Avrupa ülkeleri ile Erdoğan arasındaki “kavga”, son bir ay içinde yeni bir boyut kazandı. Neredeyse kavga edilmedik ülke kalmadı; üstelik bu kavgaların her biri diplomatik skandallarla içiçe yürütüldü.
AKP’nin Avrupa’da referandum çalışması yürütme çabası, Erdoğan’dan ve Erdoğan’ın başkanlık ısrarından rahatsız olan Avrupa ülkelerinin barajına takıldı. Avrupa ülkeleri, çeşitli bahanelerle seçim toplantılarını iptal etti.
Aslında, yurtdışında seçim ve referandum çalışması yürütmek, Türkiye’nin yasalarına aykırı bir durum. 2008’de çıkartılan bir yasayla, siyasi partilerin yurtdışında seçim çalışması yapması yasaklanmış; Şubat 2017’de alınan bir kararla, bu durum 16 Nisan referandumu için tekrar teyit edilmiş.
Yani AKP hükümeti, kendi yasalarını çiğneyen bir adım daha atmak için bu kadar canhıraş bir çaba içine girerken, bu defa Avrupa’nın engeline takılmış durumda.
Avrupa’da “başkanlık” propagandası yasak
Mart ayı başından itibaren önce Almanya’da Erdoğan’ın, Yıldırım’ın ve AKP’li bakanların etkinlikleri yasaklanmaya başlandı. Yapılacak olan toplantılar çeşitli bahanelerle engellendi. Almanya’nın tutumu hızla Avusturya, Hollanda, İsviçre, İsveç ve Danimarka’da karşılık buldu. Öyle ki AKP hükümeti, referandum çalışması için yurtdışında kendisine yer bulamaz oldu.
Engellemeler üzerine Erdoğan tonu biraz daha yükseltti. Önce “oraya gelirim, içeri sokmazsanız dünyayı ayağa kaldırırım” diye tehdit savurdu. Oysa zaten Erdoğan karşıtlığı üzerinden “dünya ayağa kalkmış”, AKP’li bakanlara karşı tavır almaya başlamıştı bile; ama farkında değildi. Almanya’yı ve yasak kararı getiren diğer Avrupa ülkelerini “Nazi” olarak suçlaması ise bardağı taşıran damla oldu.
İşin bir yanı; ülkesinde her tür baskıyı, hukuksuzluğu, pervasızca saldırganlığı uygulayan Erdoğan’ın, Almanya’ya ardı önü seçim toplantılarını iptal ettiği için “Nazi” demesi, hem trajiktir, hem de komiktir. Diğer yanda ise, “Nazi” kelimesinin, üstelik de Almanya için, en ağır küfürden daha ağır bir hakaret olduğu gerçeği durmaktadır.
Ancak Erdoğan’a bu ağır ve saldırgan hakareti yapmak da yetmedi, AB ile ilişkileri daha da gerecek bir mizansen organize etti. Bunun için Hollanda’nın, Çavuşoğlu’nun uçuş iznini iptal etmesi bahane olarak kullanıldı. “Korsan” bir yöntemle, Aile Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya (Kardeşi AKP’li belediyeden 1 milyon liralık ihale almış olan Bakan Kaya), Almanya’dan karayolu ile Hollanda’ya gizlice geçti. Hollanda Kaya’nın Rotterdam’daki konsolosluğa girişini engelledi. Bu arada bölgeye yığılmış olan AKP’li bir grup, gösteri yapmaya başladı. Hollanda polisi ise köpekli ve atlı polislerle göstericileri dağıttı.
Bu olaylar sırasında AKP yalakası göstericilerin kendi aralarında konuşurken, “burası Türkiye değil, bizi tutuklamazlar” cümlesini sarfetmesi ise, çok çarpıcı bir durumu ortaya koyuyordu. “Hollanda faşizmi”ne karşı gösteri yapmak üzere toplanmış olan AKP yandaşı grup, gerçek faşizmin Türkiye’de olduğunu itiraf ediyordu.
Milliyetçilik kışkırtması, diplomasi rezaleti
AKP’nin bilinçli bir biçimde tırmandırdığı diplomatik kriz, diplomatik rezalete dönüştü. Ülke tarihinde ilk defa bir bakan “istenmeyen adam” ilan edildi ve sınır dışı edildi. AB ülkeleri Hollanda’ya destek veren, Türkiye’nin ısrarını kınayan açıklamalar yaptılar.
AB ile de sınırlı kalmadı, Rusya ve NATO, “tarafsız” durmaya çalışır görünen, ama gerçekte Hollanda’ya destek anlamına gelecek açıklamalar yaptılar. BM ise, “konu hakkında bilgi sahibi değiliz” sözleriyle, AKP’yi tümüyle yalnız bırakan bir tutum aldı.
AKP’nin ısrarı, bütün dünyanın nezdinde teşhir oldu. Yaşanan seviyesizlik ve saldırganlık, Hollanda Başbakanı Rutte’nin “yanlış bir filmin içine düştüm” sözlerinde ifadesini buluyordu. Erdoğan’ın, diplomasinin ve uluslararası sözleşmelerin temel kurallarına bile uymayan tutumu, Avrupa’da şaşkınlıkla karşılanmıştı.
Buna “Nazi” suçlamasının yarattığı öfke de eklendi. Kraliyetle yönetilen Ortadoğu-Afrika ülkelerinde bile bulunmayan bir statü hedefleyen “başkanlık sistemi”ni dayatan; meclisi, yasayı, hiçbir denetleyici kurumu tanımayan; OHAL kararnameleri ile ülke yöneten; dünyada en fazla tutuklu gazetecinin bulunduğu bir ülke haline getiren; Kürt kentlerinde insan kıyımı yapan; yolsuzlukları ayyuka çıkmış olan Erdoğan yönetimi, Avrupa ülkelerini “Nazi” olmakla, “faşizm”le suçlayınca, tepkiyi daha da büyüttü.
AB ülkeleri en başta Avrupa’da yaşayan ve çifte vatandaşlığı olan Türkiyelileri hedefe çaktılar. “Türkiyelileri Erdoğan’dan korumak için”, çifte vatandaşlığı kaldırabileceklerini duyurdular. Bu koşullarda, Türkiyeliler’in yapacağı tercih elbette AB vatandaşlığını olacaktı. Ve bu durum, AKP’nin sürekli lafını ettiği “Avrupa’daki 5 milyon vatandaşımız” ajitasyonunun boşa düşmesini getirecekti.
Bir başka tehdit ise, AKP’nin talimatıyla Hollanda’da saldırıya geçen güruh başta olmak üzere, AB’nin “huzurunu bozan” kişilerin sınır dışı edilmesiydi.
Ve bu tehditlerin ikisi de, en azından bu referandumda, Erdoğan’a verilecek oyların azalması anlamına geliyordu.
Zaten AB içinde, bu yönde bir telkin de başlamış durumda. İsviçre’de Blick gazetesi, ilk sayfada Türkçe olarak “Erdoğan’ın diktatörlüğüne HAYIR oyu kullanın” manşetini attı. “İsviçre’de yaşayan sevgili Türkler” diye başlayan yazıda açıkça, “bizim demokratik standartlarımızda yaşıyorsunuz. Eğer Erdoğan’ın diktatörlüğüne Evet diyorsanız, gidip kendi ülkenizde yaşayabilirsiniz” dendi.
Üstelik sonrasında da, Türkiye’ye olan tepkiler her vesile ile ortaya döküldü. İsviçre “buradaki Türkiyelileri MİT izliyor” diyerek teşhir etti. Norveç, FETÖ’cü olduğu iddia edilen Türkiyeli dört NATO subayı ile bir askeri ataşeye sığınma hakkı verdi. Almanya, camilerde görevli Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’nin (DİTİB) imamlarının “casusluk” yaptığını ileri sürdü ve DİTİB’in Türkiye’den bağımsız olması gerektiğini söyledi. Ayrıca Türk vatandaşlarının referandumda oy kullanabilmesi için Erdoğan başta olmak üzere AKP’lilerin Alman yasalarına uymasını istedi. Alman İstihbarat Servisi (BND) Şefi Bruno Kahl, darbe girişiminin arkasında Fethullah Gülen’in bulunduğuna dair kanıt olmadığını söyledi; uzun süredir Türkiye’deki devlet yetkililerini dinleyen BND, şeflerinin ağzından “haklarında çok şey bildiklerini” söyleyerek, aba altından sopa göstermiş oldu.
Ve hepsinin üstüne tüy diker gibi, AB Venedik Komisyonu, referandumda “evet” çıkması durumunda Türkiye’nin otoriter bir sisteme geçeceğini, bu koşulda AB’nin “yükümlülüklerini” yerine getirmekten daha da uzaklaşacağını (yani AB’ye asla üye olamayacağını) söyleyerek uyardı.
Almanya’nın son bir yılda Türkiye’nin silah satışı talebini tam 11 defa reddetmesi, bunu yaparken de “halka karşı kullanabileceği ihtimali”ni ileri sürmesi, Erdoğan’a duyulan tepkinin askeri alana da yansıdığını gösteriyordu.
“Portakal” keserek “yaptırım” uygulamak
Erdoğan “milli mesele” diyerek Avrupa ile kavganın dozunu artırırken, AKP tetikçileri de boş durmadı. Sokaklarda portakal keserek suyunu içmek; “krizin sorumlusu” olan Holstein cinsi inekleri sınırdışı etmek; Hollanda bayrağı sanarak yanlışlıkla Fransa bayrağı yakmak gibi “yaptırımlar”la, “Hollanda ekonomisini yerle bir etmek” görevini başarıyla yerine getirdiler.
Gerçekte ise Türkiye’nin Avrupa’ya herhangi bir konuda yaptırım uygulaması sözkonusu olamazdı zaten. Krizin en şiddetli yaşandığı Hollanda bile, tek başına Türkiye ekonomisinde çok önemli bir yere sahip.
Bütün ülkelerden gelen turistler azalmışken, Hollanda’dan Türkiye’ye yılda 1 milyon turist gelmeye devam ediyor. Türkiye-Hollanda yıllık ticaret hacmi 6 milyar doların üzerinde seyrediyor. Hollandalı şirketlerin Türkiye’de 22 milyar dolarlık yatırımları var. Bunların içinde en önemlilerden biri Petrol Ofisi ortaklığıdır. Keza Hollandalı Shell, Philips, Unilever gibi dev tekellerin yanısıra, inşaattan perakende mağazalarına kadar, pek çok alanda Hollandalı şirketlerin yatırımları sözkonusudur.
Ve bu kadar ağır bir ekonomik krizin içinde, ne Hollanda’ya ne de herhangi bir Avrupa ülkesine yaptırım uygulamayı bırakalım, ilişkileri sertleştirme ihtimali bile yoktur. Yapılanlar tümüyle dönemsel biçimde dikkatleri dağıtma, günü kurtarma amacını taşımaktadır.
* * *
Hollanda ve AB ülkeleriyle yaşanan krizde, asıl hedefin referandumda “evet” oylarını artırma olduğunu pek çok kesim ifade etmektedir. Göstermeye çalıştıklarının tersine, tırmandırılan kriz Türkiye içinde “evet” oylarını artırmamıştır. Dahası, Avrupa’da yaşayan ve krizden tedirgin olan kitlenin, yaşadığı ülkede sorun çıkmaması için “hayır”a yönelmesi güçlü bir olasılıktır.
Ancak işin gözlerden gizlenen bir boyutu daha vardır. Avrupa ile olan kriz, Menbiç ve Rakka’da Türkiye’nin dışlanmasını da örtbas etmeyi başarmıştır.
AKP hükümeti, bir ay öncesine kadar PYD’nin Rusya ve ABD ile olan işbirliği karşısında kıyametler kopartıp tehditler savururken; Menbiç’e mutlaka gireceğini, PYD’yi “Fırat’ın doğusuna süreceğini” iddia ederken; Rakka operasyonuna katılmak için ABD’nin karşısında her türlü manevrayı gerçekleştirirken, bunların tümünde başarısız olmuştur. “Hollanda mizanseni” ile bu gerçek de unutulmuş, gündemden düşürülmüştür.
Diğer yandan AB’nin bugüne dek AKP’ye ve Erdoğan’a verdiği desteğin artık sona erdiği görülmektedir. Özellikle Erdoğan’ın “başkanlık” ısrarı, tüm yetkileri elinde toplama çabası, ters tepmiştir.
Elbette her emperyalist güç Erdoğan’ı kullanmak ister, ancak son yıllarda çizdiği zikzaklarla “güvenilmez-öngörülemez” ilan edilmiş ve destekler çekilmeye başlamıştır. Buna Erdoğan’ın 15 yıllık sürede yıpranması ve halkın desteğini kaybetmesini de eklemek gerekir.
Kısacası Erdoğan’ı işbaşına getiren iç ve dış koşullar değişmiş, her işbirlikçi gibi kullanım değeri düşmüştür.