AKP hükümeti, kamuoyu oluşturabilmek için önce “FETÖ”cü olarak adlandırdıkları tutukluları kapsayacağını ilan etti; sonrasında “terörle mücadele” adı altında devrimci tutsakları da katarak, mahkemeye çıkarken “Tek Tip Elbise” (TTE) zorunluluğunu getirdi. Bu uygulama bilindiği gibi 12 Eylül askeri faşist cuntanın devrimci tutsakları teslim almak için gerçekleştirdiği yaptırımların en öne çıkanıydı. Bunu askeri içtima, zorunlu din dersleri, istiklal marşı gibi yaptırımlar izliyordu.
Komünist ve devrimci tutsaklar, fiili direnişlerle, süresiz açlık grevleri ile bu yaptırımlara karşı direnişe geçtiler. Ancak bu direnişler birçok yerde kırıldı ve giderek bu direniş biçimleri yetersiz kaldı. Teslim alınamayan tek yer olarak İstanbul cezaevleri kalmıştı. Oraya da TTE zorunluluğu getirilince, önce bu elbiseler parçalandı, mahkemelere don-fanila çıkıldı. Ancak başta reformist-revizyonist kesimler olmak üzere bir kısım tutsaklar, TTE giymeye razı oldular. Bu geri adımla birlikte tüm yaptırımların sökün edeceği aşikardı. Böylesi topyekün bir saldırıyı, ancak ölümüne bir direniş durdurabilirdi.
TİKB ve Devrimci Sol davasından yargılanan tutsaklar, “Ölüm Orucu”na başlamak gerektiği konusunda hemfikirdiler. Bu doğrultuda yapılan çağrılar yanıtsız kalınca, iki örgüt 1984 yılının Nisan ayında süresiz açlık grevini başlattı. DS 30. günde, TİKB’li tutsaklar da 45. günde eylemlerini ölüm orucuna çevirdiklerini açıkladılar. İçlerinde TİKB MK üyesi Mehmet Fatih Öktülmüş’ün de bulunduğu, gönüllülerden oluşan ölümü orucu ekipleri, “ölümün koynunda bitecek” olan eylemlerini sürdürdüler. Ve 65. günden itibaren ölümler başladı. DS militanlarından Abdullah Meral “ipi göğüsledi” önce. Ardından Haydar Başbağ ve Mehmet Fatih Öktülmüş ölümsüzlüğe ulaştı. Ve son şehit Hasan Telci oldu.
Ölüm orucu eylemi, başta İstanbul olmak üzere tüm cezaevlerinde faşist yaptırımları durduran bir rol oynadı. Onun etkisi dışarıdaki mücadeleye de yansıdı. Tutsak aileleri, Taksim Meydanı’na siyah çelenk bırakarak, 12 Eylül sonrası ilk çıkışlarını yaptılar. Onun içindir ki, 1984 ölüm orucu, içeride-dışarıda karanlığı yaran bir şimşek etkisi yarattı. Bu eylemde adı direnişle anılan Mehmet Fatih Öktülmüş’ün rolü ise çok büyüktü. Onun varlığı, sadece yoldaşlarında değil, tüm devrimci tutsaklarda eylemin zaferle biteceğine dair inancı güçlendirdi. M. Fatih Öktülmüş, her eyleminde olduğu gibi, son eyleminde de düşmana korku, dostlarına güven vererek, onun zaferle taçlanmasında belirleyici oldu. Ölümüne günler kala söylediği “Ölebiliriz ama biz kazanacağız” sözü, slogan oldu; daha sonraki ÖO eylemlerinin, ardından işçi-emekçi direnişlerinin şiarı haline geldi.
Komünist ve devrimci tutsaklar, bugün yeniden hortlatılan TTE saldırısını püskürteceklerdir. Başta M. Fatih Öktülmüş olmak üzere devrim şehitlerinin canlarıyla durdurduğu TTE elbise dahil tüm faşist yaptırımlara boyun eğmeyecek, faşizmi bir kez daha dize getireceklerdir. İçeride-dışarıda yükseltilen mücadele ile bu saldırı furyası da mutlaka akamete uğrayacaktır. Tarihimizden aldığımız güçle, bir kez daha BİZ KAZANACAĞIZ!
* * *
’82 Anayasası dipçik zoruyla halka kabul ettirildikten sonra, cunta şefi Kenan Evren, sivil elbiselerini giyip cumhurbaşkanı oldu. Ama ekonomik terör ve siyasi baskılar daha katmerli ve sinsi biçimde devam etti. Dışarıda; açlık, yoksulluk, işsizlik, fuhuş ve siyasi baskılar halka dayatılırken, içerde de, siyasi tutsaklara “Tek Tip Elbise” (TTE) giydirileceği söylentisi yayılmaya başladı.
TTE’nin amacı, siyasi tutsakları kimliğinden arındırma ve onursuzluğa zorlayarak teslim almaktı. TTE ile birlikte, yeni Özel Tip cezaevlerinin açılacağı ve bunlardan birinin de Sağmalcılar olduğu söylentileri geliyordu kulağımıza…
1983 Eylül ayının başlarıydı. TTE’ye karşı tavrın ne olacağı konusunda siyasi hareketler arasında tartışma başladı. Devrimci örgütlerin hepsi giymemekte hemfikirdiler. Ancak hangi taktik biçimlerle direniş gösterileceği henüz netlik kazanmamıştı. Çünkü daha bir-bir buçuk ay önce, Metris’te, siyasi baskıların kaldırılması ve bazı temel hakların verilmesi için yapılan 27 günlük Süresiz Açlık Grevi (SAG), kötü bitmişti. Onun için bazıları, yeni bir açlık grevinin başlamasından yana değillerdi. Bazı revizyonist hareketler ise, tartışmalara katılmıyorlar, ama açıktan giyeceklerini de telaffuz etmiyorlardı.
Bildirilerin, açıklamaların elden ele dolaştığı bir sırada, cezaevi müdürü elinde bir liste ve bir grup askerle geldi. “Sıkıyönetim adli müşavirliğinden gelen emirle, içinizden bazılarını Sağmalcılar Özel Tip cezaevine gönderiyoruz” dedi. Hemen aklımıza ilk gelen isim Fatih oldu. Gerçekten liste açıklandığında 25 kişinin başında Fatih vardı.
O dönem Fatih gibi birinin kaybettirilmesi, her an mümkündü. “Direnip vermeyelim” kararı çıktı kendi aramızda. Bunu diğer hareketlere de götürdük ama kimseden olumlu yanıt gelmedi. Herkes gitmeye hazırlık yapıyordu… Hepimiz çok üzgündük, gönderiyoruz ama yüreğimiz sıkıntılı. Fatih “yine birlikte olacağız” derken, demir kapı kapandı…
Aynı gün Metris, Alemdar, Kabakoz askeri cezaevlerinden de belli kişileri, Sağmalcılar Özel Tip cezaevine sevk etmişler. TTE’yi ilk bunlar üzerinde denemek istemişler. Az sayıda önder kesimlere giydirirlerse, geride kalan devrimci kitleye rahatlıkla giydiririz diye düşünmüşler kendilerince.
Fatihler, Özel Tip’in kapısına vardıklarında, içeriye tek tek alıyorlar. Kapıdan arama noktasına kadar iki sıra halinde komandolar dizilmiş, yırtıcı bir hayvan avını bekler gibi… Fatih ringden indirildiği anda sloganı patlatıyor. Yarasalar Fatih’in üzerine çullanıyorlar, tekme-dipçik sağanağı altında arama noktasına götürüyorlar. Onlarca asker etrafını sarmış, karşılarında mermerden bir heykel gibi duran bu adamın, onlara ne türden zorluklar çıkaracağını merakla bekliyorlar.
Subay kudurmuşçasına bağırıyor: “Soyun! Bize zorluk çıkarma! Burası, Metris’e, Sultanahmet’e benzemez…” Fatih böylesi durumlarda ne saldırının dozajını düşürmek için düşmana ‘ajitasyon’ çeker, ne de gözlerini düşmanın gözlerinden kaçırır. Bu kez de dimdik duruyor karşılarında.
Subay hiddetlenip askerlere “soyun bunu” diyor.
Onlarca asker Fatih’e doğru hücuma geçtiği anda, biraz önce askerlerin arasında rahat ve sakin duran bu adam, atletik vücudunu bir anda gerer; iki kolunu içten bacakları arasında geçirerek kenetler; başını, kenetlenen kol ve bacakları arasına alır. Bu, soyundurmaya karşı kullanılan bir yöntemdir. Vücut top gibi sıkılır ve açılmaz. Düşmanı uğraştırmak için etkili olan bu yöntem, direnişler içerisinde kazanılmıştır. Karşındakilerin gücü ne olursa olsun en az, on onbeş dakika direnişi sürdürür.
Uzun bir boğuşmadan sonra Fatih’i soyarlar. Eline bir don bir atlet ve TTE verirler. Geri kalan tüm eşyasını, talan edilecek yer olan depoya alırlar. Aynı uğraşla giydirirler Fatih’i. Sürükleyerek atarlar hücreye. Fatih, TTE’yi parça parça yırtarak koridora atar. Diğer devrimci tutsaklarla da haberleşir, herkes bu yöntemi uygular. TTE giymeyeceklerini anlayan cezaevi yönetimi, akşama doğru alt-üst eşofmanlarını ve terliklerini verir tüm tutsaklara.
Fatih, Özel Tip’e götürüldükten iki gün sonra mahkemeye gidenlerden haberini alıyoruz. Hücrelerin pencereleri büyükmüş, yandaki hücre ile konuşulmasın diye küçültüyorlarmış. O nedenle kısa bir süre için üç kişilik hücrelere vermişler. Avukata, mahkemeye ve ziyarete eşofmanlarla çıkıyorlarmış. Şimdilik TTE zorlaması yokmuş ama eşofman dışında sivil giysileri de vermiyorlarmış… Anlaşılan, kamuoyunun tepkisini düşürmek için TTE şimdilik beklemeye almışlar. Öncelikle devrimci tutsaklar üzerinde hücre sistemini oturtturmaya çalışıyorlar.
* * *
İstanbul askeri cezaevlerinde ilk TTE saldırısı, 23 Ekim 1983’te uygulamaya koyuldu. Saldırı büyüktü, direniş de büyük olmalıydı. Bütün koğuşlarda barikatlar kuruldu. Aşılamayınca, demir testere ve kaynaklarla kesilip söküldü barikatlar. Ortalık meydan muharebesine dönmüştü. Cezaevi reviri yaralanan tutsak ve askerlerle doluydu. Zorla TTE giydirildi, ancak daha koğuşlara varmadan parçalanıp atıldı. Elbiselerimiz dahil herşey talan edildi. Komünler dağıtıldı, kağıt-kalem-kitap yasaklandı. Günlük gazeteler, Tercüman ve magazin gazeteleriyle sınırlandı. Avukat, mahkeme, ziyaret ve havalandırma yasaklandı. Saç, sakal ve bıyıklar operasyonla sıfır numaraya vuruldu. TTE giyilmeden bunlar verilmeyecekti.
Bir çoğumuz rutubetli ve farelerin cirit attığı hücrelerdeydik. O gün ekmek, yemek, su verilmedi. Zaten saldırıyla birlikte açlık grevine başlamıştık. Her saat başı atılan sloganlarımız, kapı-pencere vurmalar ortalığı inletiyordu. Az sayıdaki ziyaretçimiz, cezaevi kapısında merakla bekliyorlardı. Saldırının ilk haftasında yeni sistemin ne olduğu netleşiyordu. Ancak direniş de sürüyordu. AG’nin ikinci günü bırakma önerisi yapan siyasetler oldu, bunlar daha çok küçük gruplardı. Esas yaklaşım, avukat, mahkeme, ziyaret konusu aydınlanana ve diğer cezaevlerinde ne olup-bittiğini öğrenene kadar AG’yi sürdürmekti. Öyle de oldu. Sınırlı biçimde de olsa, ziyaret ve avukat görüşü verildi bir hafta içinde. Haberler alındı ve neler yapılacağı konusunda bilgiler iletildi. AG yedinci gününde bırakıldı ama şimdilik! Ayrıca AG yapılmasın diye tuz-şeker gibi şeylerin kantinde satışı kaldırıldı. Saldırı büyüktü, esas amaçları fiziki işkencelerin yanı sıra psikolojik baskılarla teslim almaktı devrimci tutsakları.
O sırada Diyarbakır askeri cezaevinde yurtseverlerin Ölüm Orucu direnişi vardı. Dört şehit verilmişti ancak somut bir hak alınamamıştı. Bu direniş sürdüğü sırada Mamak’ta da SAG başlamıştı. Dışarıda tutsak ailelerin desteğinden başka bir destek yoktu. Onlar da çok az sayıda ziyaretçilerdi. Genel olarak emekçi halk kitleleri, açlık, işsizlik ve baskılardan başını kaldıracak durumda değildi. Ancak bu suskunluk ve baskı ortamında cuntaya karşı dipten bir öfkenin biriktiği de muhakkaktı…
Genel seçimler yapıldı. Cuntanın en şişman bürokratı Turgut Özal’ın ANAP’ı seçimleri büyük bir çoğunlukla kazandı. Bilinçsiz kitleler, ekonominin kapıları açılacak ve demokrasi gelecek diye beklerken, yıllar sonra ülkenin tepesine çöreklenecek olan IMF programının temelleri o zaman atıldı… Ne pahasına olursa olsun devrimci tutsakları teslim alma hedeflendi. Turgut Özal döneminde cezaevlerinde katledilen devrimci sayısı, cunta döneminden daha fazladır. TTE uygulanmasına da Özal’ın Başbakan olduğu dönemde geçildi.
Parlamento açılmış, seçimler yapılmış ve hükümet kurulmuştu ancak, fiili olarak halen askeri yasalar geçerliydi. Anadolu cezaevlerinde siyasi tutsaklara askeri faşist yaptırımlar uygulanıyordu. Bu, yer yer komünist tutsaklar tarafından püskürtülse de genel olarak böyleydi. Şimdi sıra İstanbul cezaevlerine gelmişti. İstanbul cezaevlerinde siyasi baskılar ve dayatmalara karşı sık sık gündeme gelen AG’ler, devrimci kitle üzerinde bir yorgunluk yaratmıştı. Açıktan AG ve SAG’a karşı çıkan yoktu ama, çeşitli nedenler ileri sürülerek fiilen AG engelleniyordu. İki arada bir derede gezinenler de vardı tabii! Modern revizyonistleri zaten saymıyoruz, onlar başından itibaren bu teslimiyeti kabullenmişlerdi.
Devrimci mücadele, tıpkı bir deniz gibidir; kendinden olmayan yabancı maddeleri, hırçın dalgalar dışarı atar. Mücadelenin nispeten iyi dönemlerinde küçük-burjuva devrimciliği revaçtadır; en önde bayrağı kimseye kaptırmazlar. Ancak, mücadelenin vuruşkan zorlu günlerinde, düşmanla göz göze gelindiğinde, mücadelenin gerçek sahipleri kan-revan içinde savaşırken, küçük-burjuva oportünizmi devrime yabancılığını göstermeye başlar ve bir bahaneyle ortalıktan sıvışır. Onların yabancılığını açığa çıkaran asıl güç, mücadelenin sertliğidir.
* * *
’83 ortalarından itibaren sürdürülen direniş ve açlık grevleri sonuç alıcı olmamıştı. Dışarıda ağır darbeler yiyen örgütler toparlanamıyordu; dağılma ve tasfiyecilik her yönüyle oturmaya başlamıştı. Bu gelişmeler, içeride de çeşitli örgütleri uzlaşmacılık ve teslimiyete doğru evriltiyordu. Tam da bu süreçte, 1984 başlarında tüm bu yaptırımların doruğu olan Tek Tip Elbise (TTE) saldırısı gündeme geldi…
Maviydi Tek Tip Elbise… Devrimci tutsaklar onu, “mavi kefen” olarak tanımlıyordu. Aslında salt tutsaklar açısından değil tüm toplumun ürkütülüp, kolayca köleleştirilmesi için biçilmiş bir kefendi TTE. Ama küçük-burjuva devrimciliğinin politik perspektifi o denli karanlık içerisindeydi ki, bunun ayırımına varacak güçte ve sağlamlıkta değildi. Sonuçta “mavi kefen”i giydiler! Ve arkasından yaptırımlarla dolu bir tabut (!) geldi.
Saldırı, sınırlı açlık grevleri ya da diğer direnişlerle püskürtülemiyor, bu araçlar saldırının kapsamı karşısında küçük kalıyordu. Devrimci güçlerin direniş cephesindeki yarılma ve gedikler, güçlü bir direnme yaratılmazsa, cephesel bir çöküşe gitme tehlikesini büyütüyordu.
* * *
TİKB ve Devrimci Sol tutsakları, çıtayı yükseltmek gereğini duydular. ’84 Ölüm Orucu bu koşullarda tarihe kaydedilmeye başlandı…
Eylem biçimi yeni değildi… ’82 yılında IRA tutsakları politik tutukluluk haklarının tanınması talebi ile Ölüm Orucu’na başlamış ve 9 insanlarını yitirmişlerdi… Aynı yıl, PKK tutsakları Diyarbakır cezaevinde yaşanan teslimiyete karşı başlattıkları Ölüm Orucu’nda içlerinde Merkez Komite üyeleri de olmak üzere 4 insanlarını şehit vermişlerdi. Bahsettiğimiz Tek Tip Elbise saldırısı ise, devrim ve karşı devrim çatışmasının odaklaştığı, çatışmanın bu noktada cereyan ettiği bir dönüm noktasıydı. Karşı durmak ve direnmek, salt bir devrimci tutsak onurunu korumak anlamına gelmiyordu. Bu dönüm noktasının öte yanında, faşist cuntanın zafer salvosu bekliyordu!
‘84 Ölüm Orucu, devrim inancının ete kemiğe bürünmesinde ve en zorlu koşulların bilinç açıklığı ile yarılmasında bir sembol, bir doruktur… Onun önemi salt cezaevleri ile sınırlı değildir. Tüm toplumsal muhalefetin susturulduğu, derin bir korku ve harekete geçmekten alıkoyan bir yılgınlığın hakim olduğu; teslimiyetin kendisine bir yaşam felsefesi oluşturduğu günlerde devrimci bir duruşu ifade eder. Tartışılmaz bir tarihsel haklılığın; gerçekleşmesi için büyük alt üst oluşlar gereken ve tam da bu yüzden seçkin savaşçılar isteyen büyük bir davanın esini vardır onda…
Bazı örgütler o dönem Ölüm Orucu eylemini “siyasal intihar” olarak değerlendirdi. ‘84 Ölüm Orucu, “siyasal intihar” değil, tam tersine bir gün doğumuydu… Kavganın öyle mevzileri vardır ki, “biz burada ölmeliyiz” dedirtir. Fatih yoldaşın vasiyetinde söylediği gibi “Bizler asla mücadeleyi ölümle değiştirmeyiz.” Aslolan yaşamı anlamlı kılmak için ölümüne bir kavga vermektir. Ama kavganın ölmeyi gerektirdiği yerde de artık yaşamak olmayan ‘yaşamayı’ savunmamaktır…
Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nin içinde yükselen kızıl bayrak böyle bir direnişin gönderine çekilmiştir. Savaşçıların böyle rahat ve yüksek bir gönüllülük içinde olmaları, bu büyük kavganın en ön cephesinde yer almalarından ötürüdür…
* * *
17 Haziran 1984… Koridorlarda sık sık duyduğumuz postal sesleri, o gün öğlenden sonra bir anda çekiliverdi. Böylesi durumlarda, askerler ya aramaya gelirler veya operasyon yapılırdı. Hangisi olursa olsun ortalık talan edilirdi. O nedenle bizden birileri bunu farkettiğinde, herkes hazırlığını yapsın diye, bütün hücreler uyarılırdı… Bazen bizler daha gardımızı almadan, askerler kapıya dayanırdı. Ancak bu kez öyle olmadı… Askerler koridorlardan çekileli neredeyse bir saat oldu, ama ne gelen var ne de giden. Kapıya kulağımızı dayıyoruz, çıt yok. Ortalık ölüm sessizliği… Ölüm orucu birinci ekibin tamamı Haydarpaşa askeri hastanesine kaldırılmış. Askerlerin ağzından bölük pörçük aldığımız bilgilerden başka artık onlardan hiç haber alamıyoruz. Bu arada mahkemeye giden de yok.
Nihayet sessizlik bozuldu, bloklar arasında trafik başladı. Herkes, birbirine “ne oluyor”, “bir haber var mı?” diye soruyor. Gelen yanıtlar olumsuz, “koridorda kimseler görünmüyor, askerleri çağırıyoruz ses vermiyorlar!” Zor anlar… Zindan içinde zindan yaşıyoruz. “Fazla sayıda ölümler var ki, bunlar koridorlara yanaşmıyorlar” diyoruz. Herkeste bir endişe, bir telaş var. Burnumuzdan soluyoruz, yüreğimiz güm güm atıyor. Son kez nöbetçilere sesleniyoruz, yanıt gelmiyor. Kapıları vurmaya başlıyoruz. Cezaevi inliyor; ortalık deprem yeri gibi… Zaman zaman kapı vurmaları kesip sloganlar atıyoruz.
Saatler ilerliyor… Gün aydınlığı yerini akşam karanlığına bırakmak üzere. “Galiba görevlilerden biri görüşmeye geldi” haberi ulaşıyor. Ardından görüşmelerin yapıldığı G-bloktan sesler gelmeye başlıyor. Hücre penceresinin demirine alnımı bastırıyorum, anlamaya çalışıyorum… Sonunda “şehitler var” dediklerini duyuyorum.
Acaba kimler? Böylesi anlarda seçim yapmak çok zor, ama aklım Fatih yoldaşta. “Umarım o değildir” diye içimden geçiriyorum. Onun yeri doldurulamaz. Yalnızca TİKB için değil, Türkiye devrimi açısından bu böyle! İçimde fırtınalar kopuyor, beynim kilitlenmiş… Onun ateşli yüreği, bilinç berraklığı, mücadelenin çeşitli cephelerindeki çalışkanlığı, düşman karşısındaki sağlam duruşu, örnek fedakarlığı ve yoldaşlarına bağlılığı, bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor…
Bu arada cezaevi müdürünün, şehitlerin isim listesini temsilcilerimize verdiğini öğreniyoruz. “Birazdan şehitlerin isimleri okunacak” deniyor. Soluğumuzu tutmuş bekliyoruz. Gün ve saat itibariyle sırasıyla okunuyor şimdi. Yüreğim demirci körüğü gibi inip kalkıyor;
Abdullah Meral
Haydar Başbağ
Mehmet Fatih Öktülmüş…
Ölüm orucu’nun (ÖO) 55. günü, hep beraber mahkemeye çıkmıştık. Fatih yoldaş benden önce ringe binmişti, gidip yanına oturdum. Kolu sakat olduğu için önden kelepçelenmişti, kollarını kaldırıp boynuma attı. Öpüştük….Yüzümü yüzüne yapıştırdım, konuşuyoruz. Müthiş bir güçtü o, bir anda bütün bedenimin ısındığını hissettim. Yüreğim köpürdü… Israrla “yoldaş seninle yer değiştirelim” dedim. Israrlarım fayda etmedi…
Alnım, bastırdığım pencere demirine yapışmış, donakalmışım. Ne bir hıçkırık ne de bir damla gözyaşı. Sanki yaşam durmuştu o an…
Gök gürlemesi gibi yükselen sloganlarla kendime geliyorum. Durmak yok atağa geçmeliyiz…
* * *
Sloganlar cezaevi duvarlarına çarpa çarpa ulaşıyor bize. İsimler okunuyor, Metris yankılanıyor, Sağmalcılar yankılanıyor, Sultanahmet, İstanbul, dünya yankılanıyor… Kadınlar koğuşunda herkes camların demirlerine yapışmış, isimleri dinliyor… Şehitlerimiz var! Bunun olacağını bilmek ayrı, olduğunu öğrenmek ayrı…
Ve Mehmet Fatih Öktülmüş!… Bu ismi şehitler arasında duymak… Elimde ne varsa anında yere düşüyor, bir daha anlamaya çalışıyorum… Fatih’ i kaybetmiştik… Abdullah Meral ve Haydar Başbağ ile birlikte… Henüz Hasan Telci’yi de kaybedeceğimizi bilmiyorduk… Direnişimizin üç yıldızı kayıp gitmişti aramızdan…
Kadınlar koğuşundan da slogan sesleri yükseliyor. Herkes öfkeyi, acıyı, gururu iç içe yaşıyor. Gözlerden süzülen yaşlar, sloganların sertliğinde yitip gidiyor… Hemen o akşam Devrimci Sol’dan arkadaşlarla büyük bir pankart hazırlıyoruz. Camlardan havalandırmaya sarkıtacağız. Bir gece içinde büyük bir hızla bitiriyoruz pankartı. Ve ince ince demir parmaklıkların arasından kurduğumuz düzenekle bir güzel açıp havalandırmaya sarkıtıyoruz…
Asker pankartı görür görmez koğuşu basıyor… Pankartı nasıl, hangi malzemeyle, ne kadar kısa sürede yaptık ve o incecik tel örgülerin arasından nasıl sarkıttık anlayacak durumda değillerdi. Her birimiz üzerimizde inip kalkan coplarla birlikte havalandırmaya atıldık. Düşmana inat, nisan baharında çiçeğe duran ve haziran sıcağında meyvesini veren direnişimizin şehitleri, demir parmaklıkların arasından bizi selamlıyordu…
(*) Yediveren Yayınları tarafından Kasım 2004 tarihinde basılan “Kutup Yıldızı: Mehmet Fatih Öktülmüş” kitabından alınmıştır.