Türkiye’nin İdlib’de ne işi var

TSK 8 Ekim günü büyük bir tantanayla İdlib’e girdiğinde, şovenizm çığlıkları eşliğinde üç ayrı propaganda malzemesi yandaş medyadan boca edildi.

Birincisi, Türkiye’nin artık Suriye savaşında geleceği belirleyecek önemli aktörlerden biri haline geldiği iddia edildi. Öyle ki Suriye’deki savaşın bitmesinin tek yolu, Türkiye’nin “yardım” etmesiydi.

İkincisi, sanki “düşman toprakları”nı işgal ediyormuşçasına, ya da Türkiye’ye ait işgal edilmiş toprakları yeniden geri alıyormuşçasına büyük bir propaganda seferberliği düzenlendi. Öyle ya, Erdoğan “bir gece ansızın gelebiliriz” demiş; ardından bir gece ansızın İdlib’den içeriye girilmişti. Keza Fırat Kalkanı operasyonuna benzetilerekek, bölge üzerinde hak iddiası ileri sürüldü.

Üçüncüsü, İdlib’in ardından Afrin’e de girileceği, böylece Kürt hareketine darbe indirileceği iddia edildi. “Bugün İdlib, yarın Afrin” manşetleriyle şovenizm büyütüldü.

Oysa AKP’nin ve yandaş medyanın bütün propaganda çabalarına rağmen, İdlib’e giriş bir zafer değil, geleceği belirsiz bir karanlık geçittir.

 

Suriye politikasının çıkmaz sokakları

Suriye savaşının başlangıcında Türkiye başrol oynamaya heveslenmişti. ABD’nin dümensuyunda girdiği bu savaşta, cihatçı grupların Suriye’ye geçişini organize ediyor, bazı grupları eğitiyor, her tür lojistiği sağlıyordu. Böylece Esad hükümetinin devrilerek Suriye’nin bir ABD oyun sahasına dönüşmesine önderlik ediyordu.

Savaşın dengeleri değiştikçe, ABD ile birlikte Türkiye de yenilmeye başladı. Rus uçağının 2015 Aralık ayında düşürülmesinin ardından Rusya ile artan yakınlaşma, 15 Temmuz ABD darbe girişiminin ardından Rusya ile ittifaka dönüştü. Rusya AKP hükümetini kendi politikalarına yedeklemek için yer yer tavizler de vererek, Suriye savaşının gidişatını değiştirdi.

Mesela Suriye’nin geleceği açısından en önemli kavşaklardan biri olan Halep’te, Türkiye’nin cihatçılarla olan bağlarını kullandı ve Halep’i fazla uğraşmadan ele geçirmeyi başardı. Karşılığında Afrin-Kobane arasında bulunan Cerablus-Azez bölgesine TSK’nın girmesine, böylece Kürt kantonların birleşmesinin engellenmesine izin verdi. Üstelik burada “bir taşla iki kuş birden vurdu”: ABD ile fazla yakınlaşmış olan Suriye Kürtlerine gözdağı vermiş, “benimle işbirliği yapmazsanız Türkiye’yi üzerinize salarım” demiş oldu.

Bugün de Türkiye’nin İdlib’e girmesi, Rusya’nın benzer hesaplarının sonucudur. Bir yanıyla Rakka ve Deyr ez Zor’da ABD işbirlikçiliğini derinleştirmiş olan Kürt hareketine İdlib-Afrin hattından bir sopa sallamak isterken; diğer yandan İdlib’deki cihatçıları, onların geçmişteki destekçisi olan Türkiye eliyle etkisizleştirmek hedefini taşımaktadır.

Türkiye ise, Suriye savaşında son dönemde tümüyle “etkisiz eleman”a dönüşen pozisyonunu güçlendirmek için cihatçı cangılına dalmayı kabullenmiştir.

 

Fırat Kalkanı’nın devamı değil

TSK’nın İdlib’e girişinin hukuksal pozisyonu Fırat Kalkanı Harekatı’ndan farklıdır.

Fırat Kalkanı Harekatı, Türkiye açısından adeta bir işgal harekatı olarak düzenlenmişti. Önce “ÖSO güçlerinin destekçisi” olarak Cerablus’a girdiklerini açıkladılar; ardından ÖSO’nun beceriksizliği ortaya çıkınca, doğrudan TSK eliyle bölgeye yerleşildi. Başlangıçta savaşıyormuş gibi göründüler; ardından IŞİD çeteleriyle anlaşma yaparak, onlarla yer değiştirdiler. Böylece TSK, Suriye sınırları içinde önemli düzeyde toprak parçasının kontrolünü ele geçirmiş oldu.

Türkiye’nin işgal ettiği ve el koyduğu bu toprakların, “savaş bittikten sonra” ne olacağı bugünden belli değildir. Fiili işgal, savaş sonrasındaki güçler dengesi içinde bir pazarlık unsuru olacaktır.

Türkiye’nin İdlib’e girişi ise, Astana toplantıları sürecinde, Rusya ve İran’ın kontrolünde şekillenmiş anlaşmalara bağlıdır. 14-15 Eylül tarihlerinde gerçekleştirilin Astana-6 toplantılarında, “çatışmasızlık bölgeleri” oluşturulması kararı alındı. Bu tür uluslararası anlaşmalar, tıpkı BM’nin (Birleşmiş Milletler) Yugoslayva’dan kopartılan ülkelerde, NATO’nun Afganistan’da oluşturduğu savaş güçleri gibi, bazı şartlara bağlıdır. Belli bir süre boyunca yürütülen askeri faaliyet, bölgedeki etkin emperyalistin icazetine göre şekillenir.

Bugün de Astana anlaşmalarıyla İdlib’de Türkiye’ye biçilen görev, cihatçıların çevrelenmesi ve “gerilimi azaltma” alanlarının oluşturulmasıdır. Bu ‘görev’in sınırları Rusya ve İran tarafından doğrudan çizilmiştir. Suriye politikasında üstüste fiyaskolar yaşamakta olan Türkiye de bu sınırlara uymakla yükümlüdür.

Elbette Erdoğan’ın planları içinde, savaş sonrasında da çeşitli bahanelerle İdlib’de kalmak, en azından bir bölümünü ele geçirmek bulunuyor. Ancak İdlib’de Rusya’nın izniyle edindiği pozisyon, bugün bile Suriye hükümetinin muhalefetine maruz kalmaktadır. Suriye hükümeti, açıkça TSK’nın İdlib’e girmesini “işgal” olarak niteledi. Rusya ise, bunun bir zorunluluk olduğunu belirterek Suriye’nin itirazlarına yanıt verdi.

Her halukarda, TSK’nın Cerablus’a girmesiyle İdlib’e girmesi arasında, “uluslararası hukuk” nezdinde büyük farklılık bulunmaktadır. Bu yanıyla “Fırat Kalkanı’nın devamını yürütüyoruz” söylemi gerçekçi değildir.

 

İdlib’de cihatçılarla kolkola

İdlib, Suriye savaşının ilk evrelerinden itibaren cihatçı grupların ele geçirdiği alanlardan birisi oldu. Ve savaşın seyri ile birlikte, İdlib de el değiştirdi. Bunda en önemli etkenlerden birisi, İdlib’in doğrudan Türkiye sınırında yer alması ve AKP hükümetinin buraya daha doğrudan müdahale edebilme olanaklarının bulunması oldu.

Mesela Mart 2015’te İdlib, Antakya ve Gaziantep’te kurulan “operasyon odaları”nın yönetiminde, Fetih Ordusu’nun eline geçmişti. Fetih Ordusu El Kaide’nin Suriye kolu Nusra Cephesi ile eski El Kaidecilerin kurduğu Ahrar el Şam’dan oluşuyordu.

Halep’ten cihatçıların İdlib’e sevkedilmesinin ardından dengeler yine değişti. Fırat Kalkanı ve Astana sürecine katılmayı reddedenler, Nusra Cephesi’nin etrafında kümelendi. Nusra liderliğindeki bu gruplar ocakta Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) ismiyle ortak cephe kurdu. Türkiye-Katar destekli Ahrar el Şam, bu şekilde radikal kanatlarını HTŞ’ye kaptırdı. CIA’in Eğit-Donat programıyla TOW füzesi verdiği Nureddin Zengi Tugayları da yeni cephedeydi. Astana sürecine katılmayanların “terörist” olarak tanımlanması üzerine, HTŞ harekete geçti ve diğer cihatçı grupları etkisizleştirerek İdlib hakimiyetini kazandı.

Türkiye, Astana toplantılarında İdlib harekatının başlatılması için ısrar ederken, tıpkı Cerablus’ta olduğu gibi cihatçı gruplar arasında kolay bir devir-teslim planlıyordu. Cerablus’ta IŞİD’in bıraktığı alanlar, AKP destekli cihatçı gruplara devredilmişti. AKP, İdlib’in de “terörist” ilan edilen HTŞ’den alınarak kendi kontrolündeki cihatçılara geçmesini istiyordu. Astana toplantısında bu nedenle İdlib operasyonu için ısrar etmiş, kendisinin tıpkı Halep ve Cerablus’ta olduğu gibi, cihatçıları kontrol edeceği sözünü vermişti.

Rusya’nın hedefi, İdlib’deki bütün cihatçı örgütlere karşı savaşmak ve Halep’te olduğu gibi AKP’nin etkinlik alanlarına da doğrudan müdahale etmekti. Böylece bir taraftan savaşı sonlandırırken diğer taraftan AKP’nin Suriye’ye uzanmış ellerini de temizlemiş olacaktı. AKP ise, kendi kontrolündeki cihatçı örgütlerin hegemonya alanlarını sağlamlaştırmak; gelecekte Suriye politikasında söz hakkı elde etmek için bu durumu kullanmak istiyordu. Bu nedenle toplantılarda yoğun biçimde ısrar etti, cihatçıları sorun olmakta çıkaracağına dair sözler verdi; Rusya da Türkiye’nin İdlib’e girmesine izin verdi. Her şey bir yana, AKP hükümetinin cihatçılarla gönülsüz de olsa çatışmak zorunda kalması cihatçılarak kayıp verdirecek bir unsurdu ve Rusya’nın Deyr ez Zor’dan sonra başlatacağı İdlib savaşını kolaylaştıracaktı. Türkiye, bugüne kadar cihatçılara verdiği destekle oluşturduğu “pisliği” temizlemek için İdlib’e itilmişti.

Yani AKP, İdlib’e girerek Suriye savaşında bir yer edinme planları kurarken, Rusya onu ateşi tutacak bir maşa olarak kullanma adımı atmıştı.

Zaten yaşam, AKP’nin planlarına uymadı. Operasyon başlamadan önce yapılan görüşmelerde, HTŞ, AKP’nin hedef ve planlarına uymayı reddetti. İdlib onlar için “son kale”ydi, kolayca bırakmak istemiyorlardı.

HTŞ, hegemonya alanlarını AKP destekli cihatçı grupları devretmeyi reddetmişti; ancak TSK’nın İdlib’e girmesine karşı çıkmadı. Aksi taktirde Rusya ile savaşmak durumunda kalabilirdi. Türkiye’nin İdlib-Afrin sınırına konuşlanmasını kabul etti; sınırda TSK’nın olması, Kürt kantonundan HTŞ’ye dönük saldırılara barikat kurulması anlamına geliyordu, bu da HTŞ’nin işini kolaylaştıran bir unsur oldu. Ve HTŞ’nin refakatinde, Türkiye İdlib’e girerek Afrin sınırına yerleşti. HTŞ, “TSK bize saldırmadığı sürece sorun çıkmaz” açıklamasını yapacak kadar açık bir pozisyon almış, AKP ile yaptığı anlaşmayı da böylece duyurmuştu. Keza “ateistlere karşı Türkiye’ye yer verdik” açıklamasıyla da, Türkiye’nin gerçekte İdlib cihatçılarını Afrin PYD’sinin saldırılarına karşı koruduğunu ifade ediyordu.

HTŞ ile AKP’nin anlaşmasını kamuoyuna duyuranlardan biri de Rusya oldu. Türkiye’nin verdiği sözü tutamaması, cihatçıları kontrol etmeyi başaramaması, İdlib’de cihatçıların denetimsizliğinin sürmesi karşısında, Rusya, Türkiye’nin HTŞ ile yaptığı görüşmenin fotoğraflarını basına verdi. Arkasından Rusya Türkiye’yi “Astana sürecinin gereklerini yerine getirmesi” konusunda uyardı.

Erdoğan’ın İdlib üzerinden Suriye savaşında yeniden yer edinme çabası da, yeni bir fiyaskoya dönüştü.

 

Önce İdlib, sonra Afrin” mi

Erdoğan, İdlib ile ilgili açıklamalarına Afrin’i de eklemeyi unutmuyor. Ancak Afrin işgali, ihtimaller arasında görünmüyor.

Herşeyden önce Rusya, Türkiye’yi Suriye Kürtlerinin karşısında bir tehdit unsuru olarak kullanmayı elbette istiyor. Ancak bu tehdidin gerçeğe dönüşmeye başladığı her defasında Rusya devreye girerek engel oluyor. Çünkü Kürt hareketini Türkiye’ye teslim etmek istemiyor.

Mesela Cerablus harekatının ardından Türkiye Menbiç’e yöneldiğinde, YPG Rusya’dan yardım istemiş, Rusya ve Suriye orduları Türkiye’nin önüne geçerek Menbiç’e yürümesine engel olmuştu. Bugün de Afrin’de Rusya’nın askeri üsleri, YPG ile yapılmış askeri anlaşmaları var. Rus askerleri YPG’nin 21 Mart Newroz kutlamalarına katılmıştı. Keza TSK’nin İdlib operasyonunun başlamasınınn ardından Afrin’deki askeri üslere Rus helikopterlerinin indiği görüldü.

Hatta, Kürt kantonları içinde, Rusya’ya en yakın duranın Afrin olduğunu söylemek yanlış değil. Diğer kantonlar bugün ABD ile işbirliği halinde Rakka ve Deyr ez Zor operasyonlarını gerçekleştirip, zaman zaman Suriye Ordusu ile karşı karşıya kalmayı bile kabullenmişken, Afrin Rusya ile askeri ilişkiler geliştirmeye çalışıyor.

Bu koşullarda, Türkiye’nin Afrin’e dönük bir saldırısı öncelikle Rusya’nın engeline çarpacaktır. Astana-5 toplantılarında, Türkiye “İdlib karşılığında Afrin” pazarlığı yürütmeye çalışmış, elbette başarısız olmuştu. Astana-6 toplantılarında ise, bu konuyu gündeme bile getiremedi.

Diğer taraftan, aynı dönemde Suriye ile PYD arasında yeni statüye ilişkin resmi görüşmeler de başlamış durumda. Irak’ta Kürtlerin bir kere daha ABD ihanetine maruz kalarak bağımsızlık referandumu nedeniyle zor günler yaşadığı, Türkiye’nin Afrin’e saldırmak için pusuda beklediği, Rusya’nın Suriye üzerine tüm ağırlığını koyduğu bir süreçte, Rojava’nın geleceği için masaya oturulmuş durumda. Suriye özerklik teklif ediyor, PYD adına görüşmelere katılan Murat Karayılan ise federasyonu zorluyor.

Türkiye’nin Afrin’e saldırması ise, bir iç politika malzemesi olmanın ötesine geçemiyor.

* * *

İdlib bir yıldan uzun süredir, Suriye’nin bütün cihatçı örgütlerinin toplandığı bir alana dönüştürüldü. Halep’ten, Hama’dan, Suriye’nin geri aldığı bütün topraklardan cihatçılar İdlib’e taşındı. Öyle ki, Lübnan’dan bile yenilmiş cihatçılar İdlib’e yığıldı. Bugün İdlib’de 50 binden fazla cihatçı olduğu tahmin ediliyor.

Rusya ise, Suriye topraklarında savaşı bitirmeye doğru ilerlerken, İdlib’de en önemli politik manevralarından birini gerçekleştiriyor. “Cihatçıyı cihatçıya kırdırma” hedefiyle TSK’nın ve TSK tarafından desteklenen cihatçıların HTŞ’ye karşı savaşmasını zorluyor. Diğer taraftan, Afrin ve PYD üzerindeki baskısını da artırıyor.

Türkiye elbette bu savaşı vermek zorunda kalacak. HTŞ’ye karşı savaşmadığı koşulda inandırıcılığı kalmayacak ve zaten sınırları İran-Rusya tarafından çizilmiş olan görevine son verilerek İdlib’den çıkmak zorunda kalacak. Savaştığı durumda ise, yıllardır besleyip büyüttüğü cihatçı gruplar güç kaybedecek, önemli bir kısmı da Türkiye’ye kaçacak. Böylece hem HTŞ, hem de AKP’nin desteklediği cihatçı gruplar, Rusya açısından daha “kolay lokma” haline gelecek.

Her halükarda, bu savaşın kaybedeni AKP olacak.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …