24 Ağustos 2016’da başlayan AKP’nin Suriye macerası, 6 ay ve 70 asker cenazesinin ardından El Bab’a ulaştı. Ancak bundan sonrası belirsiz. Aşağıdan Suriye Ordusu, doğudan ve batıdan Kürt kantonları tarafından önü kesilen TSK, şimdi bir taraftan ABD ile Rakka operasyonu için pazarlık yürütmeye çalışıyor, bir taraftan da Rusya’dan bir icazet bekliyor.
ABD’yle mi Rusya ile mi beraber
Türkiye Suriye topraklarına Rusya’nın izni ile girmişti. 15 Temmuz’daki ABD destekli darbenin ardından, AKP hükümeti kendisini koruyacak yeni ittifak arayışı ile Rusya’ya yakınlaşmış ve belli pazarlıklar sonucunda Suriye’ye girmeyi başarmıştı. Erdoğan’ın 5 yıllık hayali böylece gerçekleşti. Ancak bu hayal başladıktan kısa bir süre sonra kabusa dönüştü.
En başta Rusya ile işler istediği gibi gitmedi. Rusya, Halep savaşını kazanmak için Türkiye’yi kullandı. Halep’teki Türkiye destekli Nusracıların çekilmesi karşılığında, Cerablus’tan Dabık’a kadar alanda ilerlemesine izin verdi. Ancak AKP hükümeti burada durmadı. El Bab’a doğru ilerledi. Üstelik hem Suriye Ordusu’yla çatışma noktasına kadar yaklaştı, hem de Menbiç üzerinden YPG’ye yönelik tehditlerini artırdı. Bu arada, ÖSO çeteleri de Rusya’ya ve Suriye Ordusu’na yönelik provokasyonlar gerçekleştiriyorlardı.
Rusya’nın TSK askerlerinin bulunduğu bir binayı bombalaması, ilk uyarıydı. ÖSO saldırısı sonucu 22 Suriye askerinin ölmesine karşılık TSK’yı hizaya çekme uyarısıydı bu. Arkasından Suriye Ordusu ilerledi ve El Bab’ın güneyini tamamen ele geçirdi. Üstelik Rusya, Türkiye’den, El Bab’ın tamamını Suriye’ye bırakarak geri çekilmesini istedi. Böylece Türkiye’nin Suriye’de bir adım daha ilerlemesine izin vermeyeceğini de göstermiş oldu.
Diğer taraftan Rusya, Türkiye’nin Kürtler karşısındaki tutumunu da onaylamadığını, bu konuda Kürtlerin yanında yer alacağını gösteren adımlar attı. Astana görüşmelerinde Türkiye’nin ısrarına rağmen PYD’yi “terör örgütleri” arasında saymadı; Astana toplantısının ardından Suriye’de Kürtlere özerlik tanıyan bir anayasa taslağını kamuoyuna sundu; Cenevre’de PYD’nin mutlaka olması gerektiğini birçok defa açıkladı; Moskova’da bir Kürt Konferansı düzenlenmesine izin verdi. Bütün bunlar Rusya’nın Türkiye’ye “PYD’den uzak dur” mesajlarıydı.
En önemli haber ise, 2 Mart günü geldi. PYD, Menbiç’in batı kıyısını Suriye Ordusu’na devredeceğini açıkladı. Birkaç gün önce, Rusya PYD’ye, “Menbiç’e Suriye bayrağı çekerseniz Türkiye size saldıramaz” demişti. PYD’nin kendi elindeki toprağın bir kısmını Suriye Hükümeti’ne devretmesi, gerçekten de Türkiye’nin Menbiç’e saldırmasının önündeki en büyük engel. Bu koşulda hem PYD Türkiye’ye karşı Rusya’nın desteği ile kendisini güvenceye almış oluyor, hem de Suriye Ordusu, El Bab’dan Türkiye sınırına kadar uzanan bir hatta sahip oluyor.
Aynı süreçte AKP’nin Trump seçildikten sonra ABD ile kurmak istedikleri ilişkiye dair beklentileri de karşılık bulmadı. Trump ile ilk görüşme, görevi devralmasından 19 gün sonra (8 Şubat) üstelik de telefonla gerçekleşti. Türkiye’ye ilk ziyaret, bu telefonun ardından 9 Şubat’ta CIA Başkanı Michael Pompeo tarafından gerçekleştirildi ve büyük bir diplomatik çöküntü ifadesi olarak CIA başkanı, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı ile doğrudan görüştü. Protokolde cumhurbaşkanından kaç kademe aşağıda olan bir bürokrat, ABD Başkanı’nın sözcüsü olarak hareket ediyordu. Ardından gelen ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford (17 Şubat) ise, doğrudan İncirlik Üssü’ne gitti ve Türkiye Genelkurmay Başkanı’nı ayağına çağırdı.
Tüm bu görüşmelerde Türkiye’nin tek bir talebi vardı: ABD’nin Rakka operasyonunu PYD ile değil, Türkiye ile gerçekleştirmesi. Karşılığında PYD’nin öncelikle Menbiç’i boşaltmasını istiyordu; elbette sonrasında PYD’nin daha da geri çekilmesini isteyecekti. Barzani ile işbirliğini tamgaz sürdüren AKP hükümeti, Suriye Kürtleri sözkonusu olduğunda pervasız bir saldırganlık göstermekten kaçınmıyordu. Üstelik, bu saldırganlığa gücünün yetmeyeceğini bile bile.
AKP’nin bütün çabasına rağmen ABD, Rakka operasyonunda Türkiye ile değil, PYD ile birlikte hareket edeceğini açıkladı. Türkiye ise, bu defa dayanaksız bir hava ile, tıpkı Musul operasyonu başlamadan önceki esip gürlemesine benzer bir biçimde Menbiç’e kendisinin doğrudan saldıracağını söylemeye başladı. ABD ise PYD’ye ağır silahlar satacağını duyurdu ve Menbiç’e ABD tanklarını yerleştirdi; böylece Menbiç’e saldırının ABD tarafından karşılanacağını gösterdi.
Sonuçta Rusya da, ABD de, Türkiye’nin artık Suriye konusunda yeni bir adım atmamasını, PYD’yi rahat bırakmasını ve varolan fiili durumu kabullenmesini istiyor. Türkiye’nin ne ÖSO’yu pazarlama çabası, ne TSK’yı öne sürmesi, ne de Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte bir “İslam Ordusu” kurarak Suriye savaşını sürdürme girişimi, emperyalistlerde karşılık buluyor. ABD ve Rusya, farklı saiklerle de olsa, Türkiye’nin dizginlenmesi, Suriye kapısının Türkiye’ye kapanması gerektiğini gösteriyorlar. Şimdi Türkiye, ABD ya da Rusya ile savaşma ihtimalini gözden geçirmek zorunda.
Asker cenazeleri nereye kadar
Erdoğan’ın Menbiç ya da Rakka macerasının önündeki engellerden biri de, giderek artmakta olan asker cenazeleridir. Başlangıçta bu cenazeler fazla bir tepki oluşturmadı. Bölgeye gönderilen askerlerin niteliği farklıydı çünkü. Olağan bir savaşa “düzenli ordu” birlikleri katılır; buradaki askerlerin çoğu zorunlu askerlik yapan erlerdir. Çoğu yoksul halkın çocuklarıdır ve aileleri mecbur kaldıkları için onları savaşın içine göndermiştir. Bu nedenle cenazesi dönen çocuğu için duyduğu acı daha derin, öfke daha büyük olur.
Cerablus’tan Suriye’ye geçen askerler ise, önce özel harekatçılardan oluşturuldu. Özel harekatçılar için askerlik zorunluluk değil bir tercihtir; ve aldıkları maaştan, aileleriyle olan ilişkilerine kadar her şeyleri farklıdır. Özel harekatçıların yetmediği koşulda ise FETÖ’den yargılanan asker ve subaylar gönderildi bölgeye. “Denetimli serbestlik”le yargılanmakta olan askerlere adeta bir dayatma oldu bu: Ya Suriye’ye gitmeye gönüllü olacaklardı, ya da tutuklanacaklardı. Başta pilotlar olmak üzere, bir çok asker de bu nedenle gitti savaşa. Üzerlerindeki “darbeci” yaftasından dolayı ne onların ne de ailelerinin herhangi bir konuda itiraz etmeye gücü de, olanağı da yoktu.
Son dönemde ise “düzenli ordu” birliklerine daha çok ihtiyaç duymaya başladılar. Çünkü AKP’nin “eğitip-donattığı” ve ÖSO adını vererek Cerablus’a sürdüğü “başıbozuk alayı”nın savaşma gücü yoktu. Cerablus’ta IŞİD zaten anlaşmalı olarak çekilmişti; Dabık’ta ÖSO’nun beceriksizlikleri had safhaya çıktı; El Bab’da ise artık doğrudan TSK savaşıyordu. Menbiç ya da Rakka macerasında da, ÖSO adlı ne idüğü belirsiz çetelere güvenemeyeceğini anladığı için, TSK’nın doğrudan savaşa girmesinden başka çıkar yolu yoktu.
Ancak “zorunlu askerlik” yapanların yer aldığı “düzenli ordu”nun savaşa daha fazla girmesi, daha fazla asker cenazesi ve cenazeler karşısında daha fazla infial kopması anlamına geliyor. AKP hükümeti tarafından kontrol altına alınamayacak, basından gizlenemeyecek kadar büyük bir infial.
Diğer taraftan, askerlerin motivasyonu da savaş çığırtkanı hükümetin önündeki bir başka sorun. Meşruiyetini kabullenmedikleri bir savaşı askerler kazanamazlar. Ölüme gitmek için bir motivasyona ihtiyaçları vardır. Manevi olarak kendisini güçlü kılacak, savaşma ve ölme isteği uyandıracak bir motivasyon.
Suriye’deki askerler için bu savaşın meşruiyeti oluşmuş değil. Bugüne kadar “sınırlarımızı IŞİD’den korumak”, “sınırlarımızda bir Kürt devletine izin vermemek” vb. bahanelerle zar-zor da olsa getirmeyi başardılar. Ancak Rakka için bu bahanelerin hiçbir gerçekliği olmadığı ortada. Yani Türkiye’nin Rakka’da savaşması için bir gerekçesi yok. ABD ve Rusya dışında bölgede savaşan tek yabancı ülke Türkiye; ve bunun meşruiyetini oluşturacak argümanları inandırıcı değil. İkincisi, hem Rusya hem de ABD, Türkiye’nin artık daha fazla ilerlemesini istemiyor ve engelliyor. Böylece Türkiye daha da yalnızlaşıyor ve savaşı sürdürmekte zorlanıyor. Bu durumda savaşan askerler için de savaş daha fazla anlamsızlaşıyor.
* * *
Erdoğan’ın bütün çabasına rağmen, Suriye savaşında ona bir sınır çizildi. ABD, ÖSO ya da İslam Ordusu tekliflerini öteleyerek; Rusya ise, Suriye Ordusu’nun El Bab’ın güneyini tamamen kapatmasını, böylece Türkiye’nin ilerleyebileceği bir yol bırakmamasını sağlayarak bunu gösteriyorlar. Türkiye’de kitlelerin tepkisi ve muhalefeti de Suriye savaşının daha fazla sürdürülmesini zorlaştırıyor.
Ancak hem içeride hem de dışarıda yaşadığı sıkışma, Erdoğan’a Suriye’de bir nefes alma alanı açmayı zorunlu kılıyor. Bu nedenle tüm gücüyle savaşın bir ucuna tutunmaya çalışıyor. Bu koşullarda Erdoğan’ın bu maceraya atılıp atılmayacağı belirsizdir.