Temmuz 2015 tarihinde başlayan Kürt illerindeki abluka ve katliamlar, aylar sonra Birleşmiş Milletler (BM) tarafından, 10 Mart 2017 tarihinde rapor edildi.
Temmuz 20015-Aralık 2016 tarihleri arasında yapılanları rapor eden BM yetkilileri, bu süre içinde yaklaşık 2 bin kişinin hayatını kaybettiğini ve ciddi insan hakları ihlallerinin yapıldığını belirtiyor. Hayatını kaybeden 2 bin kişiden 800’ünün güvenlik gücü, 1200’ünün de siviller ya da silahlı kişiler olduğunu söylüyorlar. Ayrıca 2016’da Cizre’de 189 kişinin haftalarca bodrumlarda su, yiyecek ve ilaç olmadan mahsur kaldığı da belirtilmiş durumda. Nusaybin’de 1786 evin, Sur’daki evlerin yüzde 70’inin bombalama sonucu yıkıldığı söyleniyor. Operasyon sona erdikten sonra da imha harekâtının devam ettiği, hayvanların bile zarar gördüğü gündeme getiriliyor. Türkiye’nin orantısız güç kullandığı ve ağır silah kullanımının toplu ölümlere neden olduğu belirtiliyor.
BM insan hakları ofisinden yapılan açıklamada, çoğunluğu Kürt 500 bin kişinin yerinden edildiği belirtildikten sonra, yıkımın ulaştığı boyutlar, -uydu görüntülerini de kullanılarak- “konutların ağır silahlarla imhası muazzam boyutta” şeklinde nitelendirilmiş.
BM müfettişleri, insan hakları ihlallerinin yanısıra çok sayıdaki ölüm, kaybedilme ve işkenceyi de raporlamışlar. En ciddi ihlallerin ise, tek seferde birçok gün için ilan edilen sokağa çıkma yasaklarında yapıldığını belgelemişler.
Her şey olup bittikten sonra, BM’ye bunları rapor etmek kalmış! Yani BM’nin görevi, yapılan “ihlalleri”, işkenceleri, katliamları durdurmak; en azından bir yerde frenlemek değil; sonrasında raporlaştırmak, bir yerlere kaydetmek. Gerektiği zamanda da bunları kullanmak…
Bu durum, son olayda o kadar açık ki, BM yetkilileri bile raporunda buna değinmek zorunda kalmışlar. Türkiye’nin bölgeyi ziyaretlerine izin vermediğini söyleyerek, içlerine düştükleri bu acizlikten sıyrılmaya çalışıyorlar. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Zeyd Raad el Hüseyin ise, “Türkiye çok ciddi suçlamaların gerçekliğini reddetmişti” diyor. Sanki başka türlüsü beklenebilirmiş gibi…
BM yetkilileri olayları durdurmakla değil, sonuçlarıyla ilgileniyor. Yaşanan onca katliamdan sonra “Türkiye’nin henüz ciddi bir soruşturma başlatmamasından” duydukları endişeyi dile getiriyorlar. “Görünüşe bakılırsa, tek bir şüpheli bile tutuklanmadı, bir kişi hakkında bile dava açılmadı” diyerek, “bağımsız bir soruşturmanın ivedilikle başlatılması”nı istiyorlar!
Kısacası Temmuz 2015 tarihinde başlayan katliamları, yaklaşık iki yıl sonra raporlaştırıp ardından “ivedilikle” hem de “bağımsız” bir soruşturma istemek, BM’nin gerçeklerden kopuk, kitleleri yanıltmakla görevli bir kurum olduğunu bir kez daha gösteren çarpıcı bir durumdur. Emperyalist kurum ve kuruluşların gerçek yüzünü göstermesi bakımından da son derece öğreticidir.
Halklar ancak kendi mücadeleleri ile vahşi saldırıları durdurabilir ya da hesabını sorabilir. Kürt halkı yıllardır sürdürdüğü mücadele ile, bunu kanıtlamıştır.
Danıştay’dan dönen karar
Son operasyonlar sırasında hayatını kaybeden yurttaşların sokağa çıkma yasakları nedeniyle gömülemeyen cenazelerini vali ve kaymakamların defnetmesinin önünü açan yönetmelik, Danıştay’dan döndü. Böylece Ocak 2016 tarihinde Adli Tıp Kurumu’nda yapılan değişiklikle kaymakam ve valiliklere yetki verilerek, “ailesi veya yakınları tarafından üç gün içinde teslim alınmayan cesetler, belediyeye veya mülki idare amirliğine, gömülmek üzere teslim edilir” kararının geri alınması başarıldı.
Sokağa çıkma yasakları ve çatışmaların sürdüğü Silopi, Cizre ve Sur ilçelerinde ‘yerde kalan’ cenazeleri valilik ya da kaymakamlıkların aile olmadan da defnedebilmesinin önü açılmıştı. Cenazesi çatışmalar yüzünden günlerce yerde kalan Taybet İnan’ın ailesi de AYM’ye başvurmuştu. Yaklaşık bir sene sonra Danıştay, söz konusu yönetmeliğin yürütmesini durdurdu. Fakat Adalet Bakanlığı bu karara itiraz etti. İtirazı görüşen Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, geçtiğimiz günlerde bakanlığa ret yanıtı verdi.
İnsan yaşamına değer vermeyen faşizm, yaşamdan sonrasına da, yani ölülere bile saldırıda sınır tanımıyor. Sözkonusu olan işçi ve emekçilerin, ezilen halkların cenazeleri olunca, hem cenazelere, hem de yakınlarına eziyet etmeye devam ediyorlar.
Buna rağmen halk, ölüm pahasına cenazesine sahip çıkıyor; onları hakettikleri biçimde defnetmeye çalışıyor. Danıştay’ın son kararı da, bu çabanın bir ürünüdür.