“Fırat Kalkanı” adı verilen saldırı başladığında, devlet temsilcileri özellikle Türkiye’nin savaşa doğrudan girmeyeceğini tekrar tekrar söylemişlerdi. Yapılan açıklamalara göre, saldırıyı ÖSO’cu gruplar yürütecek, Türkiye onları desteklemekle yetinecekti.
Ancak geçen sürede tablo değişti. Bugün artık Türkiyeli askerler IŞİD tarafından katlediliyor, yakılarak öldürülüyor, IŞİD Türkiye’ye karşı intikam yeminleri ediyor. Ve yakın zaman önce “Halep’teki Nusracı arkadaşlar”dan sözeden Erdoğan, bugün “savaşa girdik” diye açıklama yapıyor.
Ordu Suriye topraklarında
Erdoğan, 29 Kasım günü İstanbul’da, “Parlamentolararası Kudüs Platformu Sempozyumu’nda yaptığı konuşmada, “Biz sabır, sabır dedik, en sonunda dayanamadık ve Suriye’ye ÖSO ile beraber girmek zorunda kaldık” diyor. Bununla “Fırat Kalkanı” adı verilen saldırıyı kastediyor. Öncesinde de Türkiye, şeriatçı çetelere destek vermek için Suriye topraklarına birçok defa girmiş, çeşitli operasyonlar düzenlemişti. Bunlar gayri resmi saldırılardı ve kayıtlara geçmiyordu. Resmi işgalin başlama tarihi ise Ağustos 2016 oldu. Fırat Kalkanı saldırısıyla Türkiye, Rusya’nın izni, ABD’nin fiili durumu kerhen kabullenmesi ile Suriye topraklarına resmen girdi.
AKP’nin tezi, “ÖSO’ya yardım” üzerine kurgulanmıştı. Gerçekte ise, savaş doğrudan AKP’nin savaşıydı. Çünkü bir taraftan “ÖSO” denilen çeteler, zaten AKP hükümetinin eğittiği, silahlandırdığı cihatçılardan oluşuyordu. Diğer taraftan, ÖSO çetelerinin savaş gücü, disiplinleri, IŞİD’e direnme istekleri vb. elle tutulur hiçbir yanları yoktu. Gerçek bir savaşta başarı elde etme ihtimalleri de yoktu. Bu nedenle TSK’nın önünde değil, arkasında yer alıyor, TSK onlar için yolu temizliyordu.
Bu koşullarda bile savaşmak ÖSO çetelerine fazla geldi. Cerablus’ta IŞİD kendiliğinden çekilmişti, zaten bir zafer sözkonusu değildi. Azez’de savaş, asıl olarak ÖSO’nun kendi çeteleri arasında, kenti kimin yöneteceğine ilişkin olarak yaşandı. Sıra el Bab’a geldiğinde, artık savaşacak bir ÖSO kalmamıştı. ÖSO gruplarının kimisi dağılmış, kimisi kaçmıştı. Buradaki savaş, doğrudan TSK ile IŞİD arasında geçiyor artık. Yüzlerce komando el Bab kapılarında savaşıyor, yüzlercesinin daha bölgeye gönderileceği açıklanıyor.
Doğrudan verilen savaş, doğrudan kayıpların artmasına da neden oluyor. Suriye’de ölen Türkiyeli asker sayısı 35’i geçti. Yaralıların içinden de ölenlerin olması, sayının artması ihtimali yüksek.
Daha vahim olanı, IŞİD’in ele geçirdiği iki askerin yakılarak öldürülmesiydi. Devletin interneti yasaklamasına ve yavaşlatmasına rağmen, yakılma görüntüleri ve IŞİD’çilerin intikam çığlıkları büyük bir infial yarattı. Giderek çok daha geniş bir kesim, şu soruyu sormaya başladı: Türkiye’nin Suriye topraklarında ne işi var?
Erdoğan’ın işgalci hayalleri
Sorunun cevabı, Suriye savaşının başından beri açık aslında: Savaş koşullarını bir “fırsat” olarak gören AKP hükümeti, Suriye’den toprak koparmak istiyor. Bu “toprak” parçasının neresi olacağı ise, savaşın seyrine göre değişiklik gösteriyor.
ABD, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerin verdiği ateş nedeniyle başlayan Suriye yangınında, AKP hükümetinin ilk hedefi “Emevi Camii’nde namaz kılmak” olarak sembolize edilen Şam’ın işgali idi. Esad’ın “düşmeyeceği” belli olduktan sonra, işgalci hayaller Halep’e yoğunlaştı. Erdoğan, Musul ve Kerkük’ün yanına “Halep”i de ekleyerek, kendi “misak-ı milli” sınırlarını çizmiş, dayanaksız biçimde hak iddia etmeye girişmişti.
Kobane savaşı başladıktan sonra, Türkiye’de Öcalan üzerinde şekillendirdiği inisiyatifi üzerinden, Kürt bölgesinde hegemonya oluşturma hayalleri kurmaya başladı. Zaten PKK ile bir “çözüm süreci” aldatmacası yürütülüyordu, Rojava Kürtlerini de bunun bir parçası yaparak geniş bir Kürdistan bölgesini kendi sınırlarına katmaya heveslendi. Süleyman Şah Türbesi’nin Kobane topraklarına taşınması da bu beklentinin ne kadar güçlü olduğunun göstergesiydi. Ancak Rojava topraklarının ABD’nin desteğiyle Tel Abyad’ı da içine katarak büyümesi ve bölgedeki Kürt gücünün Erdoğan için bir “tehdit”e dönüşmesiyle bu hayal de çöküntüye uğradı.
Suriye’de savaşın başladığı günden itibaren Türkiye sınırına bir tampon bölge ve uçuşa yasak bölge oluşturulması da AKP’nin seçenekleri arasındaydı. Elbette ki Suriye’yi parçalamakta olan radikal İslamcı çetelerin uçağı yoktu ve “uçuşa yasak bölge” oluşturmanın tek hedefi Suriye ve Rusya’nın cihatçılarla savaşını engellemekti. Bu açık durum, ABD’nin bile göze alamadığı bir çıtaydı ve AKP’nin “tampon bölge” hedefi hayata geçmedi.
Suriye’ye ilişkin tüm hedeflerin duvara çarptığı bu sürecin ardından, Suriye’ye girmek için uygun zemin, arkasında ABD’nin olduğu 15 Temmuz darbe girişiminin ardından oluştu. ABD’ye karşı elini güçlendirmek isteyen Rusya, Türkiye’nin Cerablus’a girmesine izin verdi; ABD ise bu duruma göz yummak zorunda kaldı.
AKP hükümeti, bugün Cerablus ve Dabık’ın ardından, el Bab’a dayanmış durumda. Ve bu işgal ile, birden fazla hedefi aynı anda gerçekleştirmeyi başardı. En başta, Suriye savaşının “kaybedeni” olan Erdoğan, bugün yeniden “Suriye masası”na oturma hakkını elde etmiş durumda. Hem de etkin unsurlardan birisi olarak. İkincisi, Rojava’nın kantonlarının birleşmesini engellemiş oldu. Bu koşullarda kantonlar kuzeyden Türkiye, güneyden Suriye Ordusu’na dayanmış durumda ve iki engeli de aşmaları mümkün değil. Üçüncüsü, “savaş bittiğinde”, AKP hükümeti bugün işgal etmiş olduğu alana dönük olarak “Sünni Türkmenlere özerklik” benzeri bir taleple ortaya çıkabilir ve kendi kontrolünde bir yerel yönetim oluşturabilir.
Şeriatçı çetelere sınırsız yardım
Bugün Türkiye, Suriye topraklarında el Bab kentini almak için IŞİD’e karşı savaşıyor. Ve IŞİD, Türkiye’yi, AKP hükümetini hedefe çaktığını duyuruyor; “bizi ortada bıraktınız” diyerek intikam yeminleri ediyor. Yanan askerler de, “Ey Erdoğan, bizi buralara sen sürdün, şimdi niye korumuyorsun” diyerek isyan ediyorlar.
Türkiye’nin Suriye’deki cihatçı örgütlerle kurduğu ilişkinin ne kadar güçlü olduğuna dair, bugüne kadar sayısız bilgi ve belge ortaya saçıldı. Daha bir yıl önce, Rusya BM toplantısında Suriye’de IŞİD’in kontrolü altında bulunan bölgelere, Türkiye’nin yasadışı yollardan silah ve mühimmat gönderdiğine ilişkin belgeleri sunmuş; Erdoğan ailesinin IŞİD ile kaçak petrol ticareti yaptığını söylemiş, Türkiye’yi IŞİD’e doğrudan destek vermekle suçlamıştı.
Davutoğlu, Suriye’de savaşan eli kanlı katillere, özel olarak da IŞİD’çilere “öfkeli gençler” diyerek sempati oluşturmaya çalışmıştı. Kafa kesen, insanları canlı canlı yakan, her tür vahşeti meşru gören saldırganlar, “öfkeli gençler” olarak aklanmıştı.
Suriye’deki savaşın başlatılması da, IŞİD’in yaratılıp palazlandırılması da, ABD, Suudi Arabistan, Katar, İsrail gibi ülkelerin hazırladığı, AKP hükümetinin de etkin bir unsur olarak içinde yer aldığı bir planın sonuçlarıydı. Önce Suriye’de bir “muhalefet” oluşturulmuş, dünyanın dört bir yanından gelen cihatçı katiller “Esad diktatörlüğüne karşı direnişe” kalkmış, ardından Suriye parça parça bu katillerin eline geçmeye başlamıştı. Bunların ABD ve Türkiye tarafından eğitildiği, onları finanse etmek ve silahlandırmak için gereken para ve silahların Katar, Suudi Arabistan ve Libya’dan gönderildiği üzerine sayısız haber çıkmıştı basında. “Ilımlı İslamcı” olarak tanımlanan bu kesimler yetersiz kaldığında da, IŞİD üretildi ve Irak’tan başlayarak “pazara sürüldü.”
Türkiye elbette başroldeydi bu süreç boyunca. Suriye sınırı “cihatçı otobanı” olarak adlandırılıyordu, çünkü dünyanın dört bir tarafından gelen cihatçılar da, onlar için gereken lojistik ve askeri malzemeler de, Türkiye sınırından Suriye topraklarına geçiyordu. Bu da yetmiyor, orada savaşan gruplar, dinlenmek, tedavi olmak vb nedenlerle sürekli Türkiye’ye giriş çıkış yapıyordu. Hatay, Gaziantep gibi iller, cihatçıların yuvalanma merkezlerine dönüştürüldü.
Can Dündar başta olmak üzere Cumhuriyet çalışanlarının yargılandığı “MİT tırları davası”, yine AKP hükümetinin Suriye’deki cihatçılara kaçak yollardan gönderdiği silahlar nedeniyle başlatılmıştı.
24 Kasım 2015 tarihinde, Hatay’ın güneyinde bulunan Türkmen Dağları üzerinde bir Rus uçağı, Türkiye tarafından düşürülmüş; sonradan bunun suçu “FETÖ” üzerine atılarak Erdoğan ve AKP hükümeti aklanmıştı. Ancak bölgedeki cihatçıların, Türkiye’den destek alarak savaşı sürdürdükleri uzun zamandır zaten biliniyordu.
Son olarak Musul operasyonunda Irak Ordusu ile birlikte hareket eden CAR (Conflict Armament Research) isimli Britanyalı kurum yetkilileri, IŞİD cephaneliklerinden elde ettikleri verilere dayanarak, “örgütün füze yakıtı ve patlayıcı maddeler için gerekli kimyasal ürünleri Türkiye üzerinden tedarik ettiği konusunda bulgulara” ulaştığını duyurdu.
Halep kuşatması sırasında Erdoğan’ın, “Halep’teki Nusracı arkadaşlar”a direnişi bitirmeleri çağrısında bulunması, tüm bu ilişkinin Erdoğan tarafından da itiraf edilmesi anlamına geliyordu. Üstelik bir taraftan Halep’teki Nusracıları kontrol etmek konusunda Rusya’ya sözler verirken, diğer taraftan Halep kuşatması boyunca, “Halep’te katliam var”, “Halep düştü düşecek” gibi sloganlarla protesto gösterileri örgütlemek, Rusya konsolosluğu önünde eylemler yapmak, bütün medya organlarında Halep’in cihatçılarına destek veren bir yayın çizgisi izlemek gibi ikili bir tutum içinde olmayı sürdürdüler. Cihatçılarla bugüne kadar kurulan ilişkinin bir anda kopartılması mümkün değildi çünkü.
Bütün bu tablo, AKP hükümeti ve Erdoğan’ın, cihatçılarla kurduğu ilişkiyi tartışmasız biçimde doğruluyor. Ancak bugün Rusya ile kurulan ilişki, Erdoğan’a başka bir yolu zorunlu kılıyor. El Bab’da cihatçılara karşı savaşması da, Halep’te resmi politika olarak Rusya ve Suriye’nin yanında yer alması da, Moskova’da İran ve Rusya ile imzalanan mutabakat da, bu zorunluluğun ürünü. Ve bu tabloda, cihatçı örgütler kendilerini “ortada bırakılmış” hissediyorlar. Ve o öfkeyle davranıyorlar.
Savaşın bir parçası olmak
Cihatçı çeteler Suriye’de giderek büyüyen bir yenilgi yaşıyorlar. Halep’in Suriye Ordusu tarafından kurtarılması, savaşın seyrini değiştiren bir rol oynamaktadır. Halep, savaşın dönüm noktasıdır. Esad’ın en büyük kazanımı ve bundan sonra Suriye’deki dengelerin Esad hükümeti lehine giderek güçleneceğinin göstergesidir.
Suriye, bugün Halep başta olmak üzere kurtardığı-ele geçirdiği kentlerdeki cihatçıları İdlib’e yığıyor. Ve İdlib bir odağa dönüşüyor. Bir süre sonra Suriye İdlib’e de saldırmayı ve burada bir imha harekatı gerçekleştirmeyi planlıyor. Cihatçılar da, onlara destek veren ülkeler de bu durumun farkında.
Bu tablo, savaşın başka noktalara sıçramasını getirecektir. Mesela Halep’ten çıkan cihatçıların bir kısmının, el Bab’da TSK ile birlikte savaştığı söyleniyor. Daha büyük bir kesim ise, Türkiye sınırından içeri girmeye hazırlanıyor. Zaten Suriye Ordusu, cihatçı grupları Türkiye sınırına çekilmeye zorluyor.
Bir taraftan AKP hükümetinin cihatçıları destekleyen, onlara yaşam alanları açan, ülke içinde şeriatçı yaşam ve düşünce tarzını güçlendiren tutumu, gelecek için büyük bir tehlike biriktiriyor. Bugün Rusya ile birlikte IŞİD ve Nusra’ya karşı savaşma kararının altına imza atan AKP hükümeti, Türkiye içinde cihatçı gösterilere izin vermeye devam ediyor. Diğer taraftan onbinlerce silahlı militan, Suriye’de kendileri için yaşam alanı kalmadığında, bugüne kadar en büyük desteği aldıkları Türkiye’de kendi alanlarını yaratmayı planlıyor. Bu da, savaş dinamiklerini Türkiye’nin içine taşımak anlamına geliyor.
Savaş her zaman yıkım ve vahşet getirir. Kitlelerin savaştan kazanacağı hiçbir şey yoktur. Canlarını, güvenliklerini, yaşam haklarını, her şeylerini kaybeder savaşlarda kitleler. Bugün Halep’in durumu ortadadır. Virane bir kentte, açlık ve yoksunlukla geçen yıllar sözkonusudur savaşın olduğu bütün kentlerde.
Bu nedenle, başka bir ülkenin topraklarını işgal etmeye, hegemonyacı hayallerle savaşa girmeye, yani haksız biçimde yürütülen her tür savaşa, mutlak bir biçimde karşı çıkmak gerekir. Türkiye’nin Suriye topraklarına cihatçı çeteleri göndermesi de, TSK’nın bugün Suriye’de kentleri ele geçirmek için verdiği savaş da yanlıştır, haksızdır, burjuvazinin çıkarları dışında bir nedeni yoktur.
Üstelik bugün, burjuvazinin bütün kesimleri, farklı saiklerle de olsa Suriye’de yürütülen savaşı desteklemektedir. “Kürt devleti kurulması korkusu”, farklı klikleri birleştirmiştir. Bunun doğal sonucu olarak, düzen partilerinin tümü, Suriye’deki savaşı meşrulaştırmak için harekete geçmiştir. Öyle ki, asker ölümleri bile düzen partileri tarafından “acı, ama kaçınılmaz bir durum” olarak olağanlaştırılıyor.
Suriye’deki savaşa karşı savaşmak, işçi ve emekçilerin en önemli görevlerinden biridir. Savaş en büyük yıkımı, katliamı ve vahşeti işçi ve emekçilere getirecekse, işçi ve emekçiler bu savaşı durdurmak için harekete geçmelidir. Ne Suriye topraklarında Türkiyeli askerlerin işgalci nedenlerle ölmesi, ne Suriye halklarının cihatçı çeteler tarafından katledilmesi savunulabilir. Türkiye’nin Suriye topraklarında işi yoktur ve derhal elini çekmelidir.