Kılıçdaroğlu’nun başını çektiği “adalet yürüyüşü” son aşamasına geldi. 9 Temmuz’da Maltepe’de yapılacak mitingle noktalanacak.
Bu yürüyüşe nasıl yaklaşmak gerektiğini, yürüyüşün başladığı ilk günlerde ortaya koymuştuk. (17 Haziran tarihli “CHP’nin adalet yürüyüşüne nasıl yaklaşılmalı” başlıklı yazı) Başlangıçta birçok belirsiz nokta vardı ve yürüyüşün nasıl sonuçlanacağı belli değildi. Ona rağmen öngörülerimiz büyük oranda doğru çıktı.
CHP, bıçak kendi kemiğine dayanınca, harekete geçmek zorunda kalmıştı. Arkasına kitleleri alarak AKP karşısında elini güçlendirmek istiyordu. Ancak bu, “kontrollü bir eylem” olmalıydı. Yürüyüş boyunca hem kitlesel katılımı sağlamak, hem de o kitleyi kendi kontrollerinde tutmak için çok uğraştılar. Öyle ki İstanbul’da Maçka Parkı’ndaki toplanmayı ve İzmir’den başlayan yürüyüşü bile kaldırdılar. Ve ısrarla “adalet” dışında hiçbir döviz-pankart taşınmaması, farklı sloganların atılmaması, katılan parti ve derneklerin kendi imzalarıyla değil, bireysel şekilde katılmaları istendi. Güya bunu “provokasyonları önlemek” için yapıyorlardı. Oysa asıl amaç, kitlelerin kendi talepleriyle katılmasını ve eylemin düzen-içi sınırları aşmasını önlemekti.
Yasaklara rağmen birçok kesim kendini ifade etmeye çalıştı. Taşeron işçiler, kadın örgütleri, Gezi şehitlerinin aileleri vb. çeşitli kesimler, fotoğraf ve dövizlerle kendi sorunlarını ortaya koydu. Ancak İstanbul’a yaklaştıkça işi daha sıkıya almaya başladılar. Özellikle miting alanına hiçbir döviz ve pankartın alınmayacağı yönlü açıklamalar yoğunlaştı. Hem CHP hem de bir bütün olarak devlet, artan kitleselliğin koydukları barikatı aşmasından duydukları korku ile tedbirlerini arttırdılar.
Başından itibaren ya bu yürüyüşe kitlesel bir katılım ile koyulan yasakları aşmak, ya da bulunduğumuz yerlerde kendi adalet anlayışımızı ortaya koyarak bağımsız eylemlerimizi gerçekleştirmek gerektiğini belirttik. Bu yürüyüş egemen klikler arasındaki çelişkinin bir sonucu olarak ortaya çıkmışsa da, artan kitleselliği ve kitlelerin beklentileri ile, değerlendirilmesi gereken bir ortam yaratmıştı. AKP ve Erdoğan’a duyulan öfke, bir kez daha kendisini ortaya koyuyordu. Bunun CHP tarafından istismar edilmesine izin vermemek, ayrı bir odak oluşturmayı gerektiriyordu.
Yeraldığımız platform ve birliklerde bu doğrultuda önerilerimiz oldu. Fakat DİSK, KESK gibi sendikalar, EMEP, EHP gibi reformist partiler, yürüyüşe konulan sınırlar içinde katılmayı kabul etmişlerdi. HDP-HDK ise başından itibaren çelişkili açıklamalar ve tutumlar almıştı.Dolayısıyla devrimci-demokrat kesimlerin ayrı bir odak oluşturmaları ve seslerini duyurmaları mümkün olmadı.
Yürüyüşün finali olan Maltepe mitingine,15 Temmuz sonrası Taksim mitingine katıldığımız gibi, birleşik bir güçle ve kendimizi ifade eden biçimlerle katılarak bu eksikliği giderebilirdik. İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu’nda bu konu gündeme geldiğinde, reformist partiler ve bazı kurumlar CHP’nin çizdiği sınırlar içinde katılacaklarını söylediler. HDK ise, Maltepe mitingine katılmayacaklarını belirtti. Oysa HDP yöneticileri, Kandıra’da yürüyüşe katılmışlardı. Bir kez daha çelişkili-tutarsız bir yaklaşım sergilediler.
Bu durumda mitinge kendimizi ifade edecek tarzda katılmak konusunda hemfikir olanların biraraya gelmesi dışında bir seçenek kalmadı. Kuşkusuz Koordinasyon olarak katılmak (ki içinde DİSK, KESK, TMMOB, TTB gibi sendika ve meslek örgütleri de bulunuyor) mitingde ayrı bir ses oluşturmayı başarmak bakımından son derece önemliydi. Dahası tıpkı Taksim mitinginde olduğu gibi Koordinasyon adına kürsüde konuşma hakkı elde etmek mümkündü ve oradan miting kitlesine doğrudan seslenme olanağı doğabilecekti.Ancak bu olanak, kendilerine “devrimci” “sosyalist” diyen bazı kurumların CHP’ye yedeklenmeleri; bazı kurumların ise HDP’nin zikzaklı-edilgen çizgisine ortak olmalarıyla heba edilmiş oldu.
CHP’nin “adalet yürüyüşü” kitlelerde önce belli bir temkinlilikle “bekle-gör” tavrıyla karşılanmıştı. Çünkü CHP kitlelere güven vermiyordu, bugüne dek en kritik aşamalarda onları yüz üstü bırakmıştı. Yürüyüşe dair belirsizlikler varken, bir kez daha hayal kırıklığı yaşamak istemiyorlardı.
CHP yürüyüş boyunca bunları gidermeye çalıştı. Örneğin Enis Berberoğlu tahliye edilse de yürüyüşün süreceğini açıkladılar. Hatta yürüyüşün Berberoğlu ile sınırlı olmadığı, “adalet” talep eden herkesi kapsadığı söylendi. Ardından bu hareketin yürüyüşle sınırlı olmayacağı, arkasının getirileceği belirtildi. 69 yaşındaki Kılıçdaroğlu’nun kararlılıkla ve tempolu yürümesi bile, ayrı bir sempati ve güven oluşturdu. Direnen kişilerin, etrafında çekim merkezi yaratması olgusu, Kılıçdaroğlu nezdinde bir kez daha yaşandı. Ayrıca tüm provokasyon çabalarına rağmen yürüyüş kesintisiz biçimde sürüyordu. Daha da önemlisi, uzun yıllardan beri ilk kez gündemi AKP değil, CHP’nin bu yürüyüşü belirledi. Sansürleme çabalarına rağmen, haftalar boyunca gündemin baş sırasına oturdu.
Bütün bunlar başlangıçta kitlelerde var olan güvensizliğin kırılmasına yol açtı. Böylece yaklaşık 10 bin kişi ile başlayan yürüyüş, yol boyunca 20 binleri buldu. İstanbul’a girişinde ise 40 bini aştı. Şimdi mitingde milyonları bulması bekleniyor. Ve CHP ilk kez kitleleri mitinge getirmek için bu kadar cansiperane çalışıyor.
Sonuç olarak yürüyüşün başladığı anda kitlede oluşan temkinlilik, giderek desteğe ve katılıma dönüştü. 16 Nisan referandumundan sonra kitlelerde yaşanan karamsar ruh hali dağılmaya ve yeniden canlanmaya başladı. Bu aşamadan sonra devrimcilerin bu eylemin dışında durması,hayırhah bir tutum takınması doğru değildi.
CHP’nin bir düzen partisi olması, bu eylemi kendi çıkarları için başlatması, klik çekişmelerine kitleleri yedeklemesi ve düzen-içi çözümlere çekmeyi amaçlaması vb. doğrular, bu eylemlerin uzağında durmaya gerekçe yapılamaz. CHP’nin yapısı, misyonu, amacı bellidir. Devrimci ve komünistler açısından bunlar tartışılmaz doğrulardır. Fakat böylesine kitlesel bir harekete devrimcilerin müdahil olmaması, onu tam da CHP’nin istediği rotada götürmesine hizmet eder. Kitleleri CHP’ye terketmek anlamı taşır.Tarihte “papaz Gapon”dan, Paris Komünü’ne kadar pek çok örnekte görüldüğü gibi, komünistlerin doğru bulmadıkları ya da yenilgiyle sonuçlanacağını bildikleri halde katıldıkları birçok eylem ve halk hareketi vardır.
Bu tür “sol” görünümlü tutumlar, gerçekte kitlelere yabancılaşmanın, pasifizmin, kendine güvensizliğin ürünleridir.Kaldı ki bunların önemli bir kısmı, “kitleler neredeyse orada olmalıyız” doğru parolasını, dinci kesimlerle uzlaşmaya, “yeryüzü sofralarında” buluşmaya kadar vardırmışlardır. Keza bugüne dek sandığa hiç gitmemiş devrimci-demokratları bile, HDP’ye oy vermek ya da referandumda “hayır” çıkması adına sandığa çağırmış, düzen-içi çözümlere çekmişlerdir.Dolayısıyla parlamentarist hayaller yayan, birçok noktada reformizmle aynı kulvarda hareket eden bu kesimlerin, “adalet” yürüyüşü ve mitingine ilişkin “sol” görünümlü tutumlarında, bir tutarlılık ve inandırıcılık da yoktur.
Sonuç olarak, Maltepe mitingine CHP’nin yasaklarını kabul ederek girmek ne kadar yanlış ise, milyonları bulacağı şimdiden belli olan ve oraya geleceklerin önemli bir kısmının devrimcilerin hedef kitlesi işçi-emekçi kesimlerden oluşan bir mitinge katılmamak da bir o kadar yanlıştır. Her iki tutum da kitleleri CHP’ye terketmek dışında bir sonuç doğurmaz. Komünist ve devrimciler, kendi kimlikleri ve adalet anlayışları ile burada yerlerini almalı, günün acil-somut taleplerini haykırmalıdır.
En başta OHAL’in kaldırılması ve KHK’ların iptali, açlık grevinin 120. günlerini yaşayan Nuriye ve Semih’in serbest bırakılması ve taleplerinin karşılanması dile getirilmelidir.Erdoğan ve AKP hükümetiistifaya çağrılmalı ve onlar gitmeden bu taleplerin karşılanmayacağı bir kez daha belirtilmelidir.
Mesele CHP’nin bu eylemlerle neyi amaçladığı değil, faşizmin saldırıları altında bunalan kitlenin taleplerine sahip çıkma, onlara devrimci bir çıkış göstermedir. Yeniden canlanan ve kendine güveni artan kitleleri CHP’ye terketmeme, doğru hedeflerle mücadeleyi büyütmesine önayak olmadır. Dün olduğu gibi bugün de komünist ve devrimcilerin yapması gereken budur.