Trump İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ü tanıyacağını ve elçiliğini Kudüs’e taşıyacağını açıkladı ve Ortadoğu siyaseti yeniden hareketlendi.
Arap ülkelerinin hemen hepsi, Trump’un bu kararını tepkiyle karşıladıklarını duyurarak sert açıklamalar yaptılar. Ancak İsrail, bir çok Arap ülkesiyle bu konunun önceden konuşulduğunu ve onların da onayının alındığını belirterek, tartışmaların gereksizliğini ifade etti. Böylece bir çok Arap ülkesinin tepkisinin göstermelik ve sahte olduğu ortaya çıktı.
Diğer taraftan, Filistin Başkanı Mahmut Abbas’ın, Trump’un açıklamasından hemen önce Suudi Arabistan’a çağrıldığı ortaya çıktı. Burada yapılan görüşmede, Abbas’a Kudüs konusu anlatılmış ve “ya bunu kabullen ya da istifa et” dayatması yapılmış. Abbas istifa etmediğine göre, onun da Kudüs konusunda ABD-İsrail hamlesini kabullendiği söylenebilir.
Filistin halkı ise sokaklara dökülmüş durumda. Kararın ertesi günü “öfke cuması” ilan edildi ve Mescid-i Aksa’nın bulunduğu bölge dahil, Filistin sokaklarında İsrail askerlerine karşı çatışmalar büyüdü.
İşin aslında, Kudüs’un statüsü BM başta olmak üzere emperyalist kurum ve ülkeler tarafından yapılmış anlaşmalarla belirlenmiş durumdadır. 1947’de, 1967’de alınan kararlar, İsrail’in Kudüs’ü işgal etmesini engeller niteliktedir.
Bu anlaşmalar, üç din tarafından kutsal kabul edilen ve paylaşılamayan bu kentin, İsrail işgali altına girmesini engelleme; Mescid-i Aksa, Ağlama Duvarı, Kubbet-us-Sahra gibi dini öneme sahip mekanların korunmasını sağlama amacını taşımaktadır.
ABD’nin başlattığı bu saldırı, Filistin halkına dönük bir savaş ilanı, İsrail-Filistin sorununda yeni bir sürecin başlangıcı anlamına gelmektedir.
ABD yeni savaş alanları arıyor
Son süreçte, ABD’nin Ortadoğu’daki güç kaybı hızlanmış durumda. Suriye savaşında ibre giderek Esad-İran-Rusya ittifakına doğru dönüyor. IŞİD bitirilmiş, Suriye Ordusu Suriye’nin önemli bir kesimde kontrolü sağlamayı başarmıştır. Irak’ta, ABD’nin atanmış hükümeti İran ile işbirliğini arttırmaktadır. Özellikle Barzani’nin bağımsızlık referandumu, hesapları tersine çevirmiş; Irak Ordusu, Haşdi Şabi ve İran işbirliği ile başlatılan saldırı, IKBY’nin topraklarının yüzde 40’ını kaybetmesine yol açmıştır. Bu, Kürt hareketinin hem askeri hem de siyasi kaybıdır. Yemen savaşı ise, Husilerin Suudi Arabistan’a ya da Birleşik Arap Emirlikleri’ne füze fırlatabildiği bir aşamaya gelerek Suudileri iyice sıkıştırmaktadır.
ABD’nin bütün bu olumsuzluklar içinde, iki önemli stratejik hamlesi sözkonusudur.
Birincisi, ABD’nin Ortadoğu’da öne sürebileceği yeni silahlı güçlere ihtiyacı vardır. ABD tarafından üretilen ve yönlendirilen IŞİD, artık tükenmiştir. IŞİD, ABD’nin Ortadoğu’daki varlığını meşrulaştıran bir rol oynamıştı. Bugün IŞİD’in tükenmesinin ardından, ABD’nin kendisine bağlı yeni bir savaş aracına, yeni bir silahlı güce ihtiyacı vardır. Kürt hareketi ile kurduğu ilişki bu amacı taşımaktadır. Ancak ABD’nin bu çabası, iki ülkede birden darbe aldı: Irak’da Barzani’nin referandumu ters tepince Irak Kürt hareketi güç ve inisiyatif kaybetti. Suriye’de Rakka ve Deyr ez Zor hamlesi Rusya’nın barikatına çarpıca, PYD başta Afrin ve Deyr ez Zor olmak üzere Rusya ile işbirliğini artırmak zorunda kaldı.
İkincisi, asıl hedefi İran olan ABD, İran ile doğrudan bir savaşa girişemediği için savaş alanlarını yaymak zorunda kalmıştır. Lübnan’da Hariri istifası ile başlatmak istediği süreç budur; ancak hamlesi İran’ın barikatına takıldı. Keza Kudüs’ün İsrail başkenti ilan edilmesi de aynı stratejinin sonucudur. Şimdi sırada Filistin’i karıştırmak ve uzun süredir kısmen sessiz kalan İsrail’i öne sürmek var.
Bugüne kadar Filistin’in en büyük destekçileri olan ülkelerin içinde bulunduğu durum da bu hamleyi kolaylaştırdı. Filistin’in yanında yer alan Suriye, kendi iç savaşıyla uğraşıyor; İran, üç cephede birden savaş veriyor; Lübnan, kendi içindeki karışıklıklara yoğunlaşmış durumda.
Filistin’in göstermelik destekçisi olan, gerçekte İsrail’in yanında yer alan Türkiye ve Mısır da, bölgedeki güçlerini ve etkilerini kaybetmiş durumda.
ABD’nin Kudüs hamlesi, bu koşulları bir fırsat olarak değerlendirmek amacıyla gündeme geldi.
ABD’nin işbirlikçileri tutumlarını hızla açık ettiler. Karşı çıkıyormuş gibi görünmeye çalıştılar; ama etkili bir karşı tutum almadıkları için bu çıkışlarının altının boş olduğu belli oldu. Diğer taraftan Çin, İran ve Rusya cephesi, tavrını tam olarak ortaya koymadı. ABD’nin bu tür hamleleri son dönemde onların duvarına çarparak geri dönüyor. ABD’nin Ortadoğu’daki pozisyonunu güçlendirecek adımlara genel olarak engel olmaya çalışıyorlar. Kudüs konusunda ne yapacakları ise henüz belli değil.
Filistin adım adım işgal edildi
Şeria Nehri ile Akdeniz arasında bulunan bu bölgede Yahudi halkının hak iddiası, 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde gerçekleştirilen I. Siyonizm Kongresi’nden itibaren somut ve resmi bir iddiaya dönüşmüştür. Kongre sonunda yayınlanan Basel Programı, Dünya Siyonizm Teşkilatı’nın Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması için harekete geçmesini kararlaştırmıştı.
Böylece, 1516 yılından itibaren Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bulunan Filistin bölgesine, Yahudi göçüne hız verildi.
1917’de -bölge halen Osmanlı Devleti’nin idaresi altındayken- İngiltere, Yahudilere “Filistin topraklarında bir vatan kurulması” sözünü verdi. Bu söz, Balfour Deklarasyonu ile de resmileştirildi. Ardından, I. emperyalist paylaşım savaşı devam ederken, İngiltere Filistin topraklarını işgal etti. 1920’de, Milletler Cemiyeti kararı ile, bölgenin manda idaresi İngiltere’ye verildi.
Kararın ardından yüzbinlerce Yahudi’nin göçü başladı. 1922’de Filistin nüfusunun yüzde 11’i Yahudi olmuştu. Bu yığılma sadece Filistin halkında değil, Arap halkların tümünde bir tepki ve öfkeye yol açıyordu. 1929’da gerilim çatışmaya dönüştü; Filistinliler 133 Yahudi’yi öldürünce, İngiltere polisi de 110 Filistinliyi öldürdü. Sonrasında çatışmalar çeşitli biçimlerde devam etti.
1947’de, II. emperyalist savaş sonrasında, İngiltere Yahudilerle Araplar arasındaki sorunu çözme sorumluluğunu BM’ye devretti. Yahudiler artık nüfusun üçte birini oluşturuyordu ve çatışmalar hız kesmiyordu.
I. emperyalist savaş sırasında Yahudi halkının yaşadığı vahşet ve katliamların, onlara karşı dünya halklarının acıma ve sahiplenme duygularını güçlendirdiği bir konjonktürde, Filistin toprakları Yahudi işgaline açıldı. Savaş sırasında 6 milyon Yahudi katledilmişti; savaş sonrasında yüzbinlerce Yahudi Filistin’e aktı.
Savaşın acılarını en ağır biçimde yaşayan bir halka, başka bir halkın acıları üzerine yaşam inşa etme “hakkı” veriliyordu.
BM, bölgeyi Filistin ve Arap devletleri arasında bölmeye karar verdi. Filistin halkının reddettiği plana göre, toprakların yüzde 56,47’si Yahudi devletine verilecek, kalanı Arap devletine bırakılacaktı. Kudüs ise uluslararası bir idare altında olacaktı. Kasım 1947’de, BM’de yapılan oylamada plan çoğunlukla kabul edildi. Ancak Filistin halkının reddettiği bu plan hiç uygulanmadı.
14 Mayıs 1948’de, İngiltere askeri birlikleri bölgeyi terk ederken, Yahudiler İsrail devletinin kuruluşunu ilan ettiler ve Filistinlilere saldırıyı başlattılar. Nazi katliamlarından kurtulan Yahudi egemen sınıfları, Filistin halkını katletmek üzere harekete geçtiler. Filistinliler bu tarihi “El Nakba” (Felaket Günü) olarak tanımlarlar.
İsrail devletinin ilan edilmesinden bir gün sonra Lübnan, Irak, Suriye, Mısır ve Ürdün orduları İsrail topraklarını işgal etmeye başladılar; ancak bu saldırı başarısızlıkla sonuçlandı. Bir günlük devleti ve yeni oluşmuş bir ordusu olan İsrail’in bu başarısının ardında, İngiltere ve ABD emperyalistlerinin desteği vardı. Saldırı bittiğinde, Filistin toprakları artık İsrail işgali altındaydı ve yüzbinlerce Filistinli katliamdan kaçmak için çevre ülkelere sığınmıştı. Savaş sırasında Mısır Gazze Şeridi’ni, Ürdün ise Kudüs çevresindeki toprakları ele geçirmişti.
1964’e kadar, Filistin halkının kaderi Arap devletlerinin arasındaki rekabet ve çıkar çatışmalarına kurban edildi. 1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kurulduktan sonra işler değişmeye başladı.
5 Haziran 1967’de, Arap ülkeleri ile İsrail arasında başlayan “6 gün savaşları”, bölgenin dengelerini önemli düzeyde değiştirdi. Bu savaşta İsrail, Mısır’dan Gazze ve Sina Yarımadası’nı, Suriye’den Golan Tepeleri’ni, Ürdün’den Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ü aldı. Bu savaşla 500 bin Filistinli daha mülteci haline geldi; Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye’ye göç etti.
1973’te Yahudiler için önemli bir dini bayram olan Yom Kippur’da (Kefaret Günü) Mısır ve Suriye, kaybettikleri toprakları geri kazanmak için, İsrail’e karşı savaş başlattılar. Üç hafta sonunda, İsrail bazı bölgelerde 1967 sınırlarının da ötesine geçen kazanımlar elde etti.
İsrail’in kazandığı bu iki zafer, Ortadoğu halklarında “İsrail’in yenilmezliği” mitini oluşturmuştu; gerçekte ise bu ABD’nin bölgeye tam hızla girişini simgeliyordu. İsrail, bir Amerikan hançeri olarak Ortadoğu’nun bağrına saplanmıştı.
Bu süreç, aynı zamanda Filistin halkının mücadelesinde yeni bir evrenin başlangıcıydı. Yaser Arafat’ın kurduğu El Fetih ve El Fetih’in de içinde yer aldığı FKÖ, ayrıca FKÖ dışındaki Filistinli örgütler, İsrail’e karşı direnişi başlattı. Bu süreçte oldukça önemli eylemler de gerçekleştirildi. 1969’da Leyla Halid’in de içinde yer aldığı FKÖ’lü bir gerilla grubunun uçak kaçırma eylemi, 1972’de Ebu Nidal örgütünün Münih Olimpiyatları’nda 11 İsrailli sporcuyu öldürmesi, Filistin direnişini dünya kamuoyuna duyuran önemli eylemlerdir.
Bu dönem, dünyanın dört bir yanından devrimcilerin Filistin direnişine destek için harekete geçtiği bir dönemdir aynı zamanda. Dünyada ’68 antiemperyalist dalgası hızla sürerken, devrimci hareketler ya Filistin topraklarında savaşması için kadro gönderiyor, ya da bulundukları ülkelerde destek eylemleri gerçekleştiriyordu. Türkiye Devrimci Hareketi içinde de, başta Deniz Gezmiş olmak üzere bir çok devrimci kadro Filistin topraklarına geçti, savaştı, bazıları orada şehit düştü.
1974 yılında, bir taraftan direniş sürerken, diğer taraftan FKÖ lideri Yaser Arafat’ın BM’de “bugün bir elimde zeytin dalı, diğer elimde kurtuluş savaşı veren birinin silahı var” konuşmasını yapmasıyla yeni bir süreç başladı. Emperyalistlerin pazarlıklarında “Arap-İsrail barışı” konuşulurken, “Arap halkının çıkarlarının da gözetilmesi gerektiği” cümlesi geçiyordu artık. FKÖ hızla reformistleşip emperyalist çıkar hesaplarına bel bağlamaya çalışırken, İsrail’de siyonist aşırı sağın güç kazandığı bir dönem de başlamıştı.
Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat 19 Kasım 1977’de İsrail parlamentosunda konuşma yaparak, İsrail’i tanıyan ilk Arap devlet başkanı oldu. ABD’nin ağırlığını koymasıyla 1978’de Mısır ve İsrail arasında Camp David Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla Filistinlilere sınırlı özerklik tanınıyordu.
1982 yılında İsrail yeni bir hamle başlattı. Güney Lübnan’da konumlanmış olan FKÖ’nün gücünü azaltmak için Lübnan’ın güneyini işgal etti. Saldırı üzerine FKÖ İsrail’in karşısında geri çekilince, Lübnan’daki Filistin mülteci kampları savunmasız kaldı. Ve İsrail, Falanjistlerle birlikte Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına bir katliam saldırısı başlattı. Ortadoğu tarihindeki en kanlı katliamlardan biri oldu bu.
1987 yılında İsrail işgaline karşı, 1993 yılına kadar sürecek olan intifada başladı. Gazze Şeridi’nde başlayan direniş, kısa sürede Batı Şeria’ya da yayıldı. Silahlı direnişin yanısıra genel grevler, barikat savaşları, boykotlar, kitlesel direnişler yükseldi. Ağır silahlı İsrail askerlerine taş atan Filistinli çocuklar, “taş generalleri” ismini alarak, bu direnişin simgesi oldu.
2000 yılında dönemin İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un (Şaron aynı zamanda İsrail Savunma Bakanı olduğu dönemde Sabra-Şatilla katliamlarını gerçekleştiren isimdir) Mescid-i Aksa’yı basması nedeniyle ikinci intifada başladı. 2005 yılına kadar süren intifada döneminde binlerce Filistinli katledildi.
İlk Camp David anlaşması, FKÖ’nün reformistleşme sürecini de hızlandırmıştı. Arafat ve FKÖ, Filistin’in kurtuluşunu emperyalist pazarlık masalarında aramaya başladılar. İsrail hükümeti ile gizli-açık görüşmeler üzerinden 1993 ve 1995 yıllarında Oslo Barış Anlaşmaları imzalandı, çeşitli tarihlerde sayısız pazarlıklar yürütüldü, anlaşmalar gerçekleştirildi. Ancak bu süreçte İsrail, Filistinliler üzerindeki baskısını artırmaya, yasadışı Yahudi yerleşim birimlerini çoğaltarak Filistin topraklarını küçültmeye devam etti. Filistin’e duvarlar ördü, ambargolar uyguladı, sonuçta Filistin küçücük toprak parçalarına sıkıştırıldı.
Bu sürecin önemli kırılma noktalarından biri 2006 yılında yaşandı. Filistin’de iki İsrail askerinin kaçırılması ile başlayan süreç, İsrail ile Lübnan Hizbullah’ı arasında bir savaşa dönüştü. 28 gün süren bu savaş, İsrail’in ilk yenilgisini getirdi. “Yenilmez” görülen İsrail ordusu, bütün teknolojik ve askeri üstünlüğüne karşın, Hizbullah karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. Bu durum, İsrail karşısında moral gücü artıran bir etki yarattı.
Ezilen halklar kazanacak
Bugün ABD, giderek güç kaybettiği Ortadoğu’da kendisine yeni savaş noktaları yaratmak istiyor. Yanısıra, Kürt işbirlikçileri ve İsrail Siyonistlerine olan desteğini daha somut olarak ortaya koymayı, onların konumlarını güçlendirmeyi hedefliyor.
Ve onun bu hamlesi, Filistin direnişinin gerilediği, Ortadoğu’da savaşın güçlendiği bir dönemde, daha da büyük bir önem kazanıyor. Bu hamle, en başta Filistin halkının yaşadığı sıkıntıları büyüten bir etki yaratıyor.
Kudüs’ün başkent ilan edilmesinin ardından, bir çok kesim bu saldırıya karşı direniş çağrısı yaptı. Çeşitli Arap örgütlenmeler ve devletler, İsrail’e karşı mücadele söylemlerini yükseltti.
Ancak bu çağrılar iki önemli dezavantajı içinde barındırıyor.
Birincisi, Türkiye başta olmak üzere bir çok Arap devletinin verdiği tepki göstermelik olmanın ötesine gitmiyor. Çünkü bunlar, İsrail ile olan ilişkilerini Filistin’in kayıplarından daha fazla önemsiyorlar. Zaten İsrail de, Arap ülkelerinin bu kararı daha açıklanmadan bildiklerini ve onay verdiklerini söylüyor. AKP hükümeti de, bütün karşı çıkış söylemlerine rağmen, gerçekte bu kulvarda yer alıyor.
İkincisi, devrimci hareketlerin gerek Ortadoğu’da gerekse dünya genelinde güç kaybetmiş olduğu böylesine bir dönemde, Filistin sorunu dinci gerici ve radikal İslamcı örgütlerin göreviymiş gibi görüldü. Bu dinci gerici örgütlenmeler, sonuç olarak ABD ve işbirlikçilerinin kontrolündeki örgütlerdi; destekleri yüzeysel, söylemleri güvenilmezdi.
Filistin direnişinin yükseldiği iki dönem, dünya genelinde iki önemli direniş dalgasına rastlamıştı. Birincisi ’68’de başlayan antiemperyalist devrimci dalgaya, ikincisi ise 2000’de tüm dünyayı etkisine alan ABD karşıtı, Irak’ta savaş karşıtı dalgaya…
Bugün ABD’nin ve ABD tarafından üretilip palazlandırılan radikal İslam’ın yenilmekte olduğu; dünya halklarında anti ABD’ciliğin ve anti Siyonizmin yükseldiği bu koşullarda, Filistin direnişinin yeniden yükselmesinin nesnel koşulları güçlüdür. Kararın hemen ardından yükselen eylemler de bunun göstergesidir. Ancak devrimci bir önderliğin eksikliğinden dolayı bu direnişin bir kez daha emperyalistler arası pazarlıklara ve rekabete kurban edilme olasılığı ortadan kalkmış değildir.
Bugün saldırıya karşı direniş dinamikleri sınırlı olmakla birlikte, bu görev daha yakıcı biçimde yine önümüzde durmaktadır.