Üzerinden neredeyse bir yıl geçecek. Ancak bir türlü aydınlanmayan yönleri ile halen soru işaretleriyle dolu bir darbe girişimi 15 Temmuz. Geçtiğimiz ay darbeci oldukları iddiasıyla tutuklananların yargılanmaya başlanması ve onların verdikleri ifadeler, bu darbe üzerindeki soru işaretlerini daha da arttırdı. Ve yeniden 15 Temmuz’u tartışmaya açtı.
Esasında 15 Temmuz darbesine dair şaibeler hiç bitmiş değildi. İlk günden itibaren başta Erdoğan olmak üzere birçok yetkilinin açıklaması birbirini tutmuyor, kendi içinde çelişkiler barındırıyordu. MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı hakkındaki şüpheler ortadan kalkmış değildi. Ardından darbenin en önemli sanığı durumundaki Adil Öksüz’ün gözaltından serbest bırakılması uzunca bir süre tartışıldı. Özellikle Kılıçdaroğlu, bu konu üzerinde ısrarla durdu ve Öksöz’ün bilerek salıverildiğini ima eden açıklamalar yaptı. Referandum sürecinde ise, “kontrollü darbe” tanımını ön plana çıkararak, AKP ve Erdoğan’ı çok kızdırdı.
Mayıs ayının son günlerinde darbe ile ilgili açılan davaların görülmeye başlanması ve aynı günlerde Meclis Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’nun raporunun açıklanması, 15 Temmuz’u yeniden gündemin ilk sırasına oturttu. Sanıkların savunmaları ve raporda ortaya dökülenler, 15 Temmuz üzerindeki sır perdesini kaldırmak bir yana daha da kararttı. “Kontrollü darbe” tezinin güçlenmesine yol açtı.
Adeta el birliği ile darbenin iç yüzü, arkasındaki güçler, darbe günü yaşananlar, kısaca darbeye dair gerçekler karartılmaya çalışılıyor. Darbeyi yapanlar da, darbenin muhatapları da bilinçli bir şekilde halktan gerçekleri saklıyorlar. Belli ki, bundan her iki kesimin de çıkarları bulunuyor.
Son gelişmeler üzerinden bir kez daha 15 Temmuz darbe girişimine ve sonrasında yaşananlara bakmakta yarar var. İlk günlerde ortaya atıldığı gibi bu bir “tiyatro” mu, son dönemde öne çıkarılan tanımla “kontrollü darbe” mi, yoksa farklı faktörlerin biraraya gelmesiyle başarısızlığa sürüklenmiş bir girişim mi? Daha önemlisi bu darbenin amacı neydi, arkasında kim ya da kimler bulunuyordu ve sonuçta kimin işine yaradı?
Sahipsiz darbe
Aralarında 38 kişilik “Yurtta Sulh Konseyi” üyesi olduğu öne sürülen isimlerin de bulunduğu 221 kişi hakkında açılan dava, Ankara’da görülmeye başlandı.
“15 Temmuz çatı davası” olarak geçen davada yargılananlar, darbe yaptıklarını kabul etmediler. Darbenin “elebaşları” olarak gösterilen Akın Öztürk, Mehmet Partigöç, Mehmet Dişli gibi generaller başta olmak üzere hemen hemen tüm sanıklar, “darbeci” olmadıklarını kanıtlamaya çalıştı. Ya ortada bir yanlışlık vardı, hatta kendileri darbeyi önlemek için oradaydılar; ya da üstlerinden gelen emirleri uygulamak dışında birşey yapmamışlardı.
“Zaferlerin sahibi çoktur, yenilgiler ise yetim kalır” sözüne uygun bir tablo çıktı ortaya. Ancak bugüne kadar başarısız olan askeri darbelerin bile bir sahibi vardı. Örneğin 27 Mayıs sonrası Talat Aydemir’in başını çektiği darbe girişimleri yenilgiye uğramış ve sonu idamla bitmiş olmasına rağmen, darbeciler yaptıklarını savunmuşlardı. Bu kez “sahipsiz bir darbe” ile karşı karşıyaydık. Yani 15 Temmuz, kimsenin üstlenmek istemediği lanetli bir darbe girişimi olarak kaydediliyordu.
Bu durum, sadece darbenin yenilgiye uğraması ile açıklanamaz elbette. Nasıl ki AKP bugüne kadar 15 Temmuz hakkında doğruları açıklamamış, aksine bir sis bulutu ile üstünü kapatmış ise, darbeciler de benzer bir taktiği uyguluyorlar. Bu da iki kesim arasında darbe öncesi ve sonrası çeşitli pazarlıklar yapıldığını gösteriyor. Darbeye dair her söyledikleri bu sis bulutunu daha da arttırmaktan başka bir şeye yaramıyor.
Sanıkların ifadeleri ile yeniden tartışmaya açılan konulara girmeden önce, nasıl bir yargılama sistemi ile karşı karşıya olduğumuza bakmakta yarar var.
15 Temmuz sonrasında yakalanan kişiler üzerinde estirilen terör, yapılan işkenceler, herkesin gözüne sokulmak istercesine medyaya servis edilmişti. Bu şekilde verilen ifadelerin, hukuken hiçbir geçerliliği olmayacağı ortada idi. Nitekim sanıklar da bu ifadeleri kabul etmediler. Örneğin darbeci olmakla suçlanan Erdoğan’ın koruma polislerinden biri, bütün kemiklerinin kırık halde hastanede yattığı sırada verilen ifadenin ne kadar doğru olabileğini heyete soruyor.
Dolayısıyla amacın, darbenin gerçek yüzünü öğrenmek ve darbecileri açığa çıkarmak olmadığı, daha o zamandan belli olmuştu. Adil Öksüz ve daha bilmediğimiz kimi darbecilerin serbest bırakılması veya kaçmalarına gözyumulması da, bu durumu perçinliyor.
Asıl amaç, FETÖ’cü diye lanse edilen sanıklar şahsında tüm topluma gözdağı vermekti. Aynı mizansen, sanıkların mahkemeye götürülüşünde de sergilendi. Kolları kelepçeli ve her iki koluna askerlerin girdiği, güneş gözlüklü-silahlı bir tim eşliğinde tek sıra halinde dizilen sanıklar, önceden getirilmiş gerici-faşist güruhların önünden geçirilerek, mahkeme salonuna alındı. “Vatan haini FETÖ”, “Katil FETÖ”, “Dursun bu hayasızca AKIN” yazılı dövizlerin, tekbir seslerinin ve “idam isteriz” sloganlarının arasında… Hatta sanıkların üzerine idamı simgeleyen ip bile atıldı.
Sanıkların hiç birinin üzerinde takım elbise-kravat yoktu. Bir sanık avukatının müvekkilinin kıyafetinden dolayı heyetten özür dilemesi ve “bu uygulamanın iyi hal indiriminden yararlanmamaları için yapılıp yapılmadığı” sorusuyla durum anlaşıldı. Sanıklar duruşma öncesi Sincan F Tipi’nden L Tipi’ne aktarılmış, ceket-kravat yasağı konulmuştu; ayrıca cezaevine takım elbise alınmıyordu, önceden varolanların da giyilmesine izin verilmiyordu. AKP’ye yakın medya kuruluşları birkaç ay öncesinden “darbecilere tek tip elbise giydirilsin” kampanyası başlatmıştı, adeta onun hazırlığı yapılıyor gibiydi.
Mahkeme heyetine gelince, onun da AKP tarafından özenle belirlendiği kimse için sır olmasa gerek. Dava başlamadan önce yapılanlar bunun somut göstergeleri. Örneğin darbe iddianamesi, ısrarla Adalet Bakanlığı tarafından istenmiş ve orada bazı düzeltmeler yapılmıştı. Keza iddianameyi hazırlayan savcı, son anda görevden el çektirilmişti.
Diğer yandan “suçun şahsiliği ilkesi” bir yana bırakılmıştı. Sanıkların eşleri, çocukları, akrabaları ya tutuklandı, ya da işten atıldı. Sanıklar ve avukatları, tahliye talebinden önce mal varlıkları üzerindeki tedbirin kaldırılmasını istediler, “eş ve çocuklar aç” diyerek…
Darbeciler kendilerini acındırmak için birçok şey söyleyebilirler. Fakat darbeci de olsa herkesin adil yargılanma hakkı vardır. Yapılan işkenceleri, itibarsızlaştırma seremonilerini, cezaevindeki baskıları, yargısız infazları ve hukuk-dışı uygulamayı onaylamak mümkün değildir. Her kim olursa olsun, bunlara ilkesel olarak karşı durmak gerekir. Dergimizin önceki sayılarında “darbeci” diye alınan kişilere işkence yapılmasına karşı çıktığımızı belirtmiştik. Aynı durum yargılama süreci için de geçerlidir.
Fakat burjuvazi kendi içindeki çatışmalarda bile ilke-kural tanımıyor. Daha düne kadar kolkola olan, “beraber yürüdük biz bu yollarda” diyen “kardeşler” bile, birbirlerine karşı en vahşi yöntemi uygulamaktan geri durmuyor. İki taraf da yalan ve demagojiyi olduğu kadar, insanlık-dışı yöntemleri de bu savaşta kullanıyorlar.
Böyle bir savaştan, sırtlarını emperyalizme dayamış işbirlikçi kliklerin kavgasından, uşak ruhlu yetiştirilmiş kadrolardan dik bir duruş ve gerçeklerin ortaya konması beklenebilir mi?
Al birini vur ötekine
Tam da davanın görülmeye başlandığı gün, Meclis Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’nun raporu açıklandı. FETÖ’cü olarak bilinen komisyon başkanı ve AKP milletvekili Reşat Petek, hemen tüm televizyon kanallarından uzun uzun raporu okudu.
Aylardır sesi-soluğu çıkmayan, varlığı bile unutulan bu komisyon, 15 Temmuz sonrası, muhalif partilerin isteği ile zar-zor kurulmuş, başkanından çalışma tarzına kadar her şeyiyle tartışmalara sahne olmuş bir komisyondu. Dinlemeye çağrılan darbenin dört önemli ismi, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Genelkurmay Başkanı Hulisi Akar, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yıldırım bu çağrıya icabet etmemişti. MİT’in ve Genelkurmay’ın yazılı yanıtları da son anda ulaştırıldı.
Bu yanıtların ve komisyon raporunun, darbe duruşmalarının başladığı zamana denk getirilmesi, tabi ki tesadüf değildi. Her iki taraf da, darbeye dair gerçeklerin üstünü kapatmak için birbirleriyle yarışıyordu.
Meclis komisyonunun raporunda amaç, esas olarak AKP’nin Cemaat ile uzun yıllara dayanan işbirliğini örtbas etmek ve “darbenin siyasi ayağı”nı es geçmekti. Rapor tamamen AKP’nin görüşleri doğrultusunda hazırlanmıştı. Öyle ki, Gülen Cemaati’nin CHP ile taa 1950’lere dayanan bağları belgeleniyordu da (ki bu belgenin sahte olduğu da ortaya çıktı) AKP ile olan içiçeliğine hiç değinilmiyordu.
Raporun ardından HDP, darbe girişiminin siyasi ayağının araştırılması için mecliste yeni bir önerge daha sundu. Fakat bu önerge de AKP’li vekillerin oylarıyla reddedildi.
AKP bir kez daha darbeye dair gerçeklerin ortaya çıkmasını istemediğini gösteriyordu. Hulusi Akar ile Hakan Fidan’ın meclis komisyonuna gelerek ifade vermesini istemeyen de onlardı. Muhalif milletvekillerinin sorularıyla sıkışmaları ve istemeden de olsa bazı gerçekleri açıklamak zorunda kalmaları önlenmiş oldu.
Buna rağmen Akar, yazılı açıklamasında bile gaflar yapıyor. Örneğin, aldıkları önlemlerle darbecilerin sabaha karşı planladıkları harekâtı, akşam 9’a aldıklarını ve böylece darbeyi başarısız kıldıklarını söylüyor! Ama hangi önlemlerle başarısız kıldıklarını açıklamıyor.
Oysa Özel Kuvvetler Komutanı Korgeneral Zekai Aksakallı, alıncak önlemlerle darbenin rahatça önlenebileceğini söylüyordu: “Silahlı Kuvvetler’de kriz ve olağanüstü durumlarda, haber alınır alınmaz ilk tedbir olarak ‘personel kışlayı terk etmesin’ emri verilir. Birlik komutanları kışlalarında mesaiye devam eder. Her zaman uygulanan bu temel ve basit kural 15 Temmuz’da ilk haber alındığı zaman uygulanmamıştır. Uygulansaydı darbe girişimi baştan açığa çıkardı.”
“Çatı davası” sanıkları da Aksakallı’ın bu ifadesi üzerinde durdular. Eğer Hulusi Akar, darbe olacağını duyduğu an “kimse kışladan çıkmayacak” emrini verseydi, dahası “çıkanlar darbeci olarak görülüp etkisiz hale getirilecek” deseydi, darbe yapacakları durdurması mümkündü.
Burada Akar’ın darbe olacağına dair haberi ne zaman aldığı ve o süre içinde ne yaptığı sorusu ortaya çıkıyor. Ve bu noktada MİT Müşteşarı Hakan Fidan devreye giriyor.
Anlatılan hikayeye göre, Fidan’ı kaçırma görevi verilen bir binbaşı, 15 Temmuz günün saat 14.00 gibi MİT’e gelerek bu durumu ihbar ediyor. Bu ihbar üzerine Fidan, Genelkurmay Başkanlığı’na gidiyor ve Akar’la görüşüyor. Ancak her ikisi de bunu bir “darbe ihbarı” olarak algılamadıklarını söylüyorlar. MİT adına komisyona gönderilen yazılı açıklamada da aynı şeyler tekrarlanıyor.
Oysa sözkonusu binbaşı (O.K olarak kodlanıyor) verdiği ifadede MİT’te yapılan sorgusunda “darbe olabileceğini söyledim” diyor. Bu binbaşı darbe olabileceğini söylememiş olsa bile, Fidan’ın kaçırılacağı ihbarı bu şekilde yorumlanmaz mı? Kaldı ki, yabancı basında aylar öncesinde Türkiye’de darbe olacağına dair haberler yazılıp çiziliyordu. Dolayısıyla gerek MİT’in gerekse Genelkurmay’ın bunu bir darbe ihbarı olarak ele almamış olması düşünülemez.
İhbarın yapıldığı saat 14.00 ile darbenin başladığı 22.00’ye kadar, yaklaşık 6-7 saat neler yapıldığı, sır gibi saklanan, yalan-yanlış bilgilerle karartılan en önemli zaman dilimi. Çünkü bu sürede Akar’ın “kışlalardan çıkmayın” emri vermesi ve Fidan’ın başta cumhurbaşkanı olmak üzere tüm yetkilileri uyarması mümkündü. Ki Fidan, “henüz hava kararmadan Cumhurbaşkanı Koruma Müdürü’ne durumu ilettim” diyor. Ama hatırlanacaktır Erdoğan haberi “eniştesinden” aldığını söylemişti. Ve hem Fidan, hem de koruma müdürü halen görevde duruyor!
Bunun gibi daha pek çok çelişki var. Ve tabi ki, mesele sadece bu 6-7 saatle de sınırlı değil. Darbecilerin kendi aralarında kullandığı Bylock ağının MİT tarafından ele geçirildiği ve MİT’in darbeden aylar öncesinden haberdar olduğu açığa çıkmış durumda.
15 Temmuz günü Fidan ve Akar’ın birlikte geçirdikleri saatlerin önemi, bu süre içinde darbecilerle hangi pazarlıkların yapıldığıdır. Genelkurmay Başkanı Hulisi Akar dahil, daha pek çok kişinin bu darbenin içinde yeralması, son anda vazgeçerek darbeyi başlamadan baltalamış olmaları mümkündür. 15 Temmuz’un hemen ardından bu yönde haberler de çıkmıştı. Akar’ın son günlerde ortaya saçılan fotoğrafları, Abdullah Gül ve Fehmi Koru ile birlikte Necip Fazıl Kısakürek tedrisatından geçtiğini ve o mevkiye boş yere getirilmediğini gösteriyor.
Darbe süreci boyunca belirsiz olan birçok nokta vardır ve bunlar her geçen gün biraz daha karanlığa gömülmektedir.
İlk günden itibaren kesin olan şey ise, darbeyi öğrenen generaller, genelkurmay başkanı, MİT başkanı vb. devletin AKP’li yöneticilerinin, darbeyi önlemek yerine, darbe karşısında konum almaya çalışmalarıdır. Kim ne ifade verirse versin, dört bir yana düğünlere giden kuvvet komutanları, hiçbir müdahalede bulunmadan bekleyen genelkurmay başkanı gerçeğini değiştiremez. Keza Erdoğan’ın darbeyi duyduktan sonra, hangi devlet yöneticisini, hangi parti yöneticisini, bakanı, generali aradığı da belirsizdir.
Darbe karşısında kesin bir tutum alan tek kesim ise Rusya’dır. Putin’in danışmanı Dugin 15 Temmuz günü Türkiye’deydi ve AKP’lilerle de görüşmüştü. Zaten Rusya’nın uydu üzerinden TSK içinde telefon trafiğinde bir olağanüstülük olduğunu anladıkları ve bunu Erdoğan’a bildirdikleri açığa çıkmıştı. Darbeyi öğrendikleri andan itibaren de TSK içindeki ve geçmişte ihraç edilmiş komutanlarla, kadrolarıyla harekete geçmiş, darbenin bastırılmasında belirleyici rol oynamışlardır. Rusya’nın desteklediği kesimler darbeyi daha başlangıç aşamasında kontrol altına almayı başarmışlardır.
Sonuç olarak
15 Temmuz davasının görüşülmeye başlanması ile darbe üzerine spekülasyonlar yeniden yoğunlaştı. Her iki tarafın da gerçekleri karartma noktasında buluşmaları, bu spekülasyonlara uygun zemin sunuyor. Keza darbe sonrasında Erdoğan’ın “bu Allah’ın bir lütfu” sözleri ve hemen ardından OHAL ilan etmesi, “darbe değil tiyatro” şimdilerde ise “kontrollü darbe” tezlerine dayanak sağladı.
Bir cinayetin aydınlatılmasında “kimin işine yaradı” sorusu her zaman katile ulaştırmaz. 15 Temmuz’un sonuçları itibarıyla Erdoğan’a yaramış olması da, bu darbeyi onun yaptırdığı anlamına gelmez. Dolayısıyla bir olayı sadece sonuçlarından bakarak açıklamaya kalkmak yanıltıcıdır.
Ancak ilk günden itibaren ortaya dökülen bilgiler, Erdoğan’ın ve onunla birlikte hareket edenlerin, söylediklerinden çok önce darbeden haberdar olduklarını ve onu boşa düşürmek için çeşitli manevralar, dahası pazarlıklar yaptıklarını gösteriyor.
Kesin olan bir diğer gerçek ise, Gülen Cemaati’nin önünün asıl olarak AKP döneminde açıldığı, bugün darbeci olmakla yargılanan generallerin AKP döneminde terfi ettikleridir. Darbenin siyasi ayağının ısrarla açıklanmaması, işin ucunun AKP milletvekillerine uzanmasından özellikle kaçınılması, günün birinde “yardım ve yataklık”tan yargılanmaktan kurtulmak içindir.
Darbe gerçekleştiği günden bu yana 15 Temmuz’un “darbe içinde darbe” olduğunu söyledik. Yani AKP’nin 7 Haziran seçimlerini tanımayarak gerçekleştirdiği sivil darbeye karşı yapılmış bir askeri darbeydi. AKP bu darbeyi savuşturmayı başararak kendi darbesini OHAL ile sağlamlaştırdı.
Diğer yandan bu darbenin “bir ABD darbesi” olduğunu söyledik. İlk günlerde bazı AKP’li yöneticiler de ABD’yi işaret etti. Sonrasında “üst akıl” diyerek perdelemeye ya da CIA diyerek ABD içindeki bir kesim ile açıklamaya çalıştılar. Kendilerine darbe yapan ABD ile yeniden bağlarını kuvvetlendirme çabasına girdiler. Trump’la birlikte yeni bir sayfa açabilecekleri umuduyla, ABD’ye yaltaklanmayı sürdürdüler. Başkalarıyla değil, kendileri ile iş yapmalarını, her tür işbirliğine hazır olduklarını söyleyip durdular.
15 Temmuz davasının iddianamesinde de, darbenin arkasında ABD’nin olduğu özellikle gizleniyor. Darbeci generallerin Amerikan subayları ile görüştüğü, cumhurbaşkanının yeri bulunmadığı zaman Amerikalılardan yardım talep ettiği iddiaları, böylece havada asılı duruyor. Hangi Amerikalılarla görüşülmüş, böyle bir yardım talebi karşılanmış mı, kısacası ABD ile kurulan somut bağlar neler olmuş, bilinçli bir şekilde hasıraltı ediliyor.
Bütün bunlar gösteriyor ki, ne iddianame ve yargı süreci, ne de komisyonlarla 15 Temmuz gerçeği ortaya dökülecek. Bunu darbecilerden veya AKP’den beklemek zaten ham hayal. Ama CHP gibi düzen partileri de işin bir yönünü gösterip, asıl özünü saklayarak aynı amaca hizmet ediyorlar.
Elbette darbenin ayrıntılarını, kimin nerede ne yaptığını bilemeyiz. Fakat ML bakışaçısıyla olayları çözümleyip doğru sonuçlara ulaşabiliriz. İlk günden itibaren yaptığımız bu oldu. Ve aradan geçen bir yıl, bu süre içinde yaşananlar, tespitlerimizi doğruladı.
Önemli olan işin özüdür. Ayrıntılar ve somutta yaşananlar ise, birgün mutlaka ortaya dökülecektir.