Anayasa referandumu üzerine

arka-logo

Uzun süredir üzerinde konuşulan “anayasa değişikliği” her türlü yola başvurularak meclisten geçirildi. Şimdi referandum süreci başlıyor. Güya halka sorulacak ve kararı halk vermiş olacak!

Halkın hiçbir aşamasında yer almadığı, neyi neden değiştirdiklerini bilmediği ve en önemlisi de kendisinin hiçbir sorununu çözmeyen, aksine ağırlaştıran bir anayasa değişikliği ile daha karşı karşıyayız.

Bilindiği gibi 12 Eylül anayasası, en son 2010 yılında yine bir 12 Eylül günü yapılan referandum ile değiştirilmişti. Daha öncesinden de iki kez referanduma gidilmiş ve toplamda 17 kez değişikliğe uğramıştı. Maddelerin çoğu değiştirildi, 113 madde tamamen kaldırılıp yeniden formüle edildi. Sadece AKP hükümeti döneminde 50 madde değiştirildi ve 3 yeni madde ilave edildi.

Şimdi değiştirdikleri maddeleri yeniden değiştiriyorlar. Esasında “anayasa değişikliği”nden ziyade, yeni bir anayasa, yeni bir yönetim şekline hazırlanıyorlar. Ne var ki, bu “yeni”lik ileriye doğru değil, geriye doğrudur. Osmanlı’dan bu yana mutlakıyetten meşrutiyete, oradan cumhuriyete doğru ilerleyen süreci, tersine döndürme gayretidir.

 

Başkanlık değil sultanlık

“Parlamenter rejim mi, başkanlık sistemi mi?” gibi tartışmalar, yapılmak isteneni perdelemekten başka bir şey değildir. Çünkü sözkonusu değişiklikler, “başkanlık sistemi” ile de ilgisi bulunmayan, ancak sultanlık-krallık dönemlerinde görülebilen mutlak otoriteye dayalı bir rejimi öngörmektedir.

 “Başkanlık sistemi” tartışmaları, ülkemizde yeni değil. Demirel döneminden itibaren belirli aralıklarla gündeme getirilmişti. AKP döneminde ise üzerinde çok konuşuldu. Fakat gerçekleştirmeleri mümkün olmadı. 15 Temmuz darbesi, bunun için de bir “fırsat” yarattı.

Esasında 15 Temmuz sonrası Erdoğan’ın en zor dönemiydi. Uzunca bir süre başkanlığı ağzına bile alamadı. Ancak doğru-düzgün bir muhalefetle karşılaşmadığı gibi, “birlik-beraberlik”, “Yenikapı ruhu” vb. argümanlarıyla kendilerini toparladılar. Ardından Bahçeli’nin, fiilen delinen anayasanın yasal hale getirilmesi çağrısı, Erdoğan’a yeniden umut oldu. Başkanlık yerine “Cumhurbaşkanlığı sistemi” gibi uyduruk bir isimle, gönlünde yatan sultanlık için harekete geçti.

Çünkü “başkanlık sistemi”nin en önemli özelliği, yürütmenin (hükümet ve cumhurbaşkanı) yasama organından (parlamento-meclis) bağımsız olmasıdır. Parlamenter sistemde yürütme ve yasama içiçe iken, (çünkü hükümet ve cumhurbaşkanı mecliste seçilir) başkanlık sisteminde birbirinden ayrılmıştır.  

Adına “Türk usulü başkanlık” dedikleri yeni anayasada ise, her şey yürütmenin elinde toplanmaktadır. Başbakanlık ortadan kalkmakta; cumhurbaşkanı, kendi belirlediği yardımcılarla ve atadığı bakanlarla ülkeyi yönetmektedir. Üniversite rektörleri dahil, üst düzey kamu görevlilerinin tamamını atamak ve istediği zaman görevden almak da cumhurbaşkanının yetkisi içindedir. Sözde yasa yapmakla görevli meclisin kabul ettiği yasaları, cumhurbaşkanı “veto” edebilecektir. Yani cumhurbaşkanının istemediği hiçbir yasa, yürürlüğe giremez. Ayrıca cumhurbaşkanı meclisi feshetme hakkına sahiptir. Gerekli gördüğünde OHAL ilan edip, kararnamelerle ülkeyi yönetebilecektir. Dolayısıyla meclisin hiçbir önemi, yetkisi kalmamış olacaktır.

Yargıya gelince; hakimler ve savcılar üst kurulu HSK’nın yarısını doğrudan, yarısını dolaylı biçimde cumhurbaşkanı atayacaktır. Zaten hiçbir dönem bağımsız olmayan yargı, bundan böyle bir kişiye bağımlı hale gelecek. Böyle bir yargının, kendisini atayan kişiyi, yani cumhurbaşkanını yargılaması mümkün müdür? Fakat bu bile yetmiyor, işi daha da sıkıya alıyorlar. Cumhurbaşkanının yargılanabilmesi için, meclisteki vekillerin salt çoğunluğunun önermesi (meclisi 600 kişiye çıkardıklarına göre 301 oy gerekecektir) dörtte üçünün de kabulü (450 oy) gerekmektedir. Yani mecliste çoğunluğu ele geçiren parti istemediği sürece, cumhurbaşkanı hakkında soruşturma dahi açılamayacaktır. Böylece cumhurbaşkanı dokunulmazlık zırhı ile kuşanacak ve yargılanması asla mümkün olmayacaktır.

Görüldüğü üzere bunun “başkanlık sistemi” ile ilgisi yoktur. Bütün yetkilerin bir kişinin elinde toplandığı, istediği yasayı çıkardığı, istediği kişiyi göreve getirip istediğini aldığı ve bütün bunları yaparken hiçbir denetime tabi tutulmadığı, hiçbir kuruma hesap vermediği, en büyük suçları işlese dahi yargılanmasının imkansız hale getirildiği bir sistemin adı, “sultanlık” dışında ne olabilir?

Osmanlı padişahlarının bile 19. yüzyıldan itibaren yetkileri kısıtlandı. Kimi sadrazamlar, padişahın kendi alanlarına el attığını söyleyerek istifa ettiler. AKP milletvekilleri “200 yıllık esarete son verdikleri”ni boş yere söylemiyorlar. Yani hesaplaşmaları sadece Cumhuriyet dönemi ile sınırlı değil. Osmanlı’nın mutlakıyete dayalı rejiminde yapılan “ıslahat”ları, ardından 1908 Jöntürk devrimi ile geçilen meşrutiyet dönemini de kapsıyor. Geriye, daha geriye gitmek istiyorlar. Ama bu mümkün mü?

Parlamenter sistemden başkanlığa geçişin dünyada örneği yok. Sadece “Sahraaltı Afrikası”nda yeralan üç ülkenin; Ghana, Zimbabwe ve Malavi’nin adı geçiyor. Zaten Türkiye’de yapılmak istenen anayasa ile, ancak geri bıraktırılmış Afrika ülkeleri kıyaslanabiliyor. Yoksa “başkanlık” ya da “yarı-başkanlık” sisteminin varolduğu ABD, Fransa, Rusya gibi ülkelerle bir benzerliği görülmüyor.

 

“Torba anayasa”

Bu anayasanın hazırlanma ve meclisten geçirilme aşamaları da, anayasanın içeriği kadar ucubeliklerle dolu ve hukuk dışıdır.

Bugüne dek tüm anayasalar, bu konuda uzman kişilerin biraraya getirildiği bir heyet tarafından hazırlanmıştı. Kendi içinde tutarlılığı, maddelerin birbirleriyle çelişmemesi ve bir hukuk diline sahip olması için bu gerekliydi. Heyet, taslağı hazırladıktan sonra kamuoyuna sunulur ve devletin çeşitli kurumlarından gelen eleştiri ve önerilerle değiştirilerek son halini alırdı. Ayrıca heyetin kimlerden oluştuğu, kimin başkanlık ettiği bilinirdi.

Faşist cunta koşullarında yapılan 12 Eylül anayasasında bile bu asgari koşullar yerine getirildi. Ama AKP-MHP ortaklığında hazırlanan yeni anayasa metninin, kim ya da kimler tarafından yazıldığı bilinmiyor. Büyük bir gizlilik ve telaş içinde hazırlanan metin, bırakalım hukuksal dili, Türkçe olarak da anlaşılmaz cümlelerle ve birbirleriyle çelişen maddelerle dolu.

Örneğin varolan anayasada “seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı” başlığını taşıyan 67. maddeyi, yanlışlıkla “yürürlükten kaldırılması gereken maddeler” arasına koymuşlar. Bunu meclise getirdikleri aşamada son anda farkedip çıkarıyorlar. Keza bir maddesinde “cumhurbaşkanının iki dönem seçilme hakkı vardır” yazıyor, bir diğerinde, “cumhurbaşkanı isterse meclisi feshedip yeniden seçimlere götürür” diyerek, üçüncü kez seçilmesinin önünü açıyor.

Anayasanın gerekçe bölümü ise 15 Temmuz menkıbeleriyle doldurulmuş. “15 Temmuz’da tankların önüne dikilen millet” teranesi üzerinden, “bu milletin önünde kimse duramaz, isterse ‘tek adamı’ da getirir” demeye vardırmışlar.

Kısacası bırakalım dünyayı, Türkiye standartlarının bile çok gerisinde bir anayasa metni ile karşı karşıyayız. Bugüne dek “torba yasa”ları çok gördük. AKP hükümetleri dönemi, içinde bir parmak bal olan bir fıçı katran misali “torba yasa”larla geçti. Şimdi onu “torba anayasa” ile tamamlıyorlar!

Son haliyle 18 maddeye indirilen değişiklik teklifi, toplamda anayasanın 51 maddesini değiştiriyor. Aynı zamanda 21 maddesini de yürürlükten kaldırıyor. Üstüne üstük yeni maddeler de ekliyor. Normalde değişen ve kaldırılan maddelerle ilgili mecliste ayrı ayrı görüş bildirilmesi ve oylanması gerekiyor. Yani toplamda 72 madde üzerinde tek tek durulması, ayrıca yeni eklenen maddeleri de tartışmaları ve oylamaları gerekirken; 18 “torba” ile işi hallediveriyorlar!

“Torba yasa”larda olduğu gibi, “torba anayasa”yı da bir oldu-bittiye getirmeye çalıştılar. Kapalı kapılar ardında hazırladığı anayasa taslağını kısa sürede “Anayasa Komisyonu”ndan geçirmek için her şeyi yaptılar. Diğer partilerin vekilleri üzerinde terör estirdiler. Mecliste görüşüleceği gün ise, meclisin her tarafını polis ve tomalarla kuşattılar. Protesto eden kitleye biber gazı, tazyikli su, gaz bombaları ile saldırdılar.

Ve yine “torba yasa”larda yaptıkları gibi, dünyada-ülkede çok ciddi gelişmeler yaşanırken kapalı olan meclisi, günler-geceler boyu çalıştırarak, iki haftada geçirdiler. Zaten ellerinden gelse meclise dahi getirmeyecekler! Şimdilik bu yasal zorunluluğa katlanıyorlar. Ama onu da her yanından iğdiş ederek… 

 

Mecliste terör ve açık oy kepazeliği

Meclisteki görüşmeler, adeta bir meydan savaşı şeklinde geçti. Mecliste tek görevleri tetikçilik yapmak olan ve bunun için seçtirilmiş bir grup AKP’li bulunuyor. Bunlar, her kritik oylamada sahneye çıkıp CHP ve HDP milletvekillerine saldırıyorlar. Bu kez de öyle oldu. Yumruklar, tekmeler havada uçuştu, yaralanan, hastaneye kaldırılan vekiller oldu.

Öncekilerden farklı olarak kadın vekiller de buna dahil oldular. Bağımsız milletvekili Aylin Nazlıaka’nın kendisine söz hakkı verilmemesini protesto etmek için kürsünün mikrofonuna kolunu kelepçelemesi üzerine, etrafını saran AKP’li kadın vekiller, Nazlıaka’yı tartaklayarak oradan kopardılar. Bu arada Nazlıaka’ya müdahaleyi durdurmak isteyen CHP ve HDP’li kadın vekillere saldırdılar. Pervin Buldan göğsüne aldığı bir darbe ile yere düştü, Şafak Pavey’in protez kolu çıktı, her ikisi de hastanelik olacak şekilde yaralandılar.

Bu tablo bir kez daha gösterdi ki, feministlerin iddia ettikleri gibi kadın vekillerin sayısının artması ile meclise “barış” gelmiyor. Her yerde olduğu gibi mecliste de kadınlar, sınıfsal konumlarına, siyasal tercihlerine göre saflaşıyor ve birbirlerinin karşısında yer alıyorlar.

Muhalif vekillere sözlü-fiziki saldırılarda sınır tanımayan AKP’liler, yalan ve iftirayı da elden bırakmadı. Bir AKP’linin kaval kemiğinin ısırıldığı yalanını (tıbbi olarak imkansızlığı kanıtlanmış olmasına rağmen), dillerine dolayarak CHP’li vekilleri hedefe çaktılar; “Köpekler giremez” dövizleriyle taciz ettiler. 

Diğer yandan tam bir kural tanımazlıkla “gizli oy” ihlaline ve bunun pervasız biçimde savunulmasına tanıklık ettik. Gizli oylamada milletvekillerine üç ayrı renklerde pul ve bir zarf veriliyor. Pullardan beyaz olanı kabul, kırmızı olanı ret, yeşil olanı da çekimser oy anlamına geliyor. AKP yönetimi, milletvekillerinden beyaz pulu zarfa koymalarını, kırmızı ve yeşil pulları da parti grubu görevlilerine vermelerini isteyerek, milletvekilinin hangi oyu kullanacağını garanti altına alıyordu. Anayasa oylamasında ise, buna bile gerek duymadan göstere göstere açık oy kullandılar. Bunlardan biri de Sağlık Bakanı Recep Akdağ’dı. CHP’li vekillerin “suç işliyorsun” itirazlarına, “evet suç işliyorum, sana ne, sana mı soracağım” diyerek üste çıkıp itiraz eden vekillere saldırdı.

Lenin, “parlamento burjuvazinin ahırıdır” demişti. Anayasa görüşmeleri sırasında yaşanan görüntüler, bu sözün haklılığını bir kez daha ispatladı.

Sonuçta AKP’li ve MHP’li vekiller birbirlerine oylarının rengini göstere göstere, sırıta sırıta oy kullandılar. Muhalif vekillerin itirazları da, AKP’li meclis başkanları tarafından reddedildi. Oysa yasaya göre “gizli oy” ihlali durumunda kabul edilen maddelerin iptali ve oylamanın tekrarı gerekiyor. Ama AKP ve MHP’li milletvekillerinden “fire”lerin çıkma olasılığı o kadar yüksekti ki, -ki bu durumda gerekli olan 330’un üstüne ulaşılamayacaklardı- yasa-kural tanımaksızın tam bir zorbalık içinde bu maddeleri meclisten geçirdiler. 

Ve mecliste estirilen bütün bu terör, kural tanımazlık, pervasızlık gözlerden gizlenmeye çalışıldı. Meclisteki görüşmeleri naklen yayınlayan TRT’nin “Meclis TV”si, anayasa görüşmelerini vermedi. CHP’li vekillerin çabalarıyla ve sadece bir-kaç kanalda izlenebildi. Yani tüm yasa-dışılıklarına bir de sansürü ekleyerek olan-biteni karartmak istediler. Cep telefonları ve tabletlerle yayın yapan CHP’li vekillerin üzerlerine saldırdılar. Yandaş ve “merkez” medya, bir kez daha “üç maymun”u oynadı. Buna rağmen görüntüler, önemli bir kitleye ulaşabildi.

Bir kez daha görüldü ki, AKP’nin diline pelesenk olan “milli irade” büyük bir yalandan ibarettir. Bırakalım milletin iradesini serbestçe ortaya koymasını, milletvekilinin iradesine bile ipotek konmuştur. Ve yasaları çiğneme pahasına açık oy kullandıracak kadar, kendilerine güvensiz, korku içindedirler.

 

Muhalefetin etkisizliği

Anayasa değişikliği sürecinde görülen bir diğer şey de, başta meclisteki partiler olmak üzere düzen-içi muhalefetin etkisizliğiydi.

Değişiklik meclise gelmeden önce, Kılıçdaroğlu grup toplantısında çok etkili bir muhalefet yapacaklarını, herkesin kendilerini izlemesi gerektiğini söyleyerek, büyük konuştu. Teslim etmek gerekir ki, CHP kendi açısından son yılların en etkili muhalefetini yaptı. CHP’li vekiller açık oylamaya karşı direndiler, yaptıkları çekimlerle bunu kitlelere ulaştırdılar ve anayasa mahkemesi için “delil” topladılar. CHP adına konuşmayı Deniz Baykal yaptı. Ve bu konuşma, bir çokları tarafından “tarihi bir konuşma” olarak nitelendirildi.

O Baykal ki, Erdoğan’ın zora düştüğü her durumda yanında yer almış ve düştüğü yerden çıkarmıştır. En son 7 Haziran seçimlerinin ardından günlerce ortalıkta görünmeyen yıkılmış durumdaki Erdoğan’ı yeniden ayağa kaldıran da odur. Erdoğan, seçim sonrası ilk görüşmesini Baykal’la yapmıştı, hem de Baykal’ın hiçbir sıfatı olmadığı halde… Şimdi aynı Baykal, Erdoğan’ın 7 Haziran seçimlerinden sonra çok korktuğunu, bir kez daha aynı korkuyu yaşamamak için anayasa değişikliği yaptırarak kendisini güvene almak istediğini söylüyor. Sanki o korkulu günlerde onu cesaretlendiren kendisi değilmiş gibi…

Anayasa tartışmalarının ilk başladığı günlerde de “Baykal, başkanlığa destek veriyor” türü haberlerin yayılması üzerine televizyon kanallarını dolaşarak kendini aklamaya çalıştı. CHP adına grup konuşmasını üstlenmesi de aynı sıkıntıdan kaynaklanıyor. Fakat ne yaparsa yapsın, Erdoğan’a Başbakanlık yolunu açtığı, 7 Haziran sonrası destek olduğu, dolayısıyla Erdoğan’ın bugünlere gelmesinde önemli bir paya sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldıramaz.

Bu yönleriyle CHP adına konuşmayı Baykal’ın yapması ayrı bir talihsizliktir. Ama daha önemlisi CHP’nin yapıp yapabileceği muhalefetin bunlarla sınırlı olmasıdır. Örneğin AKP’li vekillerin göz göre göre açık oy kullanmaları, bu konuda itirazlara rağmen bu şekilde verilen oyların geçerli sayılarak maddelerin birer birer geçmesi karşısında, “biz böyle bir oyunun içinde olmayacağız” diyerek meclisi terk edemezler miydi? Tek koşulu “gizli oy kuralının uygulanması” olan bir taleple meclisi boykot edemezler miydi? Buna HDP’li vekillerin de katıldığı durumda, AKP ve MHP’nin anayasa değişikliğini geçirebilmeleri mümkün olabilir miydi? Mümkün olsa bile meşruiyeti daha fazla sorgulanır hale gelmez miydi?

Ama hayır! Ne CHP, ne de HDP böyle dişe diş bir muhalefet yürütüyor. Her seferinde AKP’nin belirlediği koşullarda hareket ediyor, onun minderinde dövüşüyorlar. En fazla teşhirle yetiniyorlar. Oysa karşılarında “yüzüne tükürsen yağmur yağdı” diyen, hiçbir yasa-kural, ahlak tanımayan saldırgan bir güruh var. Bunlarla mücadele sadece teşhirle, şikayetle, hukukla olabilir mi? Bu şekilde karşı tarafı değil yenmek, geriletebilmek bile mümkün değildir.

AKP, başından beri cesareti ve giderek artan pervasızlığı, bu etkisiz muhalefetten aldı. Halen de aynı etkisizlik devam ediyor. Özellikle HDP, kendine bağlanan onca umudu çok kısa sürede heba etti. HDP, anayasa değişikliğinin mecliste görüşülmesini her koşulda reddetmeli ve meclisi terketmeliydi. Çünkü, aralarında eşbaşkanları da bulunan, 12 milletvekili tutukluydu. Ve bu vekiller, haklarının halen geçerli olduğunu, görüşmelere katılma koşullarının yaratılmasını istemişlerdi. HDP adına konuşan bir vekil, Demirtaş’ın bu talebini içeren dilekçesini okudu. Fakat bunun üzerine gitmediler.

Madem ki tutuklu vekillerin böyle bir hakkı vardı, bu hak ihlalini protesto etmek, doğal refleks olmalıydı. Sadece milletvekilleri değil, HDP’li belediye başkanlarının da büyük çoğunluğu tutuklanmış ve belediyelere kayyum atanmıştı. Bu koşullarda mecliste kalmaya devam etmeleri, üstüne üstük “tek adam diktatörlüğü”ne geçiş anlamına gelen anayasa görüşmesinde yer almaları, sistemin içinde kalmaya ne kadar kilitlendiklerini gösterir ancak. Sadece Garo Paylan’ın “Ermeni soykırımı” sözünden dolayı cezalandırılması üzerine salonu boşalttılar. Bu halleriyle CHP’li vekillerden bile etkisizdiler.

Sonuçta hem CHP, hem de HDP, bir kez daha AKP’nin hazırladığı oyunda figüran oldular.

 

Darbe anayasası

AKP, ilk yıllarında “askeri vesayete karşı”, “demokrasiden yana” AB’ci görüntüsüyle burjuva liberal kesimlerden büyük destek almıştı. Hatta Kürt ulusal hareketi ve onun manyetik alanı içinde olanlar, “statükoya karşı değişimin simgesi” diyerek AKP’ye örtük destek verdiler. Sadece ilk seçimlerde değil, sonrasında da Kürt hareketinin AKP’ye desteği sürdü.

Bu yıllarda AKP, darbelere karşı bir profil çiziyor, 12 Eylül’ü yargılamaktan bahsediyor ve 12 Eylül anayasasını değiştirip “sivil bir anayasa” yapacağını söylüyordu.

Bunların bir aldatmaca olduğu, oy tabanını genişletmek, iktidarını sağlamlaştırmak için bu demagojileri kullandığı o zaman da açıktı. Ne var ki, kendi deyimleriyle “kullanışlı aptal” burjuva liberaller başta olmak üzere birçok kesim, bu aldatmacaya kandı. “Ergenekon” adı altında rakip klikleri tasfiye etme operasyonlarını, AKP’nin lanse ettiği gibi “derin devletle hesaplaşma” olarak gördüler; “kontrgerilla dağıtılıyor”, “faili meçhuller aydınlanacak” diyerek güçlü bir destek sundular. 12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleşen anayasa değişikliği bu koşullarda yapıldı. Kendilerine “sol”, “sosyalist” diyen kimi reformist-liberal çevreler “yetmez ama evet” diyerek bu anayasayı onayladı.

Oysa 2010’daki anayasa değişikliğinin asıl amacı, yargı ve orduda ağırlığını koruyan “Avrasyacı” diye bilinen Rus-Çin yanlısı Kemalist kadrolarının tasfiyesiydi. AKP-Cemaat ortaklığının sürdüğü o dönemde Fethullah Gülen, “ölenlerin bile kalkıp oy vermesi”ni istemiş, referandumdan sonra ise “bu zafer 20 seçime bedeldir” demişti. Bu “zafer” üzerinden yargıyı ele geçirip rakip klikleri büyük oranda geriletmeyi başardılar, halk üzerinde baskı ve sömürüyü arttırdılar. Fakat sonra birbirleriyle rant kavgasına tutuşunca, yolsuzluk operasyonları, darbeler, karşı-darbeler, terörist saldırılar arka arkaya geldi.

O gün Cemaat’le kol kola yaptıkları anayasayı, şimdi Cemaat’le girdiği mücadelede elini güçlendirmek için yeniden yapıyorlar. Ama sadece Cemaat ve onun sırtını dayadığı emperyalistlere karşı değil, her tür muhalefeti ezmek, tek başlarına yönetimi olabildiğince garantiye almak, sağlamlaştırmak istiyorlar. Erdoğan’a bir “yargı zırhı” geçirerek, ölünceye kadar başta tutmayı amaçlıyorlar.

12 Eylül cunta şefleri, kendilerinin yargılanmasını durdurmak için anayasaya “geçici maddeler” koydurmuştu. Erdoğan ise, anayasayı esastan değiştirerek, yargılanmasının önüne geçmek istiyor.

Bunu başarabilirler mi? Cunta şefi Kenan Evren’in “geçici maddeleri” onu yargılanmaktan, tek başına bırakılmaktan, ölüsüne bile sahip çıkılmamasından kurtarabildi mi? Ya da Latin Amerika’dan Afrika’ya 40 yılı aşkın süre ülkelerini yöneten diktatörleri, yasaları, anayasaları kurtarabildi mi?

Ancak her diktatör, kendinden öncekilerin sonunu bildiği halde, kendisinin korunabileceğini zanneder ve bu “son”u olabildiğince geciktirmeye, mümkünse değiştirmeye çalışır. Şu anda Erdoğan’ın da yaptığı budur.

Neresinden bakılırsa bakılsın, (içeriği, yapılış biçimi, kişiye özel maddeleri vb.) bir darbe anayasası ile karşı karşıya olduğumuz açıktır. AKP 7 Haziran seçimlerini tanımayıp 1 Kasım seçimlerini dayatarak, ilk darbesini yapmıştı. Ardından 15 Temmuz sonrası OHAL ilanı ile kendi dışında herkese savaş açtı ve darbesini pekiştirdi. Şimdi onu bir anayasa ile tamamlama telaşındalar. Sıkça söyledikleri gibi, fiili duruma yasal bir kılıf giydirmek istiyorlar.

Erdoğan, 7 Haziran seçimlerinin ardından 15 Ağustos 2015 tarihinde Rize’de yaptığı bir konuşmada, bunu çok net biçimde söylemişti: “İster kabul edilsin, ister edilmesin, Türkiye’de yönetim sistemi değişmiştir. Şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuksal çerçevesinin yeni bir anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir.”

12 Eylül rejiminin ’82 Anayasası ile resmileşmesi gibi, Erdoğan da bugüne dek yaptıklarını anayasa ile resmileştirmek ve kendini garanti altına almak istiyor.

Kısacası bu bir darbe anayasasıdır. Darbenin asker ya da sivil güçler tarafından yapılmış olması, bu gerçeği değiştirmez. Aynı şekilde anayasanın asker ya da sivil yönetimler tarafından yapılmış olmasının da önemi yoktur; önemli olan onun içeriği, ruhudur.

Dünyada pek çok sivil faşist yönetimin yaptığı darbe anayasaları vardır. Bugün Türkiye’de yaşanan budur. 12 Eylül cuntasının askeri darbesinin anayasası, AKP’nin sivil darbesinin anayasası ile değişiyor. Evren’in anayasası, Erdoğan’ın anayasasına dönüşüyor.

 

Saflar netleşiyor

Anayasa değişikliği meclisten geçtiği andan itibaren iki cephe oluşmuş durumda: AKP ve MHP’nin Bahçeli kanadı “evet” derken; CHP’den HDP’ye, Vatan Partisi’nden Saadet Partisi’ne geniş bir kesim de “hayır” diyor. Her ne kadar HDP’nin “hayır”ı biraz sıkıntılıysa da, sonuçta partinin resmi açıklaması bu şekildedir.

Kendilerine “sol”, “sosyalist” diyen genel anlamda devrimci-demokrat kesimlerin ağırlıklı bölümü de “hayır” yönünde tavır belirlediler. Değişiklik henüz meclisten geçmemişken, çeşitli platformlarda “hayır cephesi”ni oluşturma önerisi ile geldiler. Fakat bu “cephe”nin hangi parti veya hareketin önderliğinde gerçekleşeceği konusunda hemfikir olunamadığından ortada bırakıldı. Sonrasında ise “herkes kendi evinin önünü süpürsün” misali, “herkes kendi kampanyasını yürütsün” denildi.

Kuşkusuz “hayır” diyen çok geniş bir kesim var ve bunların her biri de farklı saiklerle “hayır” diyor. Kimisi yeni anayasanın ülkeyi böleceği, Kürtlere özerklik verileceği savını ön plana geçiriyor; kimisi varolan sistemi savunuyor, en fazla bazı rötuşlarla parlamenter sistemin devam etmesini istiyor; kimisi sadece AKP, hatta sadece Erdoğan karşıtlığı üzerinden “hayır” diyor; kimisi laikliği ve cumhuriyetin erdemlerini öne çıkarıyor; kimisi ise varolan düzene tümüyle karşı çıkıyor, en azından halkçı-demokratik bir Türkiye istiyor vb…

Dolayısıyla herkesin “hayır”ı başka. Fakat kendisine “devrimci” “sosyalist” diyenlerin, -daha önceki referandum ve seçimlerde olduğu gibi- temel noktalarda birleşmeleri mümkündü. Ancak öyle olmadı. Bunun önemli bir nedeni, bazı kesimlerin HDP’nin yanında görünmek, onunla birlikte “hayır” kampanyası yürütmek istememesidir. Bunun bir yanı, devletin HDP’ye artan saldırılarıdır; bir yanı ise HDP’nin güven vermeyen tutumudur. Oysa bazıları, 2010’daki anayasa referandumunda HDP “boykot” kararı alınca, arkasına dizilmişlerdi. Keza 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde HDP’yi desteklemişler ve HDP’nin meclisteki sandalye sayısının artmasını “devrim” diye nitelemişlerdi. Ne önceki referandumda “boykot” kararları, ne de bugüne dek HDP’ye verdikleri koşulsuz destek ve yaydıkları pembe tablolar konusunda tek bir açıklama, bir özeleştiri yapmadan; şimdi “batan gemiyi terkeden fareler” misali ondan uzaklaşma başlamıştır.  

Elbette ki, HDP’nin anayasa değişikliği karşısındaki tutumu sallantılıdır ve güven vermemektedir. Ancak bu durum yeni değildir. Bilindiği gibi HDP, “başkanlık” tartışmaları başladığı dönemden itibaren, bu konuda zikzaklı bir seyir izledi. Bir yandan “Kürtlere özerklik” karşılığında başkanlığa yeşil ışık yaktılar, diğer yandan Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” sözleriyle seçim kampanyası yürüttüler. Bu çelişik durum, son anayasa değişikliği sürecinde de devam etti. Bazı HDP’li vekiller, Erdoğan’a açıktan çağrı yaparak, “anayasa değişikliğini bizimle görüş” dedi. “Kürtlere özerklik verilirse, başkanlığı destekleriz” diyenler oldu.

HDP’nin kafa karışıklığı hiç kuşkusuz Kürt ulusal hareketinden kaynaklanıyor. Öcalan’ın başkanlık konusunda söyledikleri hatırlardadır. HDP heyeti ile Öcalan arasında gerçekleşen “İmralı görüşmeleri”nde (ki bu görüşmeler “Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşa” adıyla Mezopotamya Yayınları tarafından basıldı) Öcalan, “başkanlık sistemini düşünebiliriz” (23 Şubat 2013) “Başbakan’a deyin ki, Başkanlık modelini de hızla tartışabiliriz” (9 Kasım 2013) diyerek, açıkça destek sunmuştu. 

Kürt hareketinin AKP’ye desteği, sadece “başkanlık” konusuyla da sınırlı değildi; ilk kurulduğu yıllardan itibaren açık veya örtük destek sundu. Öcalan yine bu görüşmelerde “biz onlara iktidarı altın tepside sunduk” (age, sf:19)  demişti. Gerçekten de zora girdikleri her durumda kurtarıcı rolü oynadılar. 2002 seçiminden bu yana yapılan hemen tüm yerel-genel seçimlerde “ateşkes” ilan ederek AKP’nin elini rahatlattılar mesela. 2007’de büyük çalkantılara yol açan Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını desteklediler. Dahası, Türkiye’nin en büyük halk ayaklanması olan Haziran direnişinde, “barış sürecini baltalıyor” diyerek direnişten çekildiler. Ardından 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarında Erdoğan’ın yanında yer aldılar.

“İmralı heyeti”nin daimi üyesi Sırrı Süreyya Önder, her iki kritik dönemde Erdoğan’la görüştü ve sonrasında bunları Öcalan’a aktardı. Öcalan da Önder aracılığıyla Erdoğan’a şöyle seslendi: “Sen -meydanlarda Apo’nun asılmamasına hayıflanırken, Apo seni kurtardı, idamdan kurtardı.” (age, sf: 219)

Öcalan’dan AKP ve Erdoğan’ı destekleyen daha pek çok alıntı daha yapılabilir. Öcalan’ı takip edenler, zaten bunları bilmektedir. Öcalan ve Kürt hareketi için önemli olan, Öcalan’ın koşullarının düzeltilmesi ve Kürtlerle ilgili bazı iyileştirmelerin yapılmasıdır. Bunun işçi ve emekçilerin yaşamını nasıl etkileyeceği, demokratik hak ve özgürlükleri ne duruma getireceği onları fazla ilgilendirmemektedir. Bugüne dek izledikleri bütün politikalarda bunu görmek mümkündür.

Şimdi anayasa değişikliğine “hayır” demeleri de, haklı olarak bazı soru işaretlerini doğuruyor ve güven vermiyor. Benzer bir durumu 2010’daki referandumda yaşadık. O zaman da sallantılı, çelişik tavırlar almışlar ve sonrasında etkisiz bir profil çizmişlerdi. O dönemi kısaca hatırlayalım.

PKK 1 Haziran 2010’da “tek taraflı ateşkes”i bozduğunu açıklamış ve arka arkaya asker cenazeleri gelmeye başlamıştı. Referandum öncesine denk gelen bu süreçte BDP (HDP önceli) “boykot” kararını açıkladı. Fakat AKP hemen Öcalan ile bir görüşme ayarladı. Avukatlarıyla gerçekleşen bu görüşmede, Öcalan, “Kürt halkını serbest bırakıyorum” dedi. Böylece BDP’nin “boykot” kararını boşa düşürdü. Ve hemen ertesi günü, bundan cesaret alan Diyarbakır’daki “sivil toplum örgütleri” referandumda “evet oyu kullanacaklarını” açıkladılar. Ardından PKK, 13 Ağustos-20 Eylül tarihleri arasında (yani referandum döneminde) eylemlerini durduracağını bildirdi. Önceden “boykot” diyen BDP de, “taleplerimiz karşılanırsa, boykot kararını gözden geçiririz” dedi. Sonuçta “boykot”tan dönemediler, ama olabilecek en pasif biçimde geçirdiler.

Bir karar bildirmekle, onun gereklerini yerine getirmek farklı şeylerdir. Karar doğrultusunda tüm güçlerini harekete geçirmiyor, o doğrultuda faaliyetler-eylemler gerçekleştirmiyorsan, ya alınan karara inanmıyor, ya da farklı hesaplar yapıyorsun demektir. Bu da sonuçta dostlarda güvensizlik, düşmanda umut yaratır. 

AKP’nin halen Öcalan’la görüşmeleri sürdürdüğü basına sızdırıldı. Referanduma yakın bir süreçte yine Öcalan’la görüştürüp yön değişikliği yaptırabilirler. Bu durumda HDP’nin kararı değişebilir. Kaldı ki, HDP  zaten “hayır” kararı doğrultusunda da harekete geçmiş değildir.

 

Tavır ne olmalı?

Bugün birçok siyasi yapı “hayır” sloganı üzerinden referandum çalışmalarını başlatmış durumdadır. Ancak bize göre bu referandumda “sandığa atılacak oy” üzerinden tartışmalara başlamak erkendir, üstelik doğru da değildir. Bu referandumda, asıl yapılması gereken; sandığın kurulmasını, referandumun gerçekleşmesini engellemektir.

İçinde bulunan koşullarda “hayır” mı-“boykot” mu tartışmaları ile vakit geçirmek doğru değildir. Taktiksel ayrılıkları bir kenara bırakıp, bu değişikliği durdurmak için güçleri birleştirme zamanıdır. Bütün enerjinin “tek adam-tek parti” faşizmini durdurmaya akıtılması gerekmektedir. Kilitlenmemiz gereken asıl nokta, referandumda hangi taktiğin izleneceği değil, bu referandumu yaptırmamak olmalıdır.

En başta OHAL koşullarında referanduma gidilemez. OHAL’in ilanından bugüne 50 bin kişi tutuklanmış, kamuda 137 bin kişi işini kaybetmiş, yüzlerce dernek, televizyon kanalı, gazete ve dergi kapatılmıştır. Türkiye, dünyada en fazla gazetecinin tutuklu olduğu bir ülke durumundadır. HDP’nin eşbaşkanları dahil 12 milletvekili, belediye başkanları, meclis üyeleri hapistir. Belediyeler, kayyum atanarak zorla gaspedilmiştir. Tek başına OHAL’in varlığı bile, bu oylamayı reddetmeyi gerektirir.

İkincisi; bu anayasa değişikliği kapalı kapılar ardında yapılmış, hiç bir aşamasında üniversitelerin, sendikaların, kitle örgütlerinin, hatta diğer partilerin görüşü, düşüncesi alınmamıştır. Anayasayı kimin ya da kimlerin yazdığı bilinmemekte, adeta sır gibi saklanmaktadır. Bugüne dek hiçbir anayasa değişikliği bu şekilde yapılmamıştır. Hukuk ve norm dışılığı, sadece hazırlık aşaması ile sınırlı kalmamış, meclis aşaması da aynı kural tanımazlık içinde olmuştur. Anayasa değişikliklerinde “gizli oy” tercih değil, yasal bir zorunluluktur. “Gizi oy”un ihlali durumunda sözkonusu oylama geçersiz sayılır, mutlaka yasalara uygun şekilde tekrarı gerekir. Yani kendi kurallarına göre bile, bu anayasa değişikliği yasal değildir. Normalde “anayasa mahkemesi”nden dönmesi gerekir. CHP bu yola başvuracak mıdır, ya da anayasa mahkemesi bu hukuksuzluğu onaylayacak mıdır bilinmez. Fakat her halükarda yasal olarak da geçersizdir.

Üçüncüsü; daha referandum süreci başlamadan “evet” demenin serbest, “hayır” demenin yasak olduğu bir döneme girilmiştir. “Hayır” afişleri asan CHP’li gençler kurşunlanmış, TKP’liler gözaltına alınmıştır. AKP’nin mafyası Sedat Peker, “sokağa ineceklere” tehditler savurmaktadır. Devletin resmi güçlerinin yanı sıra para-militer güçleri de devreye girmiştir. Diğer yandan cumhurbaşkanı, başbakan ve tüm AKP, devletin olanaklarıyla “evet” propagandası yapacak, sınırsız sayıdaki yandaş medya aracılığıyla “evet” empoze edilecek; fakat “hayır” diyenler sansür edilecektir, dahası kurşunlanacak, hapse atılacaktır. Bu koşullarda anti-demokratik seçimden sözetmek bile hafif kalır. Cunta koşullarında yapılan referandumdan farksızdır, hatta ona bile rahmet okutmaktadır.  

AKP’nin her seçimde yaptığı hileler, Yüksek Seçim Kurulu ve muhtarlar üzerinden ayarlanan seçmen listeleri, ölülere bile oy kullandırmalar gibi, bir dizi usulsüzlüğü saymıyoruz bile. Bunlara ek olarak referandum için yapılanlar ve daha yapılacak olanlar, böyle bir oylamayı reddetmek için fazlasıyla yeterlidir. Ve yürütülmesi gereken kampanya “bu koşullarda referandum yapılamaz” olmalıdır.

Elbette anayasa değişikliği ile getirilmek istenen “başkanlık” (sultanlık) sistemine karşı durmak ve geçit vermemek gerekiyor. Ama bunun birinci koşulu, “referanduma hayır” demek, böyle bir oylamanın kendisinin hukuk-dışı ve kabul edilemez olduğunu söylemektir.

Ne var ki, bugüne dek AKP’nin belirlediği çizginin dışına çıkmayan muhalefet, bir kez daha onun minderinde dövüşüyor. Gerek mecliste oylamaya katılarak, gerekse referandumda ‘hayır’ oyu vereceklerini açıklayarak, AKP’nin istediği zemine düşülüyor.

Bu oyuna gelmeyelim! “Hayır” mı “boykot” mu tartışmaları yerine, “referandum istemiyoruz”da birleşelim. Bütün gücümüzü bu referandum saçmalığını durdurmaya harcayalım. Kitlelerin böyle bir talebi, böyle bir gündemi bulunmuyor. Bu tartışmanın işçi ve emekçilerin hayrına tek bir yanı yok. Egemen sınıfların ve onlar içinde de bir kliğin çıkarı için halkı sandığa çağırmak, bizim işimiz olamaz.

Böylesi kritik bir süreçte “herkes kendi kampanyasını yürütsün” diyerek ayrışmak değil, “tek adam-tek parti” faşizmine karşı olan tüm güçleri birleştirmek gerekiyor. Kuşkusuz her kurum bağımsız faaliyetlerini yürütecektir. Taktiksel ayrılıklar olacak ve bunun nedenleri yazılıp-çizilecektir. Fakat bunlar, birleşik hareket etmeye engel değildir. Bunun için herhangi bir kurumun altında toplanmak da gerekmez. Koordinasyon gibi varolan birlikler değerlendirilebilir; ya da “BAŞKANLIĞA HAYIR! REFERANDUMA GEÇİT YOK!” türü sloganla sadece referandum sürecine dönük özel birlikler kurulabilir. Yeter ki, dönemin hassasiyeti ve bunun yüklediği sorumlulukla hareket edilsin…  

                  * * *

AKP ve Erdoğan, insanlığın bugüne dek katettiği mesafeyi geriye, ta Ortaçağ’a doğru çekmek istiyor. Oysa tarihin tekerleği hep ileriye doğru gitmiştir. Tabi ki, bu düz bir çizgide olmadı. Devrimler, daha güçlü karşı-devrimleri doğurdu; sosyalizm, faşizm eliyle boğulmak istendi. Ama sonunda kazanan hep insanlığın ilerici birikimi oldu.

Bu kez de öyle olacak. Onların geçici zaferleri kimseyi yanıltmasın ve karamsarlığa sürüklemesin. Son sözü, işçi ve emekçiler, ezilen halklar söyleyecek… İşçi sınıfının kurtuluşu aynı zamanda insanlığın kurtuluş olacak.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …