Dosyalar açılıyor, pislikler dökülüyor… ERDOĞAN’IN ZOR GÜNLERİ

Arka arkaya patlayan yolsuzluk, rüşvet, vergi kaçırma olayları ile AKP ve Erdoğan, bir kez daha zor günler yaşıyor.

İlk önce “Paradise papers” (cennet belgeleri) ortaya dökülünce, vergi kaçırmak ve kara para aklamak için Malta’da kurulan şirketlerin arasında, Başbakan Binali Yıldırım’ın oğulları Ekrem ve Bülent Yıldırım’ın gemi şirketleri olduğu görüldü. Ayrıca Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak ve ağabeyi Serhat Albayrak’ın yönetiminde yer aldıkları Çalık Holding ile Sabancı ailesine ait pek çok şirket de bu belgelerde yer alıyordu.

Malta Adası’ndaki yolsuzlukları öğrenmeye çalışırken, ardından “Man Adası” diye bir devletin varlığından haberdar olduk. İngiltere ve İrlanda arasında yer alan bu küçücük adada, ne büyük paralarla şirketler kurulup para transferleri yapıldığı ortaya çıktı. Erdoğan’ın oğlu, damadı, eniştesi, dünürü, eski özel kalem müdürü, bu adı-sanı bilinmeyen adada, 1 sterline şirket kurup 20 gün içinde milyon dolarlar kazanabilmişti!

Aynı günlerde ABD’de tutuklu bulunan Reza Zarrab’ın davası görülmeye başlandı. Davanın sanığı olmaktan “tanığı” olmaya geçen Zarrab, yaptığı itiraflarla AKP’li bakanları ve Erdoğan’ı tüm dünyaya “rüşvetçi” olarak duyuruyordu.

Üst üste gelen bu bombardıman, Erdoğan’ı ve AKP’li yetkilileri adeta abandone olmuş bir boksör gibi sersemletti. Birbirini tutmayan açıklamalar, itiraf niteliğindeki sözler, kaş yapayım derken göz çıkaran adımlar, bunun göstergeleriydi. Kah adı yeni öğrenilen adacıklarda şirket kurulmasını “yasal” buldular; kah bu şirketlere para gitmediğini, aksine oradan ülkeye para geldiğini söyleyerek kendilerini daha zor bir duruma soktular. “Her şey araştırılsın” diye efelenip sözümona meydan okudular; ama muhalefet partilerinin meclise sunduğu araştırma önergelerini reddettiler. “İran’a ambargoyu deldik” diye gururlandılar, ardından “delmedik” dediler. “Hayırsever işadamı”nı “casus”lukla suçlayıp, malına-mülküne el koydular…

Kısacası konuştukça battılar, battıkça konuştular… Belli ki, bu halleri devam edecek… Çünkü bombardımanın bu kadarla sınırlı kalmayacağının, arkasının geleceğinin işaretleri verilmiş durumda. ABD, işbirlikçisi AKP’nin çok iyi bildiği “kirli çamaşırları”nı peyderpey dökmeye başladı. Dosyalar yavaş yavaş açılıyor, önce ucu gösterilip nabızlar yoklanıyor, “arkası yarın” denilerek sürekli bir merak ve gerilim yaratılıyor. AKP’yi diken üstünde tutan, sancılı-sıkıntılı bir sürece sokan tablodur bu.

 

ABD Zarrab bombasının pimini çekti

İran’da Reza Zarrab, Türkiye’de Rıza Sarraf olarak bilinen; İran asıllı TC vatandaşı “genç işadamı” Zarrab, bugünlerde en çok sözü edilen kişidir. Onun adını ilk olarak 17-25 Aralık operasyonunda AKP’li bakanlara verdiği büyük miktardaki rüşvetlerle duymuştuk. İki ay gibi kısa bir süre tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılmış ve el konulan paraları faiziyle birlikte bavulla götürmüştü. Ardından dönemin Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un elinden “ihracat şampiyonu” plaketi almış, Erdoğan tarafından da “hayırsever işadamı” olarak tanımlanmıştı. Yandaş medyada “Türkiye’nin cari açığının yüzde 10’unu ben kapattım” dediği programlara katıldı. Ebru Gündeş’le evli olması, magazin basınında da yer almasını sağladı. Böylece kısa sürede aklanıp paklandı.

Bir süre ortalarda görülmeyen Zarrab, geçtiğimiz yıl ABD’de tutuklanınca yeniden gündeme oturdu. Kaçtı mı, kaçırıldı mı, ABD ile işbirliği mi yaptı sorularıyla uzun süre meşgul etti. ABD’deki sorguları kapsamında zaman zaman hatırlansa da rutine binen bir konu olarak arka sıralara itilmişti. Duruşma tarihi yaklaştıkça yeniden parladı ve nihayetinde mahkemeye gelip konuşmaya başlayınca, gündemin merkezine yerleşti.

Esasında Zarrab, Türkiye’den ABD’ye gittiği ve orada gözaltına alındığı tarihten itibaren (20 Mart 2016) ABD’nin elinde patlamaya hazır bir bomba gibi bekletiliyordu. AKP ve Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmanın önemli bir kozu, Türkiye-ABD ilişkilerinin seyrini belirleyen bir araç haline gelmişti. Son aylarda ABD’ye yapılan ziyaretlerin (Cumhurbaşkanından Başbakanına) temel konusu da Zarrab’tı. Ayaklarının altındaki halının çekilmekte olduğunu farkeden Erdoğan ve avenesi, bir yandan eski danışman Cüneyt Zapsu’nun sözleriyle “süpürmeyin kullanın” pazarlıkları yürütüyor; bir yandan da ABD’yi en büyük rakipleri Çin ve Rusya ile korkutmaya, aralarındaki çelişkiden yararlanmaya çalışıyordu.

ABD ise, Ortadoğu’da “ılımlı İslam” projesinin başaktörü olarak işbaşına getirdiği Erdoğan’ı bir süredir “güvenilmez ve öngörülemez kişi” olarak tanımlamıştı; ya hizaya getirmenin ya da ondan kurtulmanın yollarını aramaya başlamıştı. 15 Temmuz darbe girişimi dahil birçok yolu denedi. Buralarda başarılı olamayınca, elindeki Zarrab kozunu daha ciddi biçimde ileri sürdü. AKP’ye “ya isteklerimi kayıtsız-şartsız yerine getirirsiniz, ya da foyanızı teker teker dökerim” tehdidini savurabildi.

Tehdit, şantaj, restleşmeler arasında süren pazarlıklar bir yerde tıkanmış olmalı ki, Zarrab davası 27 Kasım 2017 tarihinde başladı ve perde açıldı…

Bilindiği gibi mahkeme tarihi de sürekli erteleniyordu. Savcılar değişiyor, en meşhur avukatlar (NewYork eski belediye başkanı gibi) devreye sokuluyor, lobiler harekete geçiriliyor (özellikle Yahudi lobisi) ve mahkeme bir türlü başlayamıyordu. Öyle ki, Trump’ın danışmanlarının bile AKP tarafından parayla satın alındığı iddia edilmekteydi. Davanın başlamasıyla birlikte, bütün bu çabaların yetersiz kaldığı anlaşıldı.

Davanın adı da “Reza Zarrab” değil, “Hakan Atilla davası” olmuştu. Halk Bankası Genel Başkan Yardımcısı olan Hakan Atilla, Zarrab’tan sonra ABD’ye gidip orada tutuklanmıştı. Onun da ABD ile işbirliği yaparak yurtdışına çıktığı ve “itirafçı” olduğuna dair söylentiler dolaştı. Dava başladığında “itirafçı” olmadığı, fakat suçu üzerinden atmak için birçok kişiyi ele vereceği görüldü. Bizzat Türkiye devletinin tuttuğu (dolayısıyla parasının hazineden verildiği) Atilla’nın avukatı, mahkemede “yüksek makamlara ayakkabı kutusunda rüşvet gönderen Zarrab’tır” diyor ve “asıl rüşveti Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın aldığını” söylüyordu. O Süleyman Aslan ki, 17-25 Aralık operasyonunda evinde ayakkabı kutuları içinde milyon dolarlar çıkmış, ama “o paralar İmam-Hatip yaptırmak için kullanılacaktı” denilerek AKP tarafından sahiplenip görevine iade edilmişti. Demek ki Aslan, Atilla’nın itirafçı olmasını önlemek için arenaya atılan “ilk kurban”dı. Onu başkaları izleyecek mi, zamanla göreceğiz. AKP şimdilik adı geçen kişileri koruyor; işin ucu Erdoğan’a kadar uzanacağı için geri adım atmamaya çalışıyor. Ama kesin olan, büyük bir korku içinde beklediğidir.

Bu öyle bir korku ki, duruşma öncesinde Zarrab’tan haber alamayan Türk yetkilileri, ABD’ye iki kez “nota” verdi. Türkiye tarihinde bu bir ilkti. Bugüne dek pek çok önemli gelişmede ABD’ye nota vermek şöyle dursun, bu yöndeki çağrıları alaya alan AKP, şimdi hem de iki kez “nota” vererek Zarrab’ın “sağlığı ve güvenliği”ni soruyordu. Gerekçe olarak da Zarrab’ın TC vatandaşı olduğu, “güvenliği ve sağlığının Türkiye’yi ilgilendirdiği” söylendi. Oysa ABD ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde binlerce TC vatandaşı (tam sayısı 5 bin 700) tutuklu ve hükümlü vardı ve hiç birinin “sağlığı-güvenliği” bugüne dek TC’yi ilgilendirmemişti.

Fakat Zarrab mahkemeye çıkıp da AKP’li bakanlarla, başta Halk Bank olmak üzere kamu bankalarıyla kirli ilişkilerini ortaya dökünce, dahası Erdoğan’ın ismini geçirmeye başlayınca, işin rengi değişti. Sanki birkaç hafta önce yana-yakıla onun sağlığı ve güvenliği için ortalığa dökülen kendileri değilmiş gibi, bu kez “hain, işbirlikçi, casus” diyerek, salvo ateşine tuttular. Ardından malına-mülküne el konuldu, Zarrab’la bağlantılı olduğu savıyla onlarca kişi gözaltına alındı. Zarrab’ı “Türkiye’deki gizli belgeleri ifşa etmek”le suçladılar. Bu, esasında ifadelerin gerçek olduğunun da itirafıydı. Ama bunu görebilecek halde bile değildiler.

Sahiplenmeden saldırıya geçiş öylesine hızlı olunca, birbiri ardına gafların yapılması kaçınılmaz oluyor. Başlangıçta ABD’nin İran’a koyduğu ambargoyu gururla deldiğini savunup, sonra bizzat Erdoğan’ın ağzından “ambargoyu delmedik” açıklaması yaptıkları gibi… Erdoğan’ın yeni müttefiki Perinçek ve şürekası, Erdoğan’ı halen anti-ABD’cilik üzerinden savunmaya ve bu yönde akıldanelik yapmaya devam etse de, bunun tutması mümkün görünmüyor.

ABD’nin Zarrab davası ile İran’a ambargonun delinmesini yargılaması, işin bir yanıdır. Elbette ABD, İran düşmanlığını canlı tutmak ve tüm müttefiklerini bu yönde zorlamak isteyecektir. Ancak Zarrab davası, sadece İran düşmanlığı için değil, aynı zamanda AKP ve Erdoğan’ı buradan sıkıştırma, hizaya çekme, son kertede alaşağı etme hedefiyle açıldı. Halkları ilgilendiren yönü ise, ambargonun delinmesi değil, Erdoğan ve çevresinin yaptığı yolsuzluklar, aldığı rüşvetlerdir. Kaldı ki, İran da bunun peşindedir. Zarrab’ın suç ortağı Zencani’yi tutuklayıp idama mahkum etmesi ve Zarrab’ın kendilerine teslim edilmesini istemesi, boş yere değildir. İran, bu süre içinde kendisinden 11 milyar dolar çalındığını, bunun 6 milyarını Zencani’nin, 5 milyarını ise Zarrab’ın iç ettiğini söylüyor. Zencani’nin idamını da bu paraların geri dönmesi karşılığında bekletiyor. Yani İran da çok iyi biliyor ki, bu kişiler ve AKP, İran’ın dostu oldukları için değil, ceplerini doldurmak için ambargodan yararlandılar.

AKP bilinçli bir biçimde ambargonun niteliğini de çarpıtıyor. Ambargo, İran’la ticareti yasaklamıyor; ticaret karşılığında para ödenmesini yasaklıyor. “Gıda karşılığı petrol” olarak tanımlanan, Saddam döneminde Irak’a da benzeri uygulanan ambargo kurallarına göre; İran’dan petrol ve doğalgaz satınalmak serbest, ama alınan doğalgazın bedeli olan para, satın alan ülkenin, resmi olarak belirlenmiş bir bankasına yatırılıp bloke ediliyor. İran sözkonusu gıda vb ürünler satın alabiliyor; bunun bedeli, İran parasının bloke edildiği bankadan çekilip, İran’a satış yapan şirkete veriliyor. Bu şekilde, nükleer silah malzemesi dışında hemen her tür ürünün ticareti yapılabiliyor. Gerek AKP hükümeti öncesinde, gerekse AKP döneminin başlarında, işleyiş bu şekilde sürdürülmüştü de zaten.

Fakat son yıllarda İran’dan alınan malların karşılığı altınla ödenmeye başlamış. Ambargoyu delen unsur da bu. Böylece kara para aklama ve rüşvet çarkının rahat dönmesinin yolu da düzlenmiş oluyor. Kamu bankaları buna aracı kılınıyor, bürokratlar seferber ediliyor. Bunun karşılığı olarak da milyonlarca dolarlık rüşvetler alınıyor. Zarrab, sadece dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’a 50 milyon dolar rüşvet verdiğini söylüyor. Toplamda 150 kişiye rüşvet dağıttığını, bunun da yüzmilyonlarca doları bulduğunu ifade ediyor.

Oluşturulan sistemde, iki ayrı “suç” işlenmektedir. Birincisi İran’a para-altın ödemesi yapıldığı için, İran’a dönük ambargo delinmiştir. ABD’nin yargıladığı şey budur. İkincisi, bu ticaret sırasında İran devletine ait olan paranın bir kısmı Babek Zencani-Zarrab-AKP işbirliği ile “içedilmiş”tir. İran’ın yargıladığı şey de budur.

Dolayısıyla Türkiye açısından da mesele İran’a ambargonun delinmesi değildir; AKP hükümetinin ve onun başı olarak Erdoğan’ın yaptığı devasa vurgundur. Buradan anti-Amerikancı, anti-emperyalist bir kahramanlık çıkarmak, boşuna bir çabadır. ABD’nin eliyle kurulan ve işbaşına getirilen bir partiden ve liderinden bırakalım anti-emperyalizmi, anti-ABD’cilik bile çıkmaz. Tıpkı İsrail karşıtı görünüp İsrail lobileriyle iş tutmaları, ondan “cesaret madalyası” almaları gibi, ABD karşıtlığı da demagojiktir. Her geçen gün daha fazla açığa çıkan yolsuzluk, vurgun, rüşvet bataklığından, kitlelerin anti-Amerikan duygularını sömürerek kurtulmalarına izin verilemez.

 

Zengine cennet, yoksula cehennem!

AKP’nin yolsuzluk-rüşvet-kara para aklama girdabına nasıl battığı, sadece ABD’de başlayan Zarrab davasında görülmüyor. Açığa çıkan yeni belgelerle de kanıtlanmış durumda.

Önce Paradise Papers (Cennet Belgeleri) ortaya döküldü. 50 ülkeden 120’den fazla politikacı ile patronların yurtdışındaki off-shore (kıyı bankacılığı) hesapları arasında Başbakan Binali Yıldırım’ın oğullarının da şirketleri bulunuyordu.

Hatırlanacaktır, Yıldırım’ın oğulları daha önce kumarhanede çekilen fotoğraflarıyla gündeme gelmişti. “Yıldırım’a kumpas” denilerek bu olay örtbas edilmiş, haberi yapan gazeteci ve gazete hakkında dava açılmıştı. Bu kez Malta Adası’nda şirketleri ortaya çıkınca, Binali Yıldırım, oğullarının gemi işiyle uğraştıklarını bunun da “uluslararası bir iş” olduğunu söyleyerek savunuya geçti. Sanki “uluslararası iş” yapanların “vergi cenneti” denilen yerlerde şirket kurmaları, son derece doğal ve meşruymuş gibi… Dahası, kendisi bakan olduktan sonra çocuklarını devlet işlerinden uzak tuttuğunu, bu konuda ne kadar hassas davrandığını kanıtlamaya çalıştı. Oysa sözkonusu şirketlerin kuruluş tarihi, Binali Yıldırım’ın “ulaştırma bakanı” olduğu zamanlara denk düşüyordu ve bu şirketlere devletten kredi verilmişti.

Ardından CHP lideri Kılıçdaroğlu, bir başka vergi kaçakçılığını ifşa etti. Bu kez Erdoğan’ın oğlu, kardeşi, eniştesinin ortak olduğu bir şirketin Man Adası’nda kurulup milyon dolarlar transfer ettikleri ortaya döküldü. Tıpkı Zarrab davasında olduğu gibi yine birbirini tutmayan demeçler verildi, savunular yapıldı. Bir yandan “belgeler sahte” deniyor ve CHP’nin belgeleri savcılığa teslim etmesi için baskı kuruluyordu. Bir yandan da “ne var bunda, bunlar yasal işlemler” diyerek meşrulaştırılmaya çalışılıyordu.

Bermuda, Malta, İrlanda ya da adı sanı bile bilinmeyen Pasifik Okyanusu’ndaki birçok ada devlette kurulan şirketler, gerçekten “yasal” ise, şimdiye dek neden açıklamadılar da, açığa çıktığı zaman kabul etmek zorunda kaldılar? Zaten paralarını “vergi cenneti”ne transfer edenler, kendi ülkelerinin maliye ve vergi yetkililerine bildirmiyorlar. Dolayısıyla “yasal” değiller. Ayrıca “yasal” olsa bile, bu onları meşru ve haklı kılmıyor.

Kapitalist-emperyalist sistem azami kar için, her yolu mubah sayan bir sistemdir. Şirketlerin vergi kaçırmasına da “yasal” kılıflar bulmuştur. Büyük şirketler pek çok yol ile vergi kaçırırlar. Ama şirketin kuruluş yerini “mikro-devlet”lerde göstererek vergi kaçırmak, kara para aklamak, esasında kendi yasalarına bile aykırıdır. Bu yolun asıl olarak ‘80’lerden sonra “neo-liberalizm” denilen dönemle birlikte yaygınlaştığı biliniyor. Vahşi kapitalizm olarak da adlandırılan ve günümüze dek uzanan süreçte, siyasetten ekonomiye her alanda kendi yasalarının çiğnendiği bir keşmekeş ve çürüme görülüyor.

Tüm sınıflı toplumlarda devlet, -yani ilk ortaya çıktığı andan itibaren- silahlı güç ve vergi toplama yetkisine -aynı zamanda ayrıcalığına- sahip tek yasal organdır. Sosyalizm dışında tüm toplumlarda vergi esas olarak yoksulun sırtına binmiştir. Fakat azami kara dayanan kapitalizm, bunu ayyuka çıkardı. Burjuvalar “vergi cennetleri” yaratıp her tür vergiden muaf para içinde yüzerken, işçi ve emekçiler “vergi cehennemi” altında inin inim inlemektedir.

Man Adası deşifre edildikten sonra “Dünyada MAN, ahirette İMAN” sözü yayıldı. Bu, vergi soygununun din kisvesi altında yapıldığını anlatan çarpıcı bir tanımlamaydı. Her zaman olduğu gibi vergi de din de yoksullar içindi. Bir yandan her tür yolsuzluk, riyakarlık üçkağıt yapılıyor; bir yandan da din maskesi ile bunlar örtülmeye çalışılıyor. Son örneğini Zarrab’ın ifadelerinde geçen ve meşhur saatiyle bilinen Zafer Çağlayan’ın sakal bırakıp “Üzülme, Allah Seninle” ayetini internetten paylaşmasında gördük. Bir avuç zengin hem vergi kaçırıp hem de “vatan millet” ya da dini nutuklar ata dursun, milyonların üzerindeki yük, arttıkça artıyor.

Ne kadar çok vergi kaçırılırsa, işçi ve emekçilerin sırtına o kadar çok vergi yükü binmiş oluyor. AKP hükümeti döneminde vergilerin bu denli artması, vergi kaçakçılığının boyutunun da bir göstergesi. Bilindiği gibi “dolaylı ve dolaysız” diye adlandırılan iki tür vergi var. “Dolaylı vergi” her tür mal ve hizmetten kesiliyor ve bu ne kadar artarsa, vergide adaletsizlik o kadar büyüyor. Çünkü yoksuldan da zenginden de aynı oranda kesiliyor. Yani 1404 TL’ye çalışan bir asgari ücretli de, ayda 140 milyar geliri olan bir patron da aynı vergiyi ödüyor. AKP Hükümetleri döneminde “dolaylı vergi”lerin oranı, yüzde 70’e yükselirken, “dolaysız vergi”ler, (gelir, kurumlar ve servet vergilerinin payı) yüzde 30’a gerilemiştir. Gelir vergisinin çoğunu da zaten emekçiler ödemektedir. Kurumların Türkiye’de vergi yükü yüzde 10,6’dır. Şahsi gelir vergisi, yani beyana dayalı verginin payı ise yüzde 1,5’tir. Yani zenginler aslında vergi ödememektedir. İşçi ve emekçilerin ise, kazandığı paranın yarısı, kimi zaman daha fazlası vergiye gitmektedir.

Yeni torba yasası ile otomobillerden şans oyunlarına kadar vergi artışı yapıldı örneğin. Bazı ürün ve hizmetlere ise Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) getirildi. Bunların arasında limonata, soda gibi içecekler var. Ayrıca torbaya eklenen bir madde ile, (madde 76) Türkiye Varlık Fonu’na kaynak aktarmanın yolu açılıyor. Tam bir kapalı kutu olan ve bir yılı aşkın süredir ne harcadığı, ne yaptığı bilinmeyen Varlık Fonu da işçi ve emekçilerin sırtından dolduruluyor.

Hal böyleyken burjuvalar, küçük miktarlardaki vergiyi bile vermemek için kırk takla atıyorlar; adı-sanı bilinmeyen yerlerde şirketler kuruyorlar. AKP hükümeti de “vur abalıya” mantığı ile işçiye-emekçiye yükleniyor; bir bütün olarak burjuva sınıfını, özelde kendi yandaşlarını daha zengin etmek için yeni yasalar çıkarıyor veya varolanları uygulamayarak, yollarını temizliyor, önlerini açıyor.

Örneğin 2006’da yapılan bir düzenleme ile Bakanlar Kurulu’na, “vergi cenneti” olarak nitelenen ülkelerin listesini çıkarma ve bu ülkelerdeki şirketlere yüzde 30 oranında vergi uygulama yetkisi verilmişti. Ancak Bakanlar Kurulu o listeyi 11 yıldır yayımlamadı. Dolayısıyla vergilendirme de yapılmadı. Türkiye 11 yılda milyonlarca dolar vergi kaybına uğradı. Sadece bunlardan kesilecek olan vergilerle binlerce okul, hastane, kütüphane vb. kamuya hizmet yapılacağı hesaplanıyor.

Elbette bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil. Emperyalist-kapitalist sistem bir bütün olarak bu çürümeyi ve adaletsizliği yaşıyor. Tüm dünyada servet ve gelir bölüşümündeki uçurumun derinleşmesinde, vergi kaçakçılığı ve kara-para aklama gibi yolların etkisi büyüktür. Dünyanın en zengin yüzde 1’inin, servetlerinin hatırı sayılır bir kısmını “vergi cennetleri” aracılığıyla sağladığı ortaya çıktı. Türkiye’de ise en zengin 500 kişinin “vergi cennetleri”nde hesabı olduğu belgelerde görüldü. Dünyadaki milli gelirin yüzde 10’luk bölümünün “off-shore” kaydı görülürken, Türkiye’de bu oran yüzde 20’lere yükselmiştir. Birçok olumsuz gelişmede olduğu gibi (işçi ve kadın cinayetleri) bu konuda da dünya standartlarının üzerine çıkılmıştır.

 

Sonuç yerine

Erdoğan ve AKP içerde-dışarda bombardımana tutulmuş durumda. ABD’nin düğmeye bastığı açık. AKP, -15 Temmuz darbesinin arkasında ABD’nin olduğunu bilmesine rağmen- ABD ile özellikle Trump’la ilişkileri düzeltmek için çok uğraştı, ama başaramadı. Şimdi kitle desteğini arkasına alabilmek için ABD karşıtlığını kullanmaya kalkıyor; bununla birlikte el altından zevahiri kurtarmanın yollarını da arıyor.

AKP’nin başına gelenler, birçok işbirlikçinin yaşadığı durumdur. Onu kuran, çizgisini belirleyen ve işbaşına getiren ABD, ona ihtiyacı kalmadığı noktada ipini çekiyor. “O getirdi, o götürsün” diyen ve bu durumdan memnun olanlar vardır. Ancak devrimci bir bakışaçısı ile yaklaşanlar, tüm gerici-faşist diktatörlerin, kitlelerin mücadelesiyle alaşağı edilmesini ister ve bu doğrultuda hareket ederler. Esasında kitle desteğini koruyan bir parti ve lideri de, emperyalist komplolarla devirmek kolay değildir. Bunun son örneğini Venezuella’da bir kez daha gördük.

AKP ve Erdoğan, zaten uzun bir süredir kitle desteğini büyük oranda yitirdi. Ancak baskı ve şiddetle, seçim hileleriyle hükümette kalabiliyor. En son 16 Nisan referandumunda bu gerçek, tüm çıplaklığı ile ortaya çıktı. Üstelik ekonomik krizin her geçen gün derinleştiği bir ortamda, bu gerilemeyi durdurmasının imkanı da yok. İşsizlik ve yoksulluk alabildiğine artarken, AKP çevresinin vergi kaçırma, rüşvet, yolsuzluk vb ile zenginliklerine zenginlik katmaları, ona karşı olan tepkileri büyütüyor.

Bu noktada “bu işin arkasında ABD var” denilerek, AKP ve Erdoğan yanlısı kesilmek, ancak Doğu Perinçek gibi Rus-Çin emperyalistlerinin işbirlikçilerinin işi olabilir. Türkiye ile AKP’yi ve Erdoğan’ı özdeşleştirilip “hedef Türkiye” gibi milliyetçi sloganlarla sahiplenilmesi, sadece AKP’nin değirmenine su taşır. Benzer bir durumu 15 Temmuz sonrası da yaşadık. Sözde darbe karşıtlığı üzerinden muhalif partiler AKP’nin etrafında kenetlenmişti. AKP her zora düştüğünde yeni müttefikler ve demagojilerle ayakta kalmanın yollarını buluyor. Sonra da eskisinden çok daha saldırganlaşarak gerici-faşist politikalarını sürdürüyor.

Zarrab davası yeni başladı. Şimdiye kadar Süleyman Aslan ve Zafer Çağlayan dışına ciddi bir suçlama olmadı. Egemen Bağış, Ali Babacan, Berat Albayrak ve Erdoğan’ın isimlerine teğet geçildi. Anlaşılan vitesi adım adım büyütecekler. Davada 3 bin 500 belge olduğu, Zarrab’ın işbirliği yaptığı 248 kişinin adını verdiği söyleniyor. Demek ki önümüzdeki günlerde yeni isimler ve belgeler ortaya çıkacak. Kısacası kutu açıldı ve bu kez sonuç alana kadar zorlayacaklar. Keza içte CHP ve İyi Parti ile düzen muhalefeti de daha aktif bir pozisyona geçmiş durumda.

Kısacası AKP ve Erdoğan’ın zor günleri derinleşerek sürecek. 15 yıllık hükümet dönemlerinde daha önce de çeşitli zamanlar zor günler yaşadılar. Bunların içinde Tekel direnişi ve Haziran ayaklanması, doğrudan işçi ve emekçilerin yaşattığı süreçler olarak, ayrı bir yere sahiptir. Kuşkusuz klik çekişmeleri de kitlelerden bağımsız yaşanmıyor. Her klik kendisine bir kitle desteği arıyor, ya da varolan durumu kendi lehine değerlendiriyor. Örneğin 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonu, Haziran ayaklanmasından sonra yapılabilmişti. Şimdi Zarrab davasının zamanlaması da, AKP’nin kitle desteğini yitirmesiyle bağlantılıdır.

Onlar nasıl kitle hareketlerinden ya da artan hoşnutsuzluktan yararlanıyorsa, kitle hareketleri de klik çekişmelerinden yararlanabilir, yararlanmalıdır. AKP’nin bizzat kendi ortakları ve efendileri tarafından terkedildiği, zayıf düştüğü bir dönemde, ona güç vermek değil, tersine bu durumu kendi lehimize çevirmek gerekir. AKP’yi ABD veya başka bir emperyalist güç değil, halk hareketi götürmelidir. Bunun da yolu, artan işsizliğe, yoksulluğa, vergi soygununa karşı mücadeleyi yükseltmekten geçer.

Bunlara da bakabilirsiniz

1 Mayıs’ta Taksim’e çağıran afişler yapıldı

İstanbul’da işçi ve emekçileri 1 Mayıs’ta Taksim’de olmaya çağıran, PDD ve DSB imzalı afiş ve …

Lezita işçileri direniyor

İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde bulunan Lezita fabrikasında, Öz Gıda-İş Sendikası’na üye işçilerin direnişi sürüyor. Abalıoğlu Grup’a …

İran’ın İsrail’e saldırısı ne anlatıyor

İran 13 Nisan gecesi İsrail’e, en az 300 SİHA (Silahlı İnsansız Hava Aracı) ve füze …