Ünlü savaş teorisyeni Clausewitz, savaşta düşmanı yenmek için savaşçıların en önemli erdemlerinin başında “cesaret” geldiğini söyler. Fransız Devrimi’nin önderlerinden Danton’un sloganlaştırdığı haliyle, “cesaret, cesaret, daha fazla cesaret”tir.
AKP hükümeti uzunca bir dönemdir bir “korku imparatorluğu” yarattı. Şimdi bunu anayasa ile resmileştirmek ve pekiştirmek istiyor. Bunun için anayasa değişikliğine “hayır” diyen herkes üzerinde terör estiriyor. Vapurda “hayır”lı şarkı söyleyen gençleri gözaltına alıyor, “hayır” afişleri asan CHP’li gençlerin üzerine kurşun yağdırıyor, “hayır” pankartı açanları tutukluyor, “hayır” diyen sendikaları basıyor, “hayır”lı mesajlar yazan sanatçılara linç kampanyası örgütlüyor, en hafifinden maliye müfettişleri gönderiyor vb… Hakaret, küfür, işten atmaların ise haddi hesabı yok!
Bunlarla da kalmıyorlar, 15 Temmuz sonrasında olduğu gibi para-militer çeteleri ortalığa salmış durumdalar. Bu çeteler, sokaklarda “hayır”cı avına çıkıyor. Sedat Peker gibi mafya bozuntuları tehditler savuruyor.
* * *
AKP yasal bir partinin sınırlarını çok aşan bir biçimde, yasa, kural, ahlak hiçbir şey tanımadan, kuralsız bir savaş yürütüyor. Bunu anayasa değişikliğinin her aşamasında sürdürdüler. Meclisten nasıl bir terör estirerek ve tüm kuralları çiğneyerek geçirdiklerine tanık olduk. Açık oy kepazeliğine karşı çıkan vekillere saldıran, “suç işliyorum ulan, sana ne” diye bağıran, pervasız ve lümpen “bakan”ları gördük.
OHAL ilanından bu yana iyice gemi azıya alan bu zorbalığı ve keyfi yönetimi kalıcı hale getirmek ve yasal kılıfa sokmak için, saldırıların boyutunu tırmandırıyorlar.
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, “evet çıkmazsa terör artar” diyerek, bunu açıkça ilan etti. Başta devlet terörü olmak üzere resmi-sivil faşist her tür saldırının arkasında AKP’nin olduğu, bundan daha açık itiraf edilebilir mi?
Başbakan Binali Yıldırım da “itaat et, rahat et” diyor. Yani “ya dayattığımız rejimi kabul eder, ona kul-köle olursun; ya da size dünyayı zehir ederiz” diyorlar.
Bu halka karşı açılmış bir savaştır. Bize de “davetleriniz kabulümüzdür” demekten ve onun gereklerini yapmaktan başka bir yol kalmıyor.
* * *
Herhangi bir anayasa değişikliği ile karşı karşıya değiliz. Bugüne kadar 12 Eylül anayasası defalarca değiştirildi, bir çok maddesi kaldırıldı. Bunların bir kısmı “AB’ye uyum” içindi, ama sonuçta sistemin kendi içindeki değişikliklerdi. Fakat bu kez parlamenter rejimi ortadan kaldıran köklü bir değişiklik sözkonusudur.
Elbette parlamenter sistem, düzen-içi muhalefetin yaydığı gibi “demokrasi” değildir. Ancak padişahlıktan meşrutiyete, oradan cumhuriyete, yani mutlakiyetten parlamentarizme geçiş, insanlığın ileriye doğru gidişinin ulaştığı bir düzeydi. Ve bu düzeye kendiliğinden gelinmedi veya egemenler tarafından bahşedilmedi. Yüzlerce yıl süren savaşlar, mücadeleler sonucu kazanıldı.
Fakat insanlığın “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” talebi ve bu uğurda verdiği mücadeleler, parlamenter sistemde çakılıp kalmadı; demokratik halk iktidarlarını, proletarya diktatörlüğünü yarattı, sosyalizme ulaştı. Bu ilerleyiş karşısında burjuvazi, iktidarını korumak ve sistemin ayıplarını örtmek için, parlamentoyu bir “incir yaprağı” olarak kullandı. Ancak kimi dönem -özellikle savaş ve devrim yıllarında- buna da ihtiyaç duymayıp kaldırıp attı.
Şimdi AKP’nin yeni anayasa ile yapmaya çalıştığı budur. Parlamenter faşizmden, “klasik faşizm”e, “tek lider-tek parti” faşizmine geçiliyor. 1920’lerin sonunda Avrupa’da görülen Hitler, Mussolini, Franco tipi faşizme öykünülüyor.
“Başkanlık sistemi”ne, “üniter yapıyı yıkıp federasyon getireceği” için karşı çıkan şoven-milliyetçilere Erdoğan, Aralık 2015 tarihinde şöyle demişti: “Üniter sistemlerde başkanlık sistemi yok diye bir şey yoktur. Şu anda bunun zaten dünyada örneği var. Yani geçmişten bu yana var. Hitler Almanyası’na baktığınızda orada da bunu görürsünüz.”
Hitler Almanyası’nın anayasasını örnek gösterecek kadar zıvanadan çıkmıştır. Onun Hitler özentisi, kendisine “reis” lakabını uygun görmesinden de anlaşılıyor. Bilindiği gibi aynı anlama gelmek üzere Hitler “führer”, Mussolini ise “duçe” sıfatlarını kullanıyorlardı.
Kısaca karşı karşıya kaldığımız durum, Hitlervari bir faşizmdir.
* * *
Önümüze sürülen bu Hitler anayasası gayri-meşrudur! Sadece hazırlanışı, meclisten geçirilişi yönleriyle değil, bir bütün olarak gayri-meşrudur!
Ne böyle bir anayasayı, ne de onun referandumunu tanımak zorundayız!
Bir insanın “yaşam hakkı” oylanabilir mi? Temel hak ve özgürlükler, insanlığın bugüne dek elde ettiği kazanımlar oylamaya sunulabilir mi?
Bu haklar, referandumla-seçimle mi kazanıldı ki, şimdi referandumla geri alınabilsin! Kan ve can bedeli kazanılanlar, yine kan ve can bedeli savunularak korunabilir. Onun içindir ki bu savaş, sandıkta değil sokakta kazanılacaktır!
“Mal mülk kaybetmek, bir şeylerini yitirmektir / onurunu kaybetmek, çok şeyi yitirmektir / cesaretini kaybetmek, her şeyi yitirmek demektir” demişti Gothe.
Bu referandumu durdurabiliriz! AKP’li anket şirketleri bile “hayır”ların fazla olduğunu söylüyor, ancak “hayır” diyenler bile, referandumdan “evet” çıkacağını düşünüyor! Çünkü şimdiye kadar AKP, her girdiği seçimden hile, entrika ve zorbalıkla galip çıkmayı başardı. Ve sandığı bir “çamaşır makinesi” gibi, kendisini aklama aracı olarak kullandı.
Kitleler haklı olarak sandığa güvenmiyor. Zaten seçimler de sandıkta kazanılmıyor. AKP ve Erdoğan da aslında sandıkla gelmediler, sandıkla da gitmeyecekler!
Böyle bir dönemde en fazla ihtiyacımız olan şey, “cesaret”tir. Erdoğan kliğinin halka karşı açtığı savaşı, ancak cesaretle üzerine yürüyerek kazanabiliriz. Kitlelerin içine düştüğü bu ruh halini değiştirmek buradan geçiyor. Unutmayalım ki, korku kadar cesaret de bulaşıcıdır.
Danton’un 300 yıl önce söylediği gibi, “Cesaret, cesaret, daha fazla cesaret!”