Yayınevimizden yeni çıkan “Darbe içinde darbe 15 TEMMUZ” kitabının giriş bölümünü yayınlıyoruz.
Giriş
Türkiye “darbeler ülkesi” olarak bilinir. Neredeyse 10 yılda bir askeri, yarı-askeri, “post-modern” darbeler gerçekleşti. Başarısız olanlar ya da girişim halinde kalanlar da cabası…
Bunların hepsi ordu eliyle gerçekleşen darbelerdi. Son dönemde buna “sivil darbe” de eklendi. AKP hükümeti, anayasayı, anayasa mahkemesi kararlarını, ensonu 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarını tanımayarak bir “sivil darbe” dönemi başlatmıştı. 15 Temmuz, AKP’nin sivil darbesine, askeri darbe ile karşılık verme girişimidir. “Darbe içinde darbe” dememizin nedeni de budur.
15 Temmuz’dan 5 gün sonra ilan edilen OHAL ise, AKP ve Erdoğan’ın kendi darbesini tahkim etme, ülkeyi Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) yönetme dönemidir. Böylece asker-sivil darbelerin art arda yaşandığı bir sürece girilmiştir. Egemen klikler arası mücadele, karşılıklı darbelerle kıran kırana süren bir çekişme halini almıştır.
15 Temmuz “darbeler dönemi bitmiştir”
tezinin çöküşüdür
Türkiye’de darbeler bu kadar sık olmasına rağmen, 15 Temmuz yine de beklenmeyen ve şaşkınlıkla karşılanan bir darbe oldu. Her ne kadar yabancı basında Türkiye’de darbe olacağına dair yazılar çıkmışsa da bunlar pek ciddiye alınmadı. Burjuva liberallerin “darbeler dönemi bitmiştir” propagandası etkili oldu. Elbette bunun nesnel bir temeli de vardır. Bugüne dek askeri darbelerin örgütleyicisi olan ABD’nin, ‘90’lı yıllarda “tek süper güç” haline gelmesi ve darbelere gerek duymadan kendine bağımlı ülkeleri yönetebilmesi, böyle bir ortam yaratmıştı.
Fakat ABD’nin “tek kale maç” yaptığı yıllar kısa sürdü. 2000’lerin başından itibaren irtifa kaybetmeye başladı. Bunu durdurabilmek için “önleyici savaş konsepti” adı altında yeni bir emperyalist paylaşım savaşı başlattı. Bunun da merkezinde Ortadoğu vardı. Afganistan ve Irak işgaliyle başlayan savaş, Libya ve Suriye’de gerici iç savaşlarla sürdü, fakat ABD istediği sonuçları elde edemedi. ‘90’lı yıllardan sonra pek görülmeyen askeri darbeleri de yeniden tezgahlamaya başladı.
2010 yılı sonundan itibaren Kuzey Afrika ülkelerinde başlayan halk hareketleri, 40 yıllık diktatörlerin devrilmesiyle sonuçlanmıştı. Fakat devrimci bir önderlikten yoksunluk, “ılımlı İslam”ın temsilcilerine yaradı, onları iktidara taşıdı. Başta Mısır olmak üzere bölgede en örgütlü güç olan Müslüman Kardeşler’in ilk yaptığı şey ise, yeni bir anayasa ile şeriat düzenini getirmeye çalışmak oldu. Kitleler, “Devrimimizi çaldılar” diyerek yeniden sokaklara dökülünce, üzerlerine ateş açtılar. ABD, bölge üzerinde hakimiyetini kaybetmemek için hükümeti istifaya zorladı, fakat Mursi hükümeti istifaya yanaşmadı. Bunda Müslüman Kardeşler ve Mursi ile yakın ilişkisi olan AKP ve Erdoğan’ın da rolü, sonradan açığa çıkacaktı. Onları istifa etmemeleri, sonuna dek direnmeleri konusunda teşvik etmişlerdi.
Mursi’nin direnişi, ABD destekli ordu darbesiyle son buldu. Böylece “darbeler dönemi kapanmıştır” tespiti de ilk yarayı aldı. Fakat bu sadece Mısır’la sınırlıymış, Türkiye’de olmazmış gibi hareket edildi. AKP hükümetinin ABD tarafından işbaşına getirilmiş olması, bu düşünceyi pekiştiriyordu. Değişen konjonktürle birlikte ABD’nin “ılımlı İslam” projesinin çöktüğü ve yeni arayışlara girdiği hesaba katılmıyordu.
Diğer yandan ABD’nin bölgede yaşadığı yenilgi, Suriye savaşı ile birlikte Rusya’nın daha fazla öne çıkması, kimi işbirlikçileri ABD’ye rağmen bazı adımlar atmaya yöneltti. Örneğin ABD’nin İran ambargosu, ekonomik rant karşılığı AKP tarafından delindi. AKP’nin Gülen Cemaati ile arasının açılması da aynı sebeptendi. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonu bu yüzden başlatıldı. ABD’nin Cemaat aracılığıyla AKP’ye ilk ihtarı da bu oldu. Erdoğan’sız AKP planları ya da 7 Haziran seçimleri sonrası AKP-CHP koalisyonu çabası da sonuç vermedi. Erdoğan bunları altetmekle kalmadı, Suriye savaşında ABD’nin dışında işler yapmaya, Rusya-Çin blokuna yeşil ışık yakmaya başladı.
Askeri darbeler, emperyalist ülkelerin son çare olarak başvurduğu yöntemlerdir. Kitleleri sözde demokrasi ile yönetmek, seçim aldatmacasıyla rızasını almış görünmek, daha rahat yönetmeyi sağladığı için tercih edilendir. Burada bir tıkanma yaşanırsa, istediği tarzda yönetemezse, çeşitli yaptırımlar ve tehditlerle hizaya sokmaya çalışır. Bunun da kar etmediği yerde darbelere başvurur. Önceki darbeler gibi 15 Temmuz da bu sırayı izlemiştir.
Mısır’dan sonra Türkiye’de ABD’nin tezgahladığı askeri darbe girişimi, -başarılı ya da başarısız olmasından bağımsız- “darbeler dönemi bitmiştir” tezini de çökertti. Emperyalist savaş dönemleri sivil ya da askeri darbeler dönemidir aynı zamanda. Ve sadece ABD değil, diğer emperyalistler de bu yöntemlere başvururlar. Bölgemizde ABD’nin hakimiyeti ve bugünkü savaşı başlatan emperyalist ülke olması, ilk olarak onu akla getirmektedir. Bu yanlış da değildir. Yanlış olan, emperyalizmi sadece ABD’den ibaret görmek ve anti-emperyalizmi anti-Amerikancılık ile sınırlamaktır.
15 Temmuz’un ABD darbesi
olduğunu gizlemek nafiledir
15 Temmuz’un arkasında ABD’nin olduğu daha ilk günden belliydi. Zira Cemaat’in arkasında, başından beri ABD’nin güç ve desteği vardı. Cemaat’in devletin tüm organlarına yerleşmesi, holdinglerden bankalara çok büyük bir ekonomik gücü elinde tutması, başka türlü mümkün olamazdı. Sadece Türkiye’de de değil, dünyada da çok geniş bir ağa sahipti. Neredeyse Birleşmiş Milletler’in üye sayısı kadar ülkede okulları, dershaneleri, işletmeleri bulunuyordu. Cemaat’in başı Fetullah Gülen, uzun yıllardır ABD’de son derece korunaklı bir çiftlikte yaşıyordu. Gülen Cemaati, ABD’nin “ılımlı İslam” projesinin tüm dünyada yayılmasında kullandığı en önemli araçlardan biriydi.
Başından beri bütün göstergeler, 15 Temmuz darbesini ABD’nin tezgahladığını ortaya koyuyor. Sonrasında eski CIA başkanlarının aynı günlerde İstanbul-Büyükada’da bulunduğu ortaya çıktı. Keza NATO’nun Amerikalı generalleri, birlikte çalıştıkları subayların 15 Temmuz sonrası tutuklanmış olmasından yakındılar. Gerek ABD, gerekse AB, uzun süre 15 Temmuz’u kınayan bir açıklama yapmadı. Yenilgiye uğradığı kesinleştiğinde bile, AKP hükümetini “aşırı tepki vermeme”ye çağırdılar ve “iki taraf da sağduyulu davranmalı” diyerek eşitlediler, esasında darbecileri korumaya çalıştılar.
Durum bu kadar açıkken, burjuva liberallerden devrimci yapılara kadar geniş bir kesim, 15 Temmuz’un bir ABD darbesi olduğunu reddetti. Tek dayanakları ise, darbenin başarısız olmasıydı. “Eğer darbeyi ABD yapmış olsaydı başarılı olurdu, başarısız olduğuna göre ABD yapmamıştır” şeklinde son derece düz bir mantıkla hareket ettiler. Bu, ABD’nin “yenilmez” olduğu propagandasına kapılmak, son yıllarda yaşadığı çöküşü görmemek ve yeni emperyalist savaşla birlikte değişen konjonktürü anlayamamaktı.
Benzer bir durum, 15 Temmuz’u Erdoğan’ın bir “tiyatro”su olarak görenler için de geçerlidir. Zaten bu tezler birbirleriyle bağlantılıdır. “Darbenin arkasında ABD yoksa, böyle bir darbe de yoktur, öyleyse bu bir illüzyondur!” şeklinde bir mantık yürütülmektedir. Bir kez daha ABD gözlerde büyütülüyor, onun izni olmadan Türkiye’de kuş uçmazmış gibi yaklaşılıyor.
Bu tezin bir diğer dayanağı, “darbe kimin işine yaradı” sorusuna verilen yanıttır. Sonuç itibarıyla 15 Temmuz, tabi ki Erdoğan’a yaramıştır. Darbenin şokunu üzerinden atar atmaz ilk sözü “bu Allah’ın bir lütfudur” olmuştu. Çünkü 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra, ya Cemaat ya da kendisi bitecekti. 17-25 Aralık’ı bir “milat” yapmaları boşuna değildir. Erdoğan, bu operasyonla ABD’nin Cemaat eliyle kendisini düşürmek istediğini çok net gördü. Ve Cemaat’e açık savaş açtı. Fakat devletin tüm organlarına yayılmış, ekonomik, siyasi, kültürel vb. her alanda etkinliğini kurmuş bir yapıyı tasfiye edebilmek kolay değildi. 15 Temmuz ona bu fırsatı, aynı zamanda meşru zemini yarattı.
Ancak bu durum, darbeyi Erdoğan’ın tezgahladığı anlamına gelmiyor. Bir olayın sonuçlarından, olayla ilgisi olmayan pek çok kişi ya da kurum yararlanabilir. Özellikle siyasi gelişmelerde bu çok daha mümkündür. Sözkonusu olan adli bir cinayet vakası değildir çünkü. Orada bile cinayetten çıkar sağlayanlar her zaman katil ya da azmettirenlerle sınırlı olmayabilir.
Bugüne dek devletlerin ya da siyasi liderlerin çeşitli provokasyonlara başvurdukları görülmüştür. Ancak bunlar kendilerine dönük ciddi tehlikeler içermez. Oysa 15 Temmuz gecesi Erdoğan gerçekten ölüm korkusunu yaşamıştır. Bunu o anki görüntülerinden bile anlamak mümkündür. Kesin olan, darbe hazırlıklarından haberdar olukları, darbecileri ‘erken doğum’a, dolayısıyla hata yapmaya zorladıkları ve kısa sürede yenilgiye uğrattıklarıdır.
Darbecilerin “erken doğum”a zorlanmasıyla ortaya çıkan acemilikler, bir süre “tiyatro” laflarının tutmasına yol açtı. Son dönemde ise, CHP’nin dillendirdiği “kontrollü darbe” sözü revaçta. Bu tanım, her ne kadar darbe girişiminin önceden fark edilip erken patlatılmasının sağlandığı ve kontrol altına alındığı şeklinde yorumlansa da; esasında Erdoğan ekibinin darbeyi planladığına dair imayı da içermektedir. “Tiyatro”dan geri adım atılmış olmakla birlikte, benzer çağrışımlar yapan değerlendirmeler, objektif olarak darbecileri ve arkasındaki güçleri aklamaya yarar. Bu yanıyla ABD kaynaklı olma ihtimali de yüksektir.
15 Temmuz’un yenilgisinde
“Avrasyacılar”ın rolü büyüktür
AKP döneminde darbe söylentileri aslında hiç eksik olmadı. Fakat böyle bir girişim, AKP karşıtlarından, yani laik-Kemalist subaylardan beklenmiş ve bu ihtimal hep canlı tutulmuştur. 2007 yılından itibaren Ergenekon adı altında yapılan operasyonların hepsi “hükümete darbe hazırlığı” suçlamasıyla gerçekleşmiştir.
AKP ve Erdoğan, gayri-resmi ortakları Gülen Cemaati aracılığıyla bu korkuyu sürekli kılarak, hem rakip klikleri devletin kurumlarından büyük oranda tasfiye etmeyi başardı, hem de kendi kadrolarını boşalan yerlere yerleştirerek iktidarını sağlamlaştırma, siyasi ömrünü uzatma olanağı buldu. Dolayısıyla AKP ve Erdoğan, yıllarca süren saltanatlarını büyük oranda Cemat’e, onun kadrolarına borçluydu.
AKP, bir ABD projesi olarak hazırlanmış ve Cemaat’in kadrolarıyla desteklenerek işbaşına getirilmiş bir partiydi. Onu vareden kesimlerden darbe yemesi, yüzeysel bir bakışla anlaşılmaz görünebilir. Fakat aradan geçen yıllarda rakip kliklere darbeler indirerek devlet içinde güçlenen AKP ve Erdoğan, savaş ortamının sağladığı manevra alanını da kullanarak kimi çıkışlar yaptı. Özellikle Suriye’de ABD’nin PYD ile ilerlemesini durdurmaya çalışması, İslamcı çetelerle ABD kontrolü dışında işler çevirmesi, aranın açılmasında en önemli nedenlerdi.
Diğer yandan Gezi sürecinden itibaren kitlelerin öfkesini üzerinde toplayan bir Erdoğan vardı. Emperyalistler özellikle savaş dönemlerinde daha fazla kitle desteğine ihtiyaç duyarlar. Bundan yoksun kalan bir liderle birlikte yürümek istemezler. Nitekim Kuzey Afrika’da başlayan halk ayaklanmalarının ardından ABD, 40 yıllık işbirlikçilerini harcamakta tereddüt etmemiştir. Erdoğan da onlar için vazgeçilmez değildir. Kendi çıkarlarına hizmet ettiği oranda kullanır, “çizmeyi aştığı”nı düşündüğü veya yeni duruma ayak uydurmadığını gördüğünde, darbeden suikaste her yöntemi devreye sokarak ortadan kaldırır. Tarihin çöplüğü işbirlikçi diktatörlerle doludur.
Erdoğan da bunun farkındadır. Ayakta kalabilmek için bir yandan ABD ile arayı düzeltmeye çalışırken, bir yandan da Rusya’ya göz kırpmaktadır. 15 Temmuz darbesinden Erdoğan’ı kurtaran faktörlerin başında Rusya vardır. Putin’in danışmanı ve Avrasyacılık akımının teorisyeni A. Dugin, 15 Temmuz’dan önce Türkiye’dedir ve AKP’lilerle görüşmüştür. Ordu içinde artan telefon trafiğini uydu üzerinden farkedip Erdoğan’ı uyaran da onlardır. Erdoğan, şu anki varlığını Rusya’ya borçludur dersek yanlış olmaz. CIA mensupları bir kez daha “bizim oğlanlar başardı” diyemediyse, bunda en büyük pay Rusya’ya aittir. Onun içindir ki, özellikle 15 Temmuz sonrası Erdoğan ile Putin arasındaki ilişkiler sıklaşmış ve Rusya, Suriye savaşında bu ilişkiyi en verimli şekilde kullanmıştır.
17-25 Aralık operasyonundan sonra Erdoğan, önce ülke içindeki ittifaklarını değiştirdi. Ergenekon, Balyoz vb. davalarla, başta ordu olmak üzere devletin tüm organlarından tasfiye ettikleri ve birçoğunu tutukladıkları Avrasyacıları (Rus-Çin işbirlikçileri) tahliye ettirerek onlarla yeni bir sayfa açtı. Bütün suçu, Cemaatçi savcı ve polislerin üzerine attı, onların bir “kumpas”ı olduğunu iddia etti. Tahliye olan subayların önemli bir kısmı görevlerine geri döndüler. 15 Temmuz darbesinin önlenmesinde, bu subaylar başta olmak üzere Avrasyacılar önemli bir rol oynadılar.
Şimdi “kumpas” denilerek aklanan bu kişiler, AKP’nin ABD adına içerde-dışarda rakiplerine saldırıya geçtiği dönemde, darbe hazırlığı içindeydi. Dolayısıyla ordu içindeki Kemalist subaylardan darbe beklentisi, boş bir korku değildi. “Genç subaylar rahatsız” manşetleri, Cumhuriyet mitingleri, tatbikatlar, seminerler vb. bu hazırlığın göstergeleriydi. AKP ve Erdoğan, ABD ve Cemaat ile sorunlar yaşamaya başlayınca, aradaki buzlar eridi. Son dönemde AKP’nin en büyük destekçisi Avrasyacıların merkezi Vatan Partisi ve lideri Doğu Perinçek oldu.
Bu tablo da gösteriyor ki, Türkiye’de askeri darbeyi sadece ABD değil, farklı emperyalistler de yapabilir. Nitekim 15 Temmuz’u önce Kemalist subayların yaptığı düşünüldü. Yakın zamana kadar askeri darbe o kesimlerden bekleniyordu çünkü.
Tablonun gösterdiği bir diğer şey ise, Türkiye’de çeşitli emperyalist güçlerin işbirlikçilerinin olduğu ve bunlar arasında kıyasıya bir çatışma sürdüğüdür. Özellikle savaş dönemlerinde bu çatışma çok daha belirgin ve şiddetli bir hal almaktadır. Her iki emperyalist savaşta bunlar yaşandı. Bugün de asker-sivil darbelerin ard arda gelmesi, bununla ilgilidir. Günümüzde emperyalist savaşın merkezi Ortadoğu ise, Türkiye bunun tam ortasında yer alıyor. Her emperyalist ülke, işbirlikçileri aracılığıyla Türkiye’yi yanına çekmeye çalışıyor. Savaş devam ettiği müddetçe, bu çelişki ve çatlaklar derinleşecek ve yeni alt-üst oluşlar yaşanacaktır.
15 Temmuz sonrası asıl hedef
toplumsal muhalefettir
15 Temmuz darbesi üzerinden bir yıl geçti. Buna rağmen halen birçok nokta belirsizliğini koruyor. Bunun bir nedeni, darbenin başarısızlığa uğraması ve darbecilerin kendilerini koruma çabası ise; diğeri darbeye maruz kalanların darbecilerle girdikleri ilişkiler, hatta yaptıkları pazarlıklardır. Böylece her iki taraf da darbenin aydınlanmasını istememekte, aksine bilinmezlikler içinde kalmasını yeğlemekte ve buna çalışmaktadır.
Darbeden yaklaşık bir yıl sonra görülmeye başlayan “15 Temmuz çatı davası”nda sanıkların ifadeleri de, bu durumu kuvvetlendirmektedir. “Sahipsiz darbe” görüntüsü ile bir sır perdesi çekilerek, hem darbeciler, hem de AKP ve Erdoğan korunmaktadır. Tabi ki gerçekler tüm ayrıntılarıyla bir gün mutlaka açığa çıkacaktır. Ancak bugüne dek ortaya dökülenler, işin özünü ortaya sermiş durumdadır.
AKP ve Erdoğan, 15 Temmuz’u kendi lehine çevirmeyi en azından şimdilik başarmış görünüyor. OHAL ilanı ile parlamentoyu da fiilen ortadan kaldırdı, KHK’larla istediği yasayı en kısa zamanda geçiriyor. En son hileli 16 Nisan referandumu ile, önünde engel gördüğü anayasanın birçok maddesini değiştirdi. “Partili cumhurbaşkanı” amacına ulaştı. Fakat meşruiyetini, kitle desteğini her geçen gün kaybediyor. İçerde ve dışarıda büyük bir kıskaç altında. 2019’da gerçekleştirmeyi planladıkları “başkanlık sistemi”ne geçme ihtimalleri giderek zayıflıyor.
15 Temmuz’dan bu yana geçen bir yıllık süre içinde, AKP ve Erdoğan’ın darbecilerle ve onun arkasındaki güçlerle kararlı bir mücadele yürütmediği de görüldü. Başlangıçta 15 Temmuz’un bir ABD darbesi olduğu AKP’li Bakanlar tarafından bile söylenirken, sonrasında “üst akıl”, “uluslararası güçler” gibi muğlak ifadelerle kapatıldı. 15 Temmuz iddianamesinde de benzer şekilde ABD’nin varlığı gizlendi. Trump’ın başkan seçilmesinin ardından ABD ile ilişkileri yeniden düzeltmek için çok uğraştılar. Halen de bu çaba içindeler.
İçerde ise, Gülen Cemaati FETÖ şeklinde kodlayarak (Fetullah Gülen Terör Örgütü) operasyonlar yapılmaya başlandı. Ancak Cemaat’in bankasına para yatıran, okullarına-dersanelerine çocuklarını gönderenler tutuklandı da, bu bankaların-holdinglerin sahiplerinin günler öncesinden yurtdışına kaçmalarına göz yumuldu. Öncesinde “ne istediniz de vermedik” derken, 15 Temmuz sonrası mallarına-mülklerine el koyarak yandaşlarına “sermaye transferi” yapıldı. Cemaatçilerin ağababaları parayı bastırarak ya kaçtılar, ya da serbest bırakıldılar; AKP yönetimi ise Cemaat’in tabanını oluşturan ve aldatılan kesimlere diş geçirebildi. Ve bu “aldatılma”da en büyük paya sahip Erdoğan, “Allah’ım beni affetsin” diyerek işin içinden sıyrılmaya kalktı. Doğal olarak inandırıcılığını ve tabanını büyük oranda yitirdi.
Cemaatle mücadelede en çarpıcı durum, “darbenin siyasi ayağı”na hiç dokunulmaması oldu. Devletin tüm kademelerinde operasyonlar yapılırken, siyasi partiler bundan muaf tutuldu. Bunun için önce AKP’den başlamak gerekiyordu ki, Cemaat’e bulaşmayan yok gibiydi. AKP içindeki Cemaatçilerin temizlenmesi, AKP’nin güçten düşmesi, hatta bitmesi demekti. Elbette bunu göze alamazlardı.
OHAL süreci ile birlikte FETÖ operasyonları adı altında yaptıkları, muhalif tüm kesimleri bastırmak oldu. Yüzlerce dernek kapatıldı, yayınlar yasaklandı, gazeteciler tutuklandı, en temel haklar tırpanlandı, grev yasakları rutin halini aldı, 150 bin civarında kamu çalışanı görevden alındı vb… Bu saldırıların büyük bir kısmı devrimci-demokrat kişi ve kurumlara yapıldı. Bunların yanı sıra artan işkence vakaları, dolup taşan zindanlar ile, 12 Eylül başta olmak üzere askeri darbe dönemlerini hatırlatan ve onlarla kıyaslanan uygulamalar başladı.
Bütün bu baskı rejimine karşın, direnişler de devam etti. İşçiler fiili grevlerle, kamu emekçileri oturma eylemi ve açlık grevleriyle, tutarlı aydın ve sanatçılar dik duruşlarıyla mücadelelerini sürdürdü. 15 Temmuz’un birinci yılı dolarken, görevlerinden alındığı için açlık grevi yapan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça etrafında direniş çemberi büyüyor. Suriye’ye MİT tırları ile silah gönderildiğini ifşa eden bir CHP milletvekilinin tutuklanmasıyla başlayan “adalet yürüyüşü”, AKP ve Erdoğan’a duyulan öfkenin dışavurulduğu kitlesel bir eylem halini aldı.
Kısacası geçen bir yıl içinde Erdoğan, OHAL düzeni ile rakiplerine ciddi darbeler vurup elini güçlendirirken, kitle desteğini-meşruiyetini büyük oranda yitirdi ve altındaki zemin iyice kaymaya başladı.
15 Temmuz bayramı, AKP’nin ömrü ile
sınırlıdır
AKP ve Erdoğan 15 Temmuz’u resmi tatil ve bayram ilan ederek, her yere “15 Temmuz şehitleri” isimlerini verip bir kahramanlık hikayesi uydurarak, ne 15 Temmuz üzerindeki şaibeleri ortadan kaldırabilir, ne de sarsılan imajını, kaybettiği kitle desteğini geri kazanabilir.
15 Temmuz, arkasında ABD’nin olduğu başarısız bir darbe girişimi olarak tarihteki yerini aldı. Aynı zamanda AKP ve Erdoğan’ın bu darbenin en önemli müsebbibi oldukları net bir biçimde görüldü. Üstü ne kadar örtülmeye, çeşitli tören ve ritüellerle gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın, bu gerçekler olanca çıplaklığı ile orta yerde duruyor.
15 Temmuz’dan bir 29 Ekim yaratma, Kemalistlerin Cumhuriyet Bayramı’na karşılık kendi bayramını oluşturma girişimi, sonuç vermeyecektir. Askeri darbelerin başlangıcı sayılan 27 Mayıs’ın, bayram olarak kutlanması bile 12 Eylül’e kadar sürebilmişti. 15 Temmuz’un bayramlık ömrü ise, onun kadar bile sürmeyecektir. AKP hükümetinin düşmesiyle birlikte 15 Temmuz da bir bayram olarak değil, başarısız bir darbe girişimi olarak tarihin tozlu rafları arasında kaybolup gidecektir.
Temmuz 2017