Gel bir bak yakından şu yiğitlere
Daha dün gibiydi acımasız devrildiler
Kan bir kara görüntüydü göğüslerinde
Ölüm çirkindi onlar güzelleştirdiler.
Düştüler toprağa özgürce, korkusuz
Kurşun sesi değildi bir sevdalı gülüştü
Düştüler dimdik, özgürce, yalın
Öldüler ama çoğaldılar ölümsüz
Ölmediler onlar, ölemezler ki
Bu yadsınmaz gerçeği bilmedi satılmışlar
Onlar bir atardamardı halkların yüreğinde
Gecelerde yıldız yıldız uçuşan
Gözyaşları yaraşmaz o ölülere
Onlar için en soylu örtüler gerek
Gerelim hıncımızı alev alev yeniden
Devrim şarkılarını haykıralım onlara
Luis Nieto (Peru şairi)
Tüm devrimciler açısından Ekim ayının ayrı bir yeri ve önemi vardır. 1917 Ekim devrimi, bir milattır çünkü. Sömürücü sınıfların korkulu rüyası, işçi ve emekçilerin, ezilen halkların ise, binlerce yıllık özleminin, tutkusunun somutlanışıdır.
Ekim ayını ‘devrim şehitlerini anma ayı’ ilan edişimizin bir nedeni, en fazla şehidi bu ay içinde vermemiz ise, bir diğer nedeni de Ekim devrimiyle çakışmasıdır. Dünyada ilk sosyalist devrimi gerçekleştirme onuruna sahip olarak Ekim devrimi sırasında şehit düşenler başta olmak üzere, tüm devrim ve sosyalizm şehitlerini anıyor ve onların ideallerinin hala yaşadığını haykırıyoruz. Biliyoruz ki, onlar kanlarıyla Ekim Devrimi’ni kızıllaştırdılar. Ve yine biliyoruz ki, yeni Ekim’ler onların kanlarıyla yaratılacak!
* * *
29 Eylül 1980’de faşist cuntaya sıktığı “ilk kurşun”la ölümsüzleşen Osman Yaşar Yoldaşcan; 25 Ekim 1981’de işkencede katledilen Ataman İnce; 23 Ekim 1992’de bir kamulaştırma sonrası çıkan çatışmada şehit düşen Şaban Budak, aynı eylemde yakalanan ve teşhir masasını tekmesiyle yıkan, bu yüzden de faşist cellatların kudurmuşcasına saldırısına uğrayan Remzi Basalak; bu yoldaşların katledilişinden bir hafta sonra 30 Ekim 1992’de trafik kazasında yitirdiğimiz Sezai Ekinci; ve bir yıl sonra 14 Ekim 1993’te bir kamulaştırma eyleminde vurulan “yeni çağın çocuğu” Genç Komünar Nilgün Gök…
Ekim ayında şehit düşen ve o yüzden de “Ekim şehitleri” olarak anılan ihtilalci komünistlerdir bunlar… Şairin deyimiyle “her biri vazgeçilmez cihan parçası”dır. Namluya sürülmüş kurşun, yayından fırlayan oktur… Komutan, eylem adamı, teorisyen, örgütçüdür… Kendi şahıslarında devrimi ve sosyalizmi, geleceğin insanını temsil etmişlerdir… Her biri, bir “gelenek tohumu” olmuş, geleceğe direniş mirası bırakmıştır…
* * *
Devrimimizin zor yıllarıdır 12 Eylül faşist cuntasının işbaşına geldiği yıllar… Daha ilk günlerde tasfiyecilik ve teslimiyet kendini gösterirken, ihtilalci komünistler Osman Yaşar Yoldaşcan’ın “hücum ruhu” ile karşıladı faşist cuntayı. O, karanlığa sıkılan “ilk kurşun” oldu, güneşe yollanan ilk selam… İhtilalci komünistlerin 12 Eylül gibi zorlu bir sınavdan başı dik çıkmasında ve bu direnişçi mayanın tutmasında baş mimardır Yoldaşcan. Bir doruk, bir semboldür. Ardından diğer yoldaşları ve tutarlı devrimciler onun yolunu izlemişlerdir.
İhtilalci komünist hareketin kurucularından ve yapı taşlarındandı Sezai Ekinci. Osman’ın “hücum ruhu”yla, Fatih’in mütevazi komünist kişiliğiyle, İsmail’in “atılım”ıyla karılmıştı harcı. Devrime adanmış koca bir yaşamı iliklerine dek işlemiş proleter özellikleriyle etrafındaki herkese bir şeyler katar ve derin bir güven uyandırırdı. Bu önder komünist,‘74’lerde Hacettepe Üniversitesi’nde sivil faşizme karşı mücadelede içinde sivrildi. Hem örgütçü özellikleri, hem de siyasal-teorik atılımıyla hızla ilerledi. Grup yapısından örgüte sıçrayışta İsmail Cüneyt’le birlikte çok önemli bir rol üstlendi. “pelteleşmiş, durağan, akmayan” diye nitelediği kişi ve alışkanlıklara darbe vurarak devrimci bir silkinme yarattı. Ve çok genç yaşta MK’da görev aldı. Hareketin hem ideolojik-siyasi gelişiminde, hem örgütsel ve askeri alanlarında görevler üstlendi. 12 Eylül yıllarında 100 günü aşkın işkencelerde direniş destanı yazdı. Mamak zindanında faşist yaptırımlara boyun eğmeyen sınırlı sayıdaki devrimcilerden biri oldu. ‘90’lı yıllarda tahliye olur olmaz aldığı her görevi başarıyla yerine getirdi. Ne yazık ki, bir trafik kazasında yitirdik bu değerli insanı, önder komünisti… Yoldaşları faşizme ve tasfiyeciliğe karşı mücadelede onu örnek aldılar ve Osman, Fatih, İsmail’in yanına, hak ettiği yere yerleştirdiler…
Ataman İnce’ye günlerce sordu işkenceciler: “Kimsin sen?” “Ben komünistim” dedi yalnızca. O, mücadelenin her cephesinde baş eğmez bir savaşçıydı. Uzlaşmaz bilinci işkencede de netti. Bu netlikle ölümsüzleşti. İstanbul’un “Kara Murat”ı, Adana’nın “Sedat abi”siydi O. Daha 14 yaşında iken devrim davasına adanmış yüreği, ’71 devrimcileriyle buluşmuş, Denizlerle aynı koğuşu paylaşmış, onların “maskotu” olmuştu. İhtilalci komünist hareketin kuruluşundan itibaren, her aşamada görev aldı, terini, kanını akıttı. 12 Eylül’ün en zor yıllarında İstanbul İl Komitesi üyesi olarak, “kavgamızın şehri”nin her yanına ayak bastı, yenilgi ruh halini kırmaya çalıştı, “dövüşenler de var bu havalarda” dedirtti. İşçi ve emekçileri hiç yalnız bırakmadı, devrimin yüz akı olarak en zor dönemlerde yanlarında oldu. İllegal dergi ve bildirileri ulaştırdı onlara, faşist cuntaya karşı direnişi örgütledi santim santim… İşte böyle yoğun faaliyetler içindeyken düştü faşist polislerin eline. Soğanlık Karakolu’nda yoğun işkenceler altında ölümüne direndi. Kaburgalarını kırdılar önce, tanınmayacak hale getirdiler. Ama ağzından “ben komünistim” dışında bir şey duyamadılar. Son nefesini böyle verdi Ataman.
“Bu gelenek geliştirilmeli” derdi hep Remzi Basalak. Fatih’in işkencedeki direnişi ilerletilmeliydi. Adana’da yakalanıp “teşhir masası”nın önüne getirildiğinde bastı tekmeyi masaya. Üzerindeki paralar, silah ve dokümanlar savruldu yere. Polisler şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemediler önce. Sonra gazetecilerin önünde öfkeyle saldırdılar üzerine. O gece işkenceyle öldürdüler onu. Ama Remzi’nin teşhir masasına inen tekmesinin izi, o masanın üzerinde hep kaldı. Bir daha hiçbir yoldaşı ve direnen devrimciler, o masanın arkasına geçmediler. Ve işkenceciler “teşhir masası”nı kaldırmak zorunda kaldılar. O, her işkenceye alınışında direnişini bir üst aşamaya sıçratarak, Fatih’in iyi bir öğrencisi olduğunu gösterdi. İşkencede katilleri sorgulayan, meydan okuyandı. Son alınışındaki tavrı da kafasında önceden düşündüğü, bilinçli bir şekilde yaptığı direniş biçimiydi. Böyle taşınmalıydı Fatih’in mirası, böyle ilerletilmeliydi. Bunu canıyla ödese de yaşama geçirmede hiç tereddüt etmedi ve ihtilalci komünistlerin direniş geleneğinde bir kilometre taşı oldu. Tarlada traktör sürmekten fabrikada işçiliğe kadar, daha küçük yaştan itibaren emekçi bir yaşam süren Remzi, 17 yaşında tanıştı komünistlerle ve ölümüne dek bir daha ayrılmadı. Fabrikada, okulda, semtte her yerde faaliyet yürüttü. Baskı komitesinden askeri komiteye, hemen her alanda görev aldı. Son olarak “Yoldaşcan Müfrezesi”nde de görevini layıkıyla yerine getirerek ölümsüzleşti…
Şaban Budak’ın vücudundan otuz kurşun çıktı. Hangisi öldürebildi onu? O döne döne çatıştı Adana’nın daracık sokaklarında. Göğe yükseltti sloganlarını… Yoksul bir ailenin çocuğu olarak hem çalıştı, hem okudu yıllarca. İhtilalcilerle tanıştığında İTÜ’de okuyor ve bir matbaada çalışıyordu. Önce teknik bilgisiyle destek verdi onlara, sonrasında ise bir daha kopmamacasına bütünleşti. Eylemci kişiliğiyle öne çıktı ve Adana’ya gönderildi. Bölgede 12 Eylül sonrası ilk korsan gösteriyi örgütledi. Küçük-büyük, önemli-önemsiz ayrımı yapmadan her görevi yerine getirdi. Silahlı eylem sözkonusu olduğunda söylediği tek cümle “ben her zaman hazırım” oldu. Devrimci bir eylem adamının, aynı zamanda gelişmiş bir komünist insanın özellikleri vardı Şaban’da. Ölümünden kısa bir süre önce Adana İl Komitesi üyeliğine getirilmişti. Yeni yoldaşlarını büyük bir titizlikle eğitti, onların hızla ve çok yönlü gelişmelerine önderlik etti. Ve Adana’da kendinde önce şehit düşen ihtilalci komünistler gibi, son mermisine kadar çatışarak, sloganlar atarak ölümsüzleşti…
Yeni dönem, yeni kavgaları ve bu kavgada öne çıkan yeni şehitleri gerektiriyordu. Nilgün Gök, hem yaşamı hem ölümüyle onlara örnek olan bir Genç Komünardı. “Dünyayı istiyoruz”un devrimci, tutkulu, militan ruhunun simgesiydi. Kısa mücadele yaşantısına yılları sığdırma arzusuyla, koşarak ilerlemenin en canlı, somut bir abidesi oldu. İTÜ Elektrik Mühendisliği öğrencisi iken Basın-Yayın işgaline katılmaktan tutsak düştüğünde 19 yaşında genç bir devrimciydi. İhtilalci komünistlerle burada tanıştı ve ölümüne dek sürecek birlikteliğin ilk adımlarını attı. Hem okuyup araştıran, hem de pratik faaliyetlere katılan yapısıyla hızla gelişti. Genç Komünarlar’ın en seçkin militanlarından biri haline geldi. Ardından “Yoldaşcan Müfrezesi”nin üyesi oldu, birçok cezalandırma, kamulaştırma eylemine katıldı. Bu eylemlerden birinde arkadan gelen bir ateşle yaralandı, “vuruldum” dedi sessizce. Hastane yolunda iken şehit düştü… 3 yıl içine sığdırdığı mücadele dolu yaşamıyla rüzgar gibi esti…
* * *
Onlar, hücum kıtalarıydı devrim ordusunun… Bazen elde tek bir silahla, bazen çıplak bedenleriyle düşmanla dişe diş bir savaşta şehit düştüler… Her biri, devrimimizin en zor anlarında, mücadelemize taşınan taze kan, önümüze tutulan fenerdiler. Sakınmasız, tereddütsüz ve çıkarsızdılar… Toprağa gömülen köklerimiz, ileriye yürüyen umudumuz oldular…
İşte o yüzdendir ki, şehitlerimiz bir bayrak gibi hep en önde dövüşüyor, bize yol gösteriyorlar…
Ekim şehitleri şahsında bir kez daha hepsini saygıyla anıyor ve selamlıyoruz…