Afrin’e dönük işgal saldırısı başladığında, hükümet birkaç gün içinde biteceğini, Afrin’in TSK kontrolü altına alınacağını ileri sürüyordu. Geçen bir aydan fazla süre içinde bunun böyle olmadığı görüldü.
İşgal başladıktan iki gün sonra “yağmur yağdı”, “çamur vardı”, “PYD’nin beton blokları engel oldu” vb. bahaneler ileri sürülmeye başlandı. Son olarak Erdoğan, “bu yaz sıcak geçecek” diyerek savaşın aylarca sürebileceğini itiraf etmiş oldu.
TSK neden bu kadar zorlanıyor
Fırat Kalkanı adı verilen harekat, 24 Ağustos 2016’dan 29 Mart 2017 tarihine kadar, toplamda 7 ay 5 gün sürmüştü. Bu süre boyunca 2015 km2’lik bir alan ele geçirilmişti. Afrin 2033 km’lik bir alan, yani yaklaşık Fırat Kalkanı ile ele geçirilen kadar bir arazi sözkonusu.
Ancak Afrin ile Cerablus arasında temelde önemli farklılıklar var. Öncelikle Cerablus’ta birçok alan savaşılmadan, IŞİD güçleri ile ÖSO’nun yer değiştirmesi, hatta kimi zaman IŞİD’çilerin kıyafet değiştirerek ÖSO’ya geçmesi gibi yöntemlerle alınmıştı. “Halk” olarak orada varolan güçler de radikal cihatçı çetelerin kitlesine dönüşmüş, bu nedenle cihatçılarla ve AKP Türkiyesi ile nispeten “barışık” kesimler sözkonusuydu. Savaşmak gereken yerlerde ise ÖSO’nun hiçbir savaş gücünün olmadığı, her savaşta tamamen döküldüğü, TSK’nın ise önemli kayıplar verdiği biliniyor.
Şimdi ise TSK’nın karşısında alanını savunmaya kararlı bir savaş gücü var. Kürt halkı için Afrin savaşı bir yanıyla ilk defa kendi yönetimlerini (özerklik bile olsa) kurmaya bu kadar yaklaşmışken ve bu kadar etkin bir güce ulaşmışken, buna sıkıca tutunma isteği anlamına geliyor. Bir yanıyla da Sur, Cizre gibi Kürt kentlerinde yaşanan yıkım ve katliamların bir rövanşı olarak görülüyor.
Üstelik 2011’de Suriye’de emperyalist savaş ve cihatçı işgal başladığı günden bu güne, Kürt halkı savaş tecrübesi biriktirdi. 2014’te Kobane savaşından itibaren daha etkin bir güce ulaştı. ABD ile yaptığı işbirliğinin bir parçası olarak özel kuvvetler eğitimi aldı, komuta düzeyini yükseltti ve silah gücünü artırdı. Bugün YPG’nin elinde zırhlı araçlardan tanksavar füze sistemlerine, İHA’lara kadar her türden ağır silah ve savaş gücü var. Bütün bunlar, kendi tarihinde varolan gerilla savaşı birikimlerinin üzerine bindi ve Kürt halkının askeri gücünü daha da profesyonelleştirdi.
İkincisi, askeri uzmanlar gerilla savaşı veren bir gücün karşısındaki düzenli ordunun en az 1’e 3 oranında sayıya sahip olması gerektiğini söylüyorlar. Yani 30 bin kişilik bir gerilla birliğini yenebilmek için, en az 90 bin kişilik düzenli ordu gerekiyor. Afrin’deki savaş gücünün 30 bin kişi, milis katılımıyla 50 bin olduğu söyleniyor. (Bu rakamlar farklı kaynaklarda 100 bine kadar çıkartılıyor.) Ve buna, Rojava’nın dört bir yanından YPG güçleri eklenmeye devam ediyor. Suriye hükümetinin açtığı bir güzergah üzerinden, Afrin’e sürekli insan ve ağır silah sevkiyatı yapılıyor.
Afrin’i işgal için “mayın eşeği” olarak ileri sürülen ÖSO çetelerinin bir savaş gücü olmadığı zaten biliniyor. “NATO’nun en güçlü ikinci ordusu” olan TSK’nın da bu savaşı etkin biçimde veremediği, veremeyeceği ortaya çıkmış durumda. Öyle ki, PÖH (Polis Özel Harekat), JÖH (Jandarma Özel Harekat) gibi kontra güçlere ihtiyaç duydular. Kürt halkına dönük kent savaşında öğrendikleri yöntemleri uygulamaları için JÖH’leri ve PÖH’leri Afrin’e taşımak zorunda kalıyorlar.
Üçüncüsü, Cerablus ile Afrin arasında arazi farkı var. Cerablus, savaşmanın kolay olduğu düz ova iken, Afrin dağlık ve ormanlık bir alan. Her metrekaresi için savaşmak gerekiyor. Üstelik yıllardır bir savaşın içinde yaşayan Afrin’de, beton tünelleri, yeraltı geçişleri vb. ile çok ciddi bir hazırlık ve saha üstünlüğü sözkonusu. İşgalin başladığı ilk hafta, yandaş medyada kahramanlık menkıbeleri okunurken, yaralı bir askerin söylediği “günlerce top atışı ve bombardıman yaptık, sınırı geçtikten sonra 200 metrede vurulduk” sözleri son derece çarpıcıdır.
Keza Rus askeri uzmanlar da ÖSO’nun savaşamadığını TSK’nin ise yeterince hazırlık yapmadığını; bu nedenle sahada sıkışıp kaldığını, ayrıca askeri araçların karayolunda dümdüz ilerlemesi gibi önemli askeri hatalar yapmakta olduğunu anlatıyor.
Dördüncüsü, halk Afrin’i terketmiyor. Başka sivil bölgelerde yaşanan göç burada yaşanmıyor. Dış çeperlerden içeriye doğru kısmi bir göç hareketinin dışında, Afrin halkı direnmeye hazır olarak bekliyor. Bu koşullarda “sivil katliamları”nın dünya kamuoyunda yaratacağı etki, TSK’nın bir başka açmazını oluşturuyor. Ve TSK’nın elinde “sivil kıyafet giymiş teröristler saldırdı” argümanının dışında başka bir dayanak kalmıyor.
Tüm bu unsurlar, TSK’nın savaş “başarısını” daha da zorlaştıran-uzaklaştıran etkenler olarak karşısında duruyor.
Emperyalistlerin hesapları
2014 yılındaki Kobane direnişi dünya genelinde öylesine büyük bir etki yaratmıştı ki, emperyalistler Kürt hareketinin yanında olduğunu göstermek için uğraşmışlardı. Yapılan askeri yardımların yanında, açık bir sahip çıkış da söz konusuydu. PYD ve YPG temsilcilerinin Fransa’da Elysee Sarayı’nda ağırlanması, YPJ’li kadın savaşçıların ABD’nin moda dergilerinde gerilla kıyafetiyle kapak olması ilk akla gelenler.
Şimdi ise, sanki Afrin savaşının üzerinde bir görünmezlik perdesi var. Emperyalistler konuya göz ucuyla bakıyor ve bekliyorlar. Gerçekte, ABD ve Rusya başta olmak üzere emperyalistler, Türkiye’nin Afrin savaşına şimdilik izin veriyor, ön açıyorlar.
Mesela Türkiye’nin Afrin’e girmesinin neredeyse kesinleştiği bir tarihte, ABD’nin IŞİD ile mücadele temsilcisi Albay Dillon, 16 Ocak’ta yaptığı açıklamada “Afrin, operasyon alanımız içinde değil” dedi. İşgal başladıktan sonra ise ABD Dışişleri Bakanı Tillerson “İki NATO müttefikinin karşı karşıya geleceğini düşünmüyorum” diyerek, Afrin için Türkiye’nin karşısına çıkmayacaklarını ifade etmiş oldu.
BM-Güvenlik Konseyi işgal başladıktan hemen sonra 23 Ocak günü aldığı kararla, Afrin’e yönelik işgalin durdurulmasını değil, “ölçülü olunması”nı istedi. İşgal başladıktan bir ay sonra ise, Suriye’de “ateşkes” ilanı kararlaşırken Afrin’i değil, Rusya ve Suriye Ordusu’nun Doğu Guta kuşatmasını temel aldı; “çatışmasızlık” açıklamasını özel olarak Şam’ın Doğu Guta banliyösü için istedi. BM-GK’nın beş üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa bu karara ortak oldu.
Afrin saldırısı başladığında, AB “endişeliyiz” açıklamasını yaptı.
Rusya, Suriye’nin hava sahasını TSK uçaklarının kullanmasına izin vererek ve Afrin merkezdeki Rus birliklerini Afrin’in güneyindeki Tel Rifat’a çekerek Türkiye’nin işgaline gözyummuş oldu.
İşgale doğrudan karşı çıkan iki ülke vardı. İran onaylamadığını söyledi. Suriye ise Türkiye’nin Afrin’e saldırması durumunda hava savunma sistemlerini devreye sokacağını (yani savaşacağını) söyledi; ancak Rusya’nın durdurmasıyla harekete geçmedi.
Burada özellikle ABD ve Rusya’nın bu saldırıya neden izin verdiği, neden tepki göstermediği sorusu devreye giriyor.
ABD açısından, bu sorunun cevabı daha basit aslında: Türkiye’yi karşısına almayı göze alamadı! ABD bir süredir, “Türkiye olmazsa Ortadoğu’yu kaybederiz” değerlendirmesi yapıyor ve Türkiye ile ilişkileri düzeltmeye çalışıyor. Bunun pratikte çok fazla karşılığı olmuyor elbette, çünkü Türkiye’nin talepleri, ABD’nin temel çıkarlarıyla çelişiyor. Yine de Türkiye ile arayı fazla bozmadan ilerlemeye çalışıyor. Bu nedenle işgal karşısında sessiz kalıyor.
ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük güvencesi haline gelen YPG’yi böylesine ortada bırakması ise, şaşırtıcı değil. Bu durum, ABD’nin genel olarak yaşadığı güç kaybı ile ilgili. ABD, Ortadoğu savaşında hedeflerinden hiçbirini tam olarak gerçekleştiremedi. Irak’ı işgal etti; ancak Irak üzerinde İran etkisinin artmasını seyretmek zorunda kaldı. Suriye savaşını başlattı; İran ve Rusya’nın devreye girmesiyle Suriye savaşının kaybedeni oldu.
Son aylarda, bu durumu değiştirmek için attığı adımlar da boşa çıktı; kaldırdığı taşlar ayağına düştü. Mesela İran’ı zayıflatmak için Lübnan Başbakanı Hariri’nin Suudi Arabistan’da tutuklanmasını sağladı. Rusya ve İran’ın tepkileri öylesine yükseldi ki, Hariri’yi ülkesine geri göndermek zorunda kaldı. Irak Kürdistanı’nın referandum yaparak bağımsızlık kararı almasını, bu karar ile Irak hükümeti üzerinde baskı kurmasını istedi; bağımsızlık referandumu Kürdistan topraklarının yüzde 40’ının ve hatta sınır kapılarının Irak hükümetine devredilmesi ile sonuçlandı. ABD, Ortadoğu’daki en “kadim” müttefiklerini böylece ortada bırakmış oldu.
Bugün ABD’nin elindeki en etkili güç olan YPG ile kurduğu ilişki de, Türkiye’nin baskısından etkileniyor. ABD, “Fırat’ın doğusunda” yayılacak bir Kürt bölgesini yeterli buluyor. Fırat’ın doğusunda oldukça önemli bir hattın, Rakka’dan Deyr-ez Zor’a uzanan bölgenin YPG’nin kontrolüne geçmesini sağlamış durumda. ABD’nin kontrolü altında bulunan IŞİD’in, bazı bölgeleri doğrudan YPG’ye devretmesi nedeniyle, bu hattın kontrolünü Suriye Ordusu’ndan daha etkin ve daha hızlı bir biçimde sağlamayı başardı. Böylece Irak-Suriye hattını önemli ölçüde darbelemiş oldu. Üstelik Deyr-ez Zor’daki petrol yataklarını da YPG’nin kontrolüne almasını sağladı.
Haritanın bu şekillenişi, ABD için şimdilik yeterli görünüyor. Türkiye’yi daha fazla karşısına almaktansa, “Fırat’ın batısı”dan çekilmeyi göze alabilecek durumda. Yani Afrin harekatına sessiz kalmanın yanısıra, yarın Menbiç’e TSK saldırısı gündeme geldiğinde de tavırsız kalma ihtimali bulunuyor. Böyle davranarak, Türkiye’yi yanına çekebileceğini, en azından karşısına almayacağını düşünüyor.
ABD açısından Afrin’i “sorun” haline getiren bir unsur da, Afrin’deki Rus varlığı. Bugüne kadar Rojava genelinde ABD ile kurulan işbirliği, Afrin’de karşılık bulmadı; Afrin’e Rus birlikleri girdi, Rus askeri üssü kuruldu. ABD, “kendisine ait” görmediği Afrin’i bırakmakta bir sakınca duymuyor. YPG’yi de “Fırat’ın doğusu”na çekilmeye ikna etmeye uğraşıyor.
Rusya’nın neden bu saldırıya izin verdiği konusu ise, daha karmaşık. Rusya’nın hem Türkiye hem de YPG ile ilgili çok fazla hesabı, çok fazla hamlesi sözkonusu çünkü.
Birincisi ve en önemlisi, Türkiye’nin önünü açarak YPG’nin ABD ile olan ilişkisini cezalandırmış oluyor. Rusya “Yeni Suriye”de Kürtler için bir çeşit özerklik teklifini Ocak 2017’deki ilk Astana toplantısında sunduğu anayasa taslağında somut biçimde ifade etti ve sonrasında da bundan geri adım atmadı. Tersine, muhaliflerin ve Türkiye’nin tepkilerine rağmen, bu konuyu BM gündemine de getirmeye hazırlanıyor. Bu “teklif”ine karşılık YPG’nin halen ABD ile birlikte hareket etmesi, hatta Rusya ve İran için büyük önem taşıyan Rakka-Deyr ez Zor işgallerine girişmesi, Rusya’nın tepkisini çekti. Şimdi Kürt hareketine, Menbiç’ten sonra ikinci defa “Türkiye kartı”nı göstermiş oldu.
İkincisi, Afrin’deki savaşın şiddeti, YPG’nin Afrin’e güç kaydırmasına neden oluyor. Suriye Ordusu’nun denetimi altındaki bölgeden Afrin’e insan ve silah geçişleri sağlanıyor. Bu hareketlilik, YPG’nin Deyr-ez Zor’daki güçlerini ve manevralarını sınırlandırmış oldu. ABD’nin hedefi, Deyr-ez Zor’un IŞİD’den tamamen temizlenerek YPG’nin kontrolünün kurulması. Ve Suriye-Irak hattındaki en önemli güzergahlardan biri olan bu noktada hızla bir ABD askeri üssünün kurulması. Ancak YPG’nin dikkati Afrin’e yönelince, Deyr-ez Zor’daki planlarda gecikme oldu. Rusya’nın önceliklerinden biri olan bu bölgede, Suriye Ordusu’nun hareketliliği de arttı. Yani Rusya, YPG Afrin’de “oyalanırken”, Deyr ez Zor’a yüklenme olanağı buldu.
İkincisi, dikkatlerin Afrin’e yöneldiği bir sırada, Rusya ve Suriye Ordusu Şam’ın kenar mahallesi olan Doğu Guta’da cihatçılara karşı saldırı başlattı. Doğu Guta, Suriye’de savaşın ilk başladığı, cihatçıların ilk ortaya çıktığı, sivil nüfus yoğunluğu olduğu için savaşın en zor olduğu alanlardan birisi. Başkentin göbeğinde, sürekli Şam merkezine saldırılar düzenlenen, roketler atılan bir mahalle. Bu “çıban”ın temizlenmesi, Rusya açısından acil görevlerden birisi. Dünya kamuoyunun Afrin’e odaklandığı bir süreçte, Doğu Guta “temizliğini” de aradan çıkarmayı planladı. (Bu planı tam olarak tutmadı, emperyalistler Doğu Guta’daki IŞİD’çilerin hamisi olduklarını hemen gösterdiler; ama başlarken Rusya’nın hesabı buydu.)
Üçüncüsü, İdlib konusunda Rusya’nın Türkiye’ye karşı rahatsızlıkları bir seviyeye ulaşmış durumdaydı. Astana toplantısında Rusya-İran-Türkiye arasında İdlib’i kontrol anlaşması yapıldığında, hedeflenen bu üç ülkenin İdlib’deki cihatçılarla çatışması ve onları etkisiz hale getirmesi idi. Ancak Türkiye, doğrudan Heyet Tahrir Şam ile işbirliği halinde İdlib’e girdi; cihatçılarla hiçbir çatışmayı başlatmadı.
Dahası AKP, Nusra dahil İdlib’teki çeşitli cihatçı çetelerle 17-18 Eylül 2017 tarihinde Cilvegözü Sınır Kapısı’nın hemen yakınında bir toplantı yaptı; toplantıda bir meclis oluşturuldu. AKP’nin topladığı o meclis, 2 Kasım 2017’de, yani Türkiye İdlib’e girdikten bir ay sonra, İdlib’de “Milli Selamet Hükümeti” ilan etti. Üstelik İdlib’deki cihatçı örgütlerin önemli bir kısmı, savaşın yeni başladığı yıllarda, Antakya Operasyon Odası’nda planlan biçimde Türkiye’den giriş yapmıştı. Sonuçta, İdlib’de cihatçıları kontrol etmesi beklenen Türkiye, bölgede kendisine bağlı bir “hükümet” kurmuş; Suriye’ye dönük işgal planını en somut haliyle göstermiş oldu.
Rusya için bardağı taşıran damla, 31 Aralık ve 5 Ocak günleri Hmeymim Üssü’ne düzenlenen saldırıların İdlib’de Türkiye’nin kontrolündeki bölgelerden gelmesi oldu. Rusya bu saldırılar konusunda Türkiye’yi doğrudan suçladı.
Ancak Rusya, tüm bunlara rağmen Türkiye’yi karşısına almayan bir politika izledi. Türkiye’nin Afrin ısrarına göz yumuyormuş gibi göründü; Afrin’e girmesine, sessiz kalarak yeşil ışık yaktı. Türkiye’nin Afrin harekatı, İdlib’deki cihatçıların da desteğini gerektiriyordu. İdlib cihatçıları, Türkiye’ye destek için Afrin yönüne doğru güç kaydırınca, Rusya’nın İdlib operasyonu hız kazandı. İdlib’de stratejik bir nokta olan Ebu Zuhur Üssü Suriye Ordusu’nun eline geçti. Yine stratejik bir konum olan Şam-Halep uluslararası karayolunun önemli kısmı temizlendi. Türkiye Afrin’de fazla ilerleyemiyor, ancak Rusya İdlib’de önemli kazanımlar elde ediyor.
Sonuçta Rusya, çok yönlü hesaplar üzerinden Türkiye’nin Afrin’e girişine sessiz kaldı.
Afrin’de ne olacak
ABD açısından, Türkiye’nin Afrin’i almasında bir sorun yok. Üstelik Afrin’i aldığı koşulda ABD ile ilişkileri daha iyi olacaksa, ABD buna yardım bile edebilir. ABD’nin YPG konusundaki hedefi başlangıçta Türkiye’nin sınırında bir “Kuzey Koridoru” oluşturmaktı; şimdi ise Suriye-Irak sınırını kopartacak bir “Doğu Koridoru” oluşturmayı ve Deyr-ez Zor petrollerini ele geçirmeyi daha fazla önemsiyor. YPG’yi de bu doğrultuda savaştırıyor. Bu hedef için, YPG’nin “Fırat’ın doğusuna” çekilmesi ve Fırat’ın batısındaki topraklarından vazgeçmesi, ABD için belirleyici bir önem taşımıyor. “Bağımsız Kürdistan” konusu ise, biraz gelişmelere bırakılmış durumda.
Rusya için ise Afrin birçok açıdan önemli. En başta YPG’ye bir uyarıda bulunmak istiyor, ancak YPG’yi kaybetmek istemiyor. Afrin savaşını, YPG’ye “benimle işbirliği yapmazsan karşında Türkiye’yi bulursun” tehdidi olarak kullanıyor. Keza ABD’yi Suriye’den kovmanın tek yolunun YPG ile ilişkisini bitirmek olduğunu biliyor. İkincisi, Türkiye Afrin’i aldığı koşulda Cerablus’tan İdlib’e kadar çok geniş bir alan Türkiye’nin kontrolüne girmiş olacak. Bu kadar geniş bir alanda, Türkiye’nin işgali sürmese bile, Türkiye’nin yerleştirdiği cihatçı örgütler üzerinden Suriye’deki varlık sorunu devam edecek. Bu nedenle Afrin’i Türkiye’ye terketmek istemiyor.
Daha Afrin işgali başlamadan önce, Türkiye ile bir pazarlık yapıldığı konuşuluyordu. Buna göre Türkiye 17 km ilerleyecek, ancak Afrin merkezine girmeyecekti. Diğer taraftan YPG ile Suriye arasında pazarlıkların sürdüğü de biliniyor. Pazarlıklarda tıkanma noktasının Deyr-ez Zor şehir merkezi ve petrol yatakları olduğu söyleniyor. Eğer YPG Deyr-ez Zor’dan çekilmeyi kabul ederse, Suriye Ordusu’nun da Afrin’e girerek YPG’ye koruma sağlayacağı ileri sürülüyor. Bu konuda anlaşma sağlanırsa, Suriye sadece Deyr-ez Zor’u ele geçirmekle kalmayacak, YPG’nin güvenini de kazanmış olacak ve daha etkin bir işbirliği için zemin doğacak.
Bugün Kürt halkı Afrin’de bütün gücüyle direniyor; keza TSK’nın da somut bir ilerleme sağladığı söylenemez. Ancak Afrin savaşının gidişatında YPG’nin ya da TSK’nın savaş gücünün yanısıra, emperyalistlerin planları da etkili olacak.