Referandum tarihi yaklaştıkça, “evet” çığırtkanlığının arttığını, buna karşın “evet”leri bir türlü çoğaltamamanın hırçınlığı ile daha da saldırganlaştıklarını görüyoruz.
Cumhurbaşkanı, başbakan her gün bir ilde miting düzenliyor, televizyonları kanal kanal dolaşıyor, gazetecilerle, eski bakanlarla toplantı üstüne toplantı yapıyorlar. Fakat ne mitingleri doldurabiliyorlar, ne televizyonlardan izleniyorlar, ne de gazetecilerden eski desteği bulabiliyorlar. Okullara, devlet dairelerine, belediyelere genelgeler gönderip zorla öğrenci-işçi-memur toplama gayretleri bile, bu durumu değiştirmeye yetmiyor. Hatta kimi yerlerde zorla götürülen kitle, protesto yaparak alanı-salonu terkediyor.
Daha önceki seçimlerde en sık kullandıkları araçlardan olan anketler de artık kullanılmaz durumda. Kendi anket şirketleri bile “evet”leri istedikleri oranda gösteremeyince, Erdoğan’ın anketleri yasakladığı biliniyor. Son olarak Erdoğan’ın “büyük illerde ‘evet’ler iyi gidiyor” diyen bir şirket sahibine Diyarbakır’ı sorduğunda, “yüzde 30-35” yanıtını almasıyla sinirlendiği, “sen buna mı iyi diyorsun” diye fırça attığı basında yer aldı.
Gerek Erdoğan, gerekse Yıldırım ayrı ayrı AKP’li eski bakan, milletvekili, belediye başkanları ile toplantılar yaptı. Bu toplantılara Gül ve Davutoğlu gibi bildik isimlerin gelmemesi, içteki çatlakları su yüzüne vurduğu gibi, AKP’nin eski kurmaylarından beklediği desteği alamadıklarını da ortaya koydu.
Geriye şehrin en merkezi yerlerine asılan dev pankartlar ve reklam filmleri kalıyor. Onların da müziği, sloganları, kurgusu ile geçmişle kıyaslanmayacak derecede renksiz, geri ve yavan olduğu gözlerden kaçmıyor.
Bütün bunlar AKP’nin bir düşme eğrisi içine girdiğini, bunun da moralleri bozduğunu gösteriyor. Bunu özellikle Erdoğan’da görmek mümkün. Artan saldırganlığının arkasında da bu psikoloji bulunuyor.
“Yeni düşman” yaratmada çekilen zorluk
AKP ve Erdoğan’ın her seçim döneminde kullandığı taktiklerden biri de, “düşman” yaratmak ve bu “düşman”a karşı kendi kitlesinin kenetlenmesini sağlamaktı. Fakat bu taktik bu kez tutmadı. Önce Almanya, sonra Hollanda ile Avrupa’yı “yeni düşman” ilan ettiler, ama kendi kazdıkları kuyuya düştüler.
AKP’li bakanların yurtdışında “evet” propagandasına çeşitli biçimlerde engel çıkaran Almanya’yı “Nazi” diyerek, mültecileri hatırlatarak, “dünyayı ayağa kaldırırız” tehditleriyle sindirmek istediler. Fakat sert bir karşılık buldular.
Almanya, ilk kez istihbarat örgütü BND şefinin ağzından, AKP hükümetini zor durumda bırakan açıklamalar yaptı. BND’nin 2009’dan itibaren Türkiye’deki devlet görevlilerini dinlediği geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkmıştı. Buna rağmen AKP hükümeti, Almanya’ya bırakalım yaptırım uygulamayı, tek bir ses bile yükseltmemişti. Şimdi BND şefi, ellerindeki bilgi ve belgeyi ima ederek, “neler yaptığınızı biliyoruz” mealinde konuştuğunda, sesleri-solukları çıkamadı. Keza 15 Temmuz darbesinin Gülen Cemaati tarafından yapıldığına ikna olmadıklarını söylemesi de, sessizlikle geçiştirildi. Oysa bu, AKP’nin 15 Temmuz sonrası her yerde yüksek sesle söylediği ve tüm dünyanın Gülen Cemaati’ne savaş açması için kullandığı en önemli argümandı.
Merkel’in AKP ve Erdoğan’ın sözlerine yanıt vermeyeceğini söylemesi ve 16 Nisan’a kadar muhatap almayacağını belirtmesi; ayrıca Almanya’da bulunan 3 milyon civarında Türkiyeli’nin çifte vatandaşlık hakkının alınabileceği tehdidi, AKP’nin “düşman” yaratmak için kaldırdığı taşın ayağına düştüğünü ortaya koydu.
Almanya geri tepince, dişini geçirebileceği bir AB ülkesi olarak Hollanda hedef seçildi. Havadan olmasa karadan, erkek olmasa kadın bakanla, Hollanda’ya adeta çıkarma yaptılar. Önceden çağrılmış bir kitleyi de yığarak şov yapmak istediler. Bunu başaramayınca, bu kez Hollanda’nın sert tavrını “faşistlikle” suçlayıp içte milliyetçi-şoven duyguları harekete geçirmeye kalktılar. Ancak portakal bıçaklamak, Hollanda ineklerini kovmak gibi komik gösteriler dışında hiç bir şey yapamayınca, bu da tutmadı. Dahası, Danimarka, İsviçre, Norveç gibi birçok Avrupa ülkesinden de AKP ve Erdoğan karşıtı tepkiler yükseldi.
AB’den “düşman” yaratamadıkları gibi, tüm Avrupa’yı karşılarına aldılar, Avrupa halklarının tepkisini topladılar. Bu hengame içinde “evet” oylarını bir-iki puan yükselttiklerini iddia etseler de, en başta Avrupa’da bulunan Türkiyelilerin oylarını büyük oranda kaybettiler.
Üstelik birbirlerine de düştüler. Binali Yıldırım, Hollanda’ya giden kadın bakana “ben sana gitme demedim mi” diye fırça çekerken, Erdoğan’ın “kızım gibi yetiştirdim” dediği bakanın, her aşamada onun talimatıyla hareket ettiği anlaşıldı. Yıldırım’ın oğlunun gemilerinin Hollanda’da iş yaptığı da ortaya çıkınca, AKP’nin sahtekarlığı bir kez daha gözler önüne serildi.
Kısacası bir “dış düşman” yaratma taktiği bu kez tutmamıştı. Aslında AB’yi değil de, Suriye rejimini öne çıkarabilirlerdi. Ama bu, önceki dönemlerde zaten yapılan, eskimiş bir hedefti. Ayrıca daha yeni barıştığı Rusya’yı karşısına almak olurdu ki, çok riskliydi. Diğer yandan büyük tantanalarla başlattıkları “Fırat Kalkanı” operasyonu, El-Bab’ta çakılmıştı. Ne Münbiç, ne Rakka hedefi gerçekleşebiliyordu. Dikkatleri oradan uzaklaştırmak, yaşadıkları fiyaskoyu gözlerden saklamak için AB’yi hedef seçtiler. Onu da ellerine-yüzlerine bulaştırdılar.
Yeniden “iç düşman”a dönmek
“Dış düşman” yaratamayınca, yeniden içe döndüler. Esasında “iç düşman” her zaman hazırdı: Solcular, Kürtler, Aleviler… Son yıllarda FETÖ!
Zaten referandum propagandasına da “PKK, FETÖ hayır diyor, hayır diyenler teröristtir”le başlamışlardı. Ancak bu propaganda tepki alınca, bir süreliğine geri çektiler. Çünkü “hayır” diyenler arasında, MHP’lisinden BBP’ye faşistler, Saadet’ten kimi cemaatlere kadar gericiler de bulunuyordu. Hatta AKP’ye oy veren önemli bir kesim de “hayır” diyecekler arasındaydı.
Bu propagandayı geri çekip “dış düşman”a, AB’ye yüklendiler. Ama yukarıda belirttiğimiz gibi bırakalım Almanya’yı, Hollanda’ya da ne ekonomik ne siyasi hiçbir yaptırım uygulayamadılar. Üstüne üstük karşı saldırıyla karşılaşınca, bu propagandayı kısa sürede terketmek zorunda kaldılar.
Yeniden “hayır diyenler teröristtir” argümanıyla içe dönüldü. Bir kez daha hedefe CHP’yi, Kılıçdaroğlu’nu çaktılar. Erdoğan ve AKP için hem en kolay, hem en bildik hedef buydu. Aynı zamanda yaratıcılıktan yoksun, eskimiş bir hedefti. Kılıçdaroğlu’nun gaflarını dillerine dolamaktan, SSK Müdürü iken yaptıklarına kadar bayatlamış örnekleri ısıtıp ısıtıp ortaya sürdüler. Bu yönüyle kendi kitlesini heyecanlandıracak, dikkatlerini çekecek yeni bir şey yaratamamış oldular.
Diğer yandan CHP ve Kılıçdaroğlu, bu kez kendilerine dönük sataşmalara yanıt vermiyor, AKP ile polemiğe girmemeye özel bir dikkat gösteriyordu. Öyle ki, CHP “hayır” propagandasını bile kendi ismi ve bayrağı altında yapmıyor, sağdan-sola “hayır”cı tüm kesimleri kucaklamayı hedefleyen bir politika izliyordu. CHP’nin bu tutumu da AKP’nin “iç düşman” yaratma çabasını boşa düşürüyordu.
Bunun üzerine Erdoğan, CHP ve Kılıçdaroğlu’nu kışkırtabilmek için vitesi iyice büyüttü. Sürekli onları yalancılıkla suçladı. Anayasa değişikliği hakkında halka yalan söylediklerini iddia etti. Hızını alamayıp “meclisi fesedeceğim söyleniyor, ıspatlamazlarsa istifa ederim” bile dedi. Tabi karşılığında Kılıçdaroğlu’nun da CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etmesini istiyordu. Aslında nereye nasıl çatacağını şaşırmış bir halde saldırıyor, fakat her defasında daha kötü durumlara düşüyordu. Örneğin İstanbul-Sarıyer’de “hayır” çadırına girerek CHP’li kadınlarla tartışmak, onları tehdit etmek gibi küçültücü tutumlara bile başvurmaya başladı. Üstelik burada CHP’li kadınların tepkisiyle karşılaşınca, neye uğradığını şaşırdı.
Böylece içerde düşman yaratma çabası da istediği sonuçları doğurmadı. “Hayır” diyen herkesi “düşman” ilan etmeleri, onları vuran bir silaha dönüştü.
Hilesiz seçim garantisi edilemez
AKP’nin siyasi hayatının en zor dönemini yaşadığı bir gerçektir. Gerek içte artan tepkiler, gerekse dış desteklerden giderek mahrum kalması, etrafındaki çemberi daraltıyor.
Fakat bütün bunlar, referandumda “hayır” çıkacağının garantisi değildir. Tüm çabalarına rağmen “evet” oylarını yükseltememeleri, bu gerçeği değiştirmiyor. Erdoğan, sandıkta kazanamayacağına kesin kanaat getirirse, bir bahane ile referandumu iptal edebilir veya ileri bir tarihe erteleyebilir. Hangi gerekçe ile olursa olsun, referandumdan vazgeçmesi, Erdoğan’ın yenilgisini olacaktır. Bu ihtimal halen varlığını korumaktadır.
Fakat küçük bir farkla da olsa “evet” çıkartabileceğini düşünüyorsa, sonuna kadar gideceklerdir. Bugüne dek yaptıkları gibi her tür hileye başvuracaklar, bununla da kalmayıp terör ve zorbalık dahil her yolu kullanacaktır. DP döneminin “sopalı seçim”lerini aratmayacak bir şekilde ne yapıp edip sandıktan çıkmaya çalışacaklardır.
“Hayır”cı cephenin referanduma katılımı arttırmak için, “bu kez seçim hilesine izin vermeyeceğiz” diyerek yemin billah etmeleri, kimseyi yanıltmasın. Birincisi, bu sistemde hiç kimse seçimlerde hile olmayacağını garantisi edemez. Burjuva sözcülerinin bile böyle bir garanti vermediği koşullarda, kendilerine devrimci, demokrat diyenlerin bunu söylemesi, içine düşülen durumu göstermesi bakımından trajiktir. İkincisi, kitleyi sürekli sandığa çağıranların, göz göre göre yapılan hileler karşısında bugüne kadar ne yaptıklarını biliyoruz. En son 7 Haziran seçimlerinden sonra neler yaşandığı hatırlardadır. Hükümeti kurma hakkı olduğu halde CHP’ye görev verilmemesinden, seçimlerin geçersiz sayılıp 6 ay içinde tekrar seçime gidilmesine kadar, her tür haksızlığı sineye çektiler.
Hal böyleyken, “bu kez hile olmayacak” demenin, hiç bir inandırıcılığı yoktur. Bunlar, kitleleri kandırmaya, onları düzen içinde tutmaya dönük yalanlardır.
Şimdi yine “sandıkları beklemek, tutanakları tutmak, onları resmi sonuçlarla karşılaştırmak” vb. önlemlerle “hile”ye izin verilmeyeceği söyleniyor. Bunlar önceki seçimlerde yapılmadı mı? Buna rağmen önleyemedikleri ortada iken, şimdi farklı ne yapacaklar? Örneğin, “evet” çıkması için hile yaptıkları tespit edildiğinde veya sandık başlarında terör estirdiklerinde, ne yapacaklar? Önceki gibi “yasal yollarla çözeceğiz” diyerek YSK’ya itirazla yetineceklerse, geçmiş olsun! Farklı bir tutum alacaklarına dair de hiç bir emare ortada yok! Aksine olabildiğince uzlaştırıcı ve esnek davranıyorlar.
Kılıçdaroğlu sıkça “hayır” çıkması durumunda, herşeyin eskisi gibi devam edeceğini söylüyor. “Erdoğan yine cumhurbaşkanı, AKP yine hükümet olmaya devam edecek” diyor. Dahası, “cumhurbaşkanının meşruiyetini tartışmayacağız” gibi sözler veriyor. Burada “meşruiyet” konusu da belirsiz bırakılıyor. Yani Erdoğan, bugüne kadar anayasayı ihlal ettiği için yargılanmayacak mı? Peki bundan sonra anayasayı ihlal etmeye devam ederse yargılanacak mı? Kılıçdaroğlu, referandum öncesine ilişkin mi söz veriyor, yoksa referandum sonrasına ilişkin mi? Referandumdan “hayır” çıktığı koşulda, Erdoğan’ı anayasal sınırlara dönmeye zorlayacak mı, yoksa bugün olduğu gibi anayasal sınırları çiğnemeye devam etmesine göz mü yumacak? Hiç biri belli değildir.
Bunlar AKP kitlesini yatıştırmaya dönük, seçim döneminde sarfedilen sözler olarak değerlendirilebilir. Gerçekten böyleyse “kitleye yalan söylemek yanlıştır” diyerek reddetmek gerekir. Fakat biliyoruz ki, CHP düzenin bekası için her tür uzlaşmayı yapan, faşizmin koltuk değneği olan bir düzen partisidir. AKP ve Erdoğan’ın kitlelerin tepkisiyle yıkılmasını önlemek için, bir kez daha elinden geleni yapacaktır.
Önce sokakta kazanmak
Gelinen noktada üç sonuç var: Ya referandum bir biçimde geri çekilecek, ya “hayır”la reddedilecek, ya da “evet”le kabul edilmiş sayılacak.
Hemen belirtelim ki, “evet”lerin fazla çıkması dünyanın sonu değildir. “Hayır”ın kazanması da, “demokrasinin zaferi” halkın refaha kavuşması olmayacaktır.
Kuşkusuz “hayır”ların üstün çıkması, AKP’ye bir darbe indirecektir. Ancak AKP bu darbeyi atlatabilmek için eskisinden çok daha saldırganlaşacak, halktan bunun intikamını almaya kalkacaktır. AKP’nin “iç savaş” tehdidini seçim döneminin blöfü olarak görmemek gerekir. AKP, önceki düzen partileri gibi sandıkta aldığı bir yenilgiyi hazmederek kenara çekilecek bir parti olmadığını, bugüne dek defalarca ortaya koymuştur.
Ayrıca uzunca bir dönemdir silahlandığı, mafya çetelerinden para-militer güçlerlere kadar örgütlendiği kimse için sır değil. IŞİD benzeri radikal dinci çeteleri sadece komşu ülkeleri karıştırmak için değil, herhangi bir iç kargaşada kullanmak için de besleyip büyüttüler. 15 Temmuz sonrası bunun provasını da yaptılar. Bir kez daha Alevilerin, devrimci-demokratların yoğun bulunduğu emekçi semtlere saldırmaları, siyasi cinayet ve katliamlara girişmeleri mümkündür. Keza MHP’li faşistler de onlardan geri kalmayacaktır. Sivil faşistlerin ’80 öncesi yaptıkları unutulmamalıdır.
Sonuçta “evet” de çıksa, “hayır” da çıksa AKP’nin saldırıları artarak sürecektir. Bunun karşısında devrimci-demokrat kesimlerin ne kadar hazırlıksız olduğu ortadadır. Her şeyden önce kafalarda böyle bir hazırlık yoktur. Önce parlamentoya, sonra referanduma bel bağlayanların, yani sandıkta çözüm arayanların, düzen-içi mücadeleyle kendilerini sınırlayanların, farklı bir hazırlık yapması mümkün olabilir mi?
Bu koşullarda halkın çıkarları açısından “en hayırlısı” referandumun iptal edilmesidir. Kitleyi sandığa çağırmak yerine, bu talep etrafında harekete geçirmek en doğru ve akılcı olanıdır. Fakat sandığa kilitlenme hali öylesine baskın durumdadır ki, başka seçenekler üzerinde düşünülmemektedir bile.
Her şeye rağmen sandıklardan “hayır” çıkması ihtimali tabi ki vardır. Ancak bunun için de sandıktan önce sokakta kazanmak gerekir. Bu, her zaman böyle olmuştur. Bugün OHAL ile her tür kitle gösterisinin yasaklanmış olması, sokağa çıkmamıza engel olamaz. Mitingler yapılamayabilir ama başta emekçi semtler olmak üzere birçok yerde sokak gösterileri mümkündür. Tüm engellere rağmen propaganda faaliyetlerini daha yaygın ve militan bir tarzda yapmak zorunludur.
Sandıklardan “hayır”ın çıkması isteniyorsa, anketlerin gösterdiği gibi üç-beş puanlık üstünlük değil; hile ve entrika ile başedemeyecek denli açık ara önde olması gerekir ki, bunun da yolu sokağa çıkmaktan, militan biçimleri kullanmaktan geçer.
Referandum sonucu her ne olursa olsun, komünist ve devrimciler, her tür saldırıya şimdiden hazırlıklı olmalıdır. Kitle bu yönde bilinçlendirmeli, rehavete ve umutsuzluğa düşülmesine izin verilmemelidir.
Her koşulda referandum sonrası mücadeleyi büyütmek gerekir. AKP’nin içte ve dışta sıkışmasını değerlendirip “hükümet istifa” sloganını öne çıkarmak ve yaptıklarının hesabını sormak vazgeçilmez önemdedir.