğin, “anlamak” olgusundaki kısırlığın ve geriliğin sonuçlarını görebiliyoruz.

Mesela, test sorularını çözmekte zorlanmayan ortalama bir ortaokul öğrencisi, elinde belli bir miktar parayla markete gidip, çok değil, 1-2 parça birşeyler aldığında, aldıklarının ne kadar tuttuğunu, geriye ne kadar para üstü alması gerektiğini hesaplayamıyor. Dört işlemi bilmesi yetmiyor, dört işlemin hangi sırayla birbirini izleyeceğini “düşünebilmesi” gerekiyor.

Mesela ortalama bir lise öğrencisi, okuduğu bir kitaba ilişkin “ne anlatıyor” sorusuna cevaben, kitaptaki olayları (hem de ayrıntılarıyla) aktarmaya başlıyor. Oysa “ne anlatıyor” sorusunun cevabı “olayı” değil, “konuyu” anlatmaktır. Kitabı okuyup içeğini ezberlemek mümkündür. Ancak “anlamak”, “konuyu” görebilmek demektir.

 

Yaşayabilmek için “düşünmek”

ve “sonuç çıkarmak”

“İnsan düşünen hayvandır” denir. Çünkü temel ihtiyaçlarını karşılamak, üremek vb. hayvanlarda da görülen bir şeydir. İnsana özgü olan ise, soyutlayabilmek, sonuçlar çıkarabilmek, anlamak ve yön vermektir. Birbirine benzer biçimde yaşanan olayların nedenlerini ve sonuçlarını, bunların iç bağlantılarını, birlikte oluşturduğu tabloyu tesbit edebilmektir. Yaşanan olayları bilince çıkarmak ve varılan sonuç doğrultusunda yaşamın ya da hareketin yönünü değiştirebilmektir.

Bu tarzda “düşünmesini” bilmeyenler için, hayat tıpkı sınavlara hazırlanan öğrencilerin test yaprakları gibidir. Bir olay yaşamıştır ama bu olayı neden yaşadığını bilmez; benzer olayları yaşamaya devam eder. Bir hata yapmıştır, ama hatanın “asıl” neden kaynaklandığını anlamaz; tekrar tekrar aynı hataları yapmaya devam eder. Her olay, her sorun, her hata, kendi başına bir sorundan, hatadan, olaydan ibarettir onun gözünde. Olayların kendi iç bağlantılarını kuramaz, aralarındaki ilişkiyi göremez. Sorunun kaynağına parmak basmayı beceremediği için de asla çözemez.

Eğitim sistemi, televizyon programları ve yaşamın pekçok alanı buna göre düzenleniyor. Lise öğretiminde, uzun süredir felsefe-mantık gibi dersler kaldırılmıştır. Keza üniversiteye girebilmek için daha çok “sayısal” tercih edilmekte, “sözel” bölümü, başarısız öğrencilerin zorunlu tercihi sayılmaktadır. Böylece şiir, roman, öykü gibi edebiyatın tüm dallarıyla da bağlar büyük oranda kopmaktadır. Oysa Marks’ın dediği gibi insanı zenginleştiren iki temel unsur, felsefe ve sanattır. Bunlardan uzak bir gençlik, insani nitelikleriyle de yoksullaşmakta, sığlaşmaktadır.

Sınav sonuçları bu konuda epeyce yol aldıklarını da gösteriyor. Burjuvazi bunun için uğraşıyor, çünkü insanları köleleştirebilmek, onun düşünmesini, anlamasını ve öğrenmesini engellemekten geçiyor. Onlara sınırlı bir kesimin işlerini yürütecek düzeyde eğitilmesi yetiyor. Gençliğin ezici çoğunluğu, ya “ara eleman” olarak değerlendiriliyor, ya da işsizler ordusuna katılıyor. AKP’li yıllar, koyulaşan dinci-gerici eğitimle, bunu daha geriye çekti ve göze batacak duruma getirdi.

                                 * * *

Düzenin “düşünmeyen-sorgulamayan” bir gençlik yaratma bombardımanına karşı mücadele etmek, gençliği ve geleceği kazanmak açısından yaşamsaldır. Okumayan, okuduğunu anlamayan, öğrenme-öğretebilme düzeyi son derece düşük, dolayısıyla soyut düşünmeyi, kendini yenilemeyi başaramayan bir kuşağın yetişmesi, devrimci hareket açısından da önemli bir sorundur.

Egemenlerin başta gençlik olmak üzere geniş kitleleri alıklaştırmayı amaçlayan çabalarına karşı, ciddi bir bilinçlendirme-örgütleme başarılmadan, devrimci bir tarzda mücadeleyi yükseltmek mümkün değildir.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …