İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!

İşkence öylesine yaygın ve pervasız hale geldi ki, neredeyse her gün bir işkence haberi duyulur oldu. 12 Eylül dönemi ya da ‘90’lı yıllara benzetenler giderek artıyor. O yıllardaki gibi uluslararası kuruluşların “Türkiye’de yaygın işkence var” raporları da arka arkaya yayınlanmaya başladı.

Özellikle 7 Haziran seçimlerinin ardından işkencede büyük bir artış oldu, 15 Temmuz sonrası ise sistematik hale geldi. Sadece gözaltında ve hapishanelerde değil, sokakta, polis otolarında işkence yapılıyor artık. KHK ile işten atılan kamu emekçilerinin Ankara’daki açlık grevine neredeyse hergün saldırdılar. Desteğe giden yakınlarını bile yerlerde sürüklediler. Son olarak İdil Kültür Merkezi’nden gözaltına alınanlara daha polis otosundayken işkence yapıldı.

Kısacası işkence artık kapalı kapılar arkasında da yapılmıyor, gözler önünde. Buna karşın yetkililer hala işkenceyi reddediyor. 12 Eylül yıllarında alıştığımız “münferit olay”, “kendini bilmez üç-beş kişi” gibi gerekçelere de ihtiyaç duymuyorlar. “FETÖ”cüler torbasına atıp “onlara müstehak” diyebiliyorlar. Ya da “bunlar terörist” diyerek, meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Zaten KHK’larla işkenceye zemin hazırlayarak bir nevi yasal hale getirdiler.

Ama bütün bunlar onları kurtarmaya yetmeyecek! Faşist cunta şefleri, nasıl alınlarına “işkenceci katil” damgasını yemekten kurtulamadıysa, günümüzün işkencecileri de kurtulamayacak!

 

İşkence her yerde

30 Mayıs’ta İdil Kültür Merkezi’nden gözaltına alınan 14 kişiye polis aracında yapılanlar, işkencenin nasıl pervasızlaştığını gösteren çarpıcı örneklerden biri oldu.

Gözaltına alınanlardan Bergül Varan, serbest bırakıldıktan sonra yaşadıklarını şöyle anlattı: “Kültür merkezine baskın yaptıklarında bizi çevik kuvvet aracına bindirdiler. İşkence burada başladı. Bilerek sanki onun için hazırlanmış gibiydiler. Saçlarımı tutup çevirip kökünden kopardılar. Elinde kalan saçı sallayarak mehter marşı ile oyun oynuyorlardı.”

12 Eylül yıllarında “Türkiyem” şarkısı ile yaptıklarını, şimdi “mehter marşı” ile yapıyorlar. İşkenceden sonraki yamyam dansları ve onu bir zevk aracına dönüştürme gayretleri de farksız… Zaten işkencecilerden biri “ışıklar kapansın, eğlence başlasın” diyerek bunu açıkça söylüyor.

Bergül Varan, yanındaki arkadaşlarına yapılanları da şöyle anlatıyor: “Bir erkek arkadaşımızın ensesine vura vura bayıltıyorlardı. Bir arkadaşımızın kulak zarı patladı. Başka bir arkadaşımızın gözü morluk içindeydi. ‘Neden başını kaldırdın’, ‘yukarı baktın’ deyip yoğun işkenceler yaptılar.”

Böylesine keyfi ve rahatlar… Gözaltına aldıklarını konuşturmak için yapılan işkencelerden farklı olarak; aldıkları kişilerde büyük bir şok ve korku yaratmak ve onlar şahsında tüm toplumu sindirmekiçin yapılan bir saldırı furyası ile karşı karşıyayız. İşkencenin polis otolarında, sokakta, yani kitleye açık yerlerde yapılmasının amacı bu.

KHK ile işten atıldıkları için direnişe geçen kamu emekçilerine ve ailelerine yapılanlar da aynı amacı güdüyor. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça açlık grevinde iken defalarca sürüklenerek gözaltına alındılar. Açlığın 76. gününde tutuklandılar, hapishanede tartaklandılar, tecritte tutuldular… Onların ardından açlık grevini sürdüren yakınları saldırıya uğradı. Burdur Cezaevi katliamında kolunu kaybeden Veli Saçılık da direnenler arasındaydı. O halde defalarca tartaklanarak gözaltına alındı, yakın mesafeden onlarca plastik mermi sıkıldı. Annesi Kezban Saçılık, polislerin saldırısına uğradı, yerlerde sürüklendi.

“Birisi başıma tekme vurdu, birisi küfür etti. Ağıza alınmayacak şeyler söylediler… Hem sürüklüyorlar, hem vuruyorlardı” diyor Kezban Saçılık ve soruyor: “Hani cennet anaların ayağı altındaydı?”

Ne yazık ki bizim analarımız her faşist-gerici saldırıda aşağılık küfürlere, işkencelere maruz kalıyorlar. Ama başları hep dik ve her zaman kendilerinden önce çocuklarını düşünüyor, onlar için kaygılanıyorlar.

“Onlar oğlumu alınca dayanamadım. Koştum arabanın yanına. Velime, Semih’in annesine vurarak arabaya koydular, içine gaz sıktılar, sonra kapısını kapattılar. İçerde kuşlar gibi çırpınıyorlardı. Vurdum elimle, camı kırayım onlar hava alsın diye. Vurdum, vurdum. Açamadım ben kıramadım” diyerek ona hayıflanıyor. Ve sadece oğluna değil, direnen herkese sahip çıkıyor.

“Devlet bu çocukları ölüme terkediyor. Hele ki Semih’i, Nuriye’yi. O durumdaki bir insanı tutuklamak, öldürmektir… Benim için anne olarak Veli ile Semih, Nuriye fark etmiyor. Hepsi için acım aynıdır ve onlar benim bir parçamdır.”

İşte bizim analarımız!.. Böylesine dirayetli, vakur, fedakar… Bu anaları, işkencenin ve işkencecilerin yenebilmesi mümkün mü?

 

Türkiye “işkenceci devlet” olarak mimleniyor

Türkiye, bir kez daha uluslararası kuruluşların “işkenceci devlet” kategorisinde yer almaya başladı. Arka arkaya gelen açıklamalar, hazırlanan raporlar, bu gerçeği çeşitli yönleriyle dile getiriyor.

İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Ekim 2016 tarihinde hazırladığı raporda, Türkiye’deki gözaltı merkezlerinde işkence ve kötü muamele yapıldığını, 13 ayrı örnek üzerinden açıkladı. Bu örneklerde tecavüz tehdidi, testis sıkma, uygunsuz pozisyonda uzun süre tutma ve dövme gibi pek çok hak ihlalinin yaşandığı belirtildi.

Kısa adı CPT olan Avrupa İşkence ve Onur Kırıcı Muameleleri Önleme Komitesi’nin cezaevleri üzerine hazırladığı rapor da benzer şeyleri söylüyor. Van F Tipi cezaevinden T tipi cezaevine sürülen 30 tutuklunun domuz bağıyla bağlanıp ağır biçimde dövüldükleri, bu işkenceyi yapan kişilerin “biz gardiyan değiliz, bu cezaevi gerçek cezaevi olacak unutmayın” dediği anlatılıyor.

Kasım 2016’da yayımlanan AB İlerleme Raporu’nda, Türkiye’de işkence ve kötü muamele konusunda artış olduğu vurgulandı. Keza BM’nin İşkenceye Karşı Komitesi UNCAT da, kendilerine ulaşan çok sayıda güvenilir raporlar nedeniyle Türkiye’den kaygı duyduklarını belirtiyorlar. Altında Türkiye’nin de imzası olan “İşkenceye Karşı Sözleşme”nin 2. Maddesini hatırlatıyorlar: “Hiçbir istisnai durum, ne savaş hali ne de bir savaş tehdidi, dahili siyasi istikrarsızlık veya herhangi başka bir olağanüstü hal, işkencenin uygulanması için gerekçe gösterilemez.”

Bu raporlarda yazılanları, AKP’li bakanlar “Türkiye aleyhine propaganda” diyerek kapatmaya çalışıyorlar. Uluslararası kuruluşların heyetleriyle görüşmeyerek, raporlarına onay vermeyerek, engelleme yoluna gidiyorlar. TBMM Cezaevi Alt Komisyonu Başkanı AKP’li Mehmet Metiner ise daha ileri giderek, “15 Temmuz sonrası cezaevlerinden gelen kötü muamele ve işkence iddialarıyla ilgili inceleme yapmayacakları”nı söylüyor.

Ancak mızrak çuvala sığmıyor! İşkence vakaları öylesine yaygın ve pervasız ki, duyulmaması, görülmemesi mümkün değil! Ayrıca işkenceye zemin sunan, işkenceciyi koruyan KHK’lar ortada duruyor. Zaten raporlarda onlara da dikkat çekiliyor. 30 günlük gözaltı süresi, 5 gün avukat yasağı, tutukluların cezaevinden yeniden şubeye götürülmesi gibi KHK’ların iptal edilmesi; işkencecileri koruyan yasa ve düzenlemelerin kaldırılması gerekiyor.

Hiç kuşkusuz AB, BM gibi emperyalist kuruluşların ne denli ikiyüzlü bir politika izlediklerini biliyoruz. Daha önce pek çok haksızlığa gözyumarken, AKP ile çelişkileri artınca dillendirmeleri veya Gülen Cemaati gibi işbirlikçilerine yapılanları öne çıkarmaları mümkündür. Ayrıca kendi ülkelerinde de işkence değişik zamanlarda ve değişik biçimlerde uygulandı, uygulanıyor.

Ancak unutmamak gerekir ki, işkencenin bir “insanlık suçu” olarak kabul edilmesi ve bu tür kuruluşların sözleşmelerine geçmesi, işkenceye karşı verilen büyük mücadeleler sonucu olmuştur. Bunu da asıl olarak işkenceye karşı direnenler ve onların direnişine sahip çıkanlar başarmıştır.

 

İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!

Bu slogan, herhangi bir slogan ya da ajitatif bir söz değil!

İşkencenin gemi azıya alındığı 12 Eylül yıllarında şubede, cezaevlerinde direnen komünist ve devrimcilerin etinde-kemiğinde hissettiği onca acıya rağmen, yüreğinden-bilincinden süzülerek gelen bir haykırıştır. İşkenceye ve işkencecilere kendi inlerinde meydan okuyuştur. En karanlık günlerde, en vahşi işkenceler altında kan-revan içinde ortaya çıkmış ve dilden dile yayılmıştır. Onu bu kadar anlamlı ve kalıcı kılan da budur.

İşkence, sömürücü sınıfların egemenliklerini sürdürme aracı olarak ortaya çıktığı günden bu yana; ona karşı mücadele de, bu sömürü sistemine karşı olanların direnişleri ile büyüdü. Köleci toplumdan bu yana binlerce yıldır ne kadar işkence yapsalar da, insanlığın direnişini ve ileriye yürüyüşünü engelleyemediler. Bundan sonra da engelleyemeyecekler.

Bugün emperyalist-kapitalist sistem, tüm insanlığa “yeni ortaçağ” adını verdiği bir dönemi yaşatıyor. IŞİD vb. çetelerle tıpkı ortaçağdaki gibi en vahşi işkenceleri, katliamları gerçekleştiriyor. İşkenceyi ve vahşetin her türünü kanıksatmaya, sıradanlaştırmaya çalışıyor. Çetelerden devletlere, fiili durumdan yasalara doğru yayarak, halklar üzerindeki tahakkümünü sürdürmeyi amaçlıyor. Bunu en başta Ortadoğu halkları üzerinde deniyorlar. Bunların arasında Türkiye de var.

Hatırlanacaktır, AKP hükümeti “işkenceye sıfır tolerans” sözleriyle işbaşına gelmişti. “AB’ye tam üyelik” hedefiyle demokrasi vaadediyordu. Aradan geçen 15 yıl içinde gelinen yer ortada.

Elbette hiçbir dönem işkence tümden ortadan kalkmadı. Ama verilen mücadele ile büyük oranda geriletildi. Bugün ise her alanda olduğu gibi kazanılan haklar birer birer gaspediyor ve yeniden kazanmak için büyük bir direniş gerekiyor.

İşkenceye karşı mücadele, onun uygulandığı her yerde direnişe geçmekle ve bu doğrultuda kamuoyu oluşturmakla mümkündür. Kime yapılırsa yapılsın işkenceye karşı durmak ve işkencecilerin cezalandırılmasını istemek gerekir. FETÖ’cü diyerek başlatılan işkenceler, hızla devrimcilere, hakları için direnen emekçilere doğru yayıldı. Bu furyayı durduracak olan da yine komünist ve devrimciler, onların direnişine sahip çıkanlar olacaktır.

Ve bir kez insanlık onuru işkenceyi yenecek, onu hak ettiği yere tarihin çöplüğüne atacaktır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …