Sağlıkta özelleştirmenin son noktası: ŞEHİR HASTANELERİ

Şehir hastaneleri, sağlık alanındaki özelleştirme politikasının bir parçası olarak bir süredir uygulamaya konmuş durumda. Eski Sağlık Bakanı Recep Akdağ, şehir hastaneleri için “Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın ikinci perdesidir” açıklamasını yapmıştı. Gerçekten de, şehir hastaneleri, 1980’lerin sonlarında başlatılan “sağlıkta reform” süreci ve 2000’li yıllarda AKP ile sürdürülen “sağlıkta dönüşüm programı”nın devamı niteliğindedir. Ve amaç, sağlık alanını daha fazla özelleştirmek, sağlığa erişimi parası olanın ayrıcalığı haline getirmede bir adım daha atmaktır.

 

Hastalar şehir dışına,

hastane arazileri inşaat tekellerine

Şehir hastaneleri, AKP’nin “mega projeleri”nin sağlık alanındaki karşılığı olarak planlandı. Tıpkı İstanbul’a “mega havaalanı” yapılması gibi, inşasında “ihtiyaç” düzeyi değil, “rant” düzeyi belirleyici oluyor.

Türkiye genelinde 31 şehir hastanesi yapılması planlanıyor. Bunların 18’inin yapımına başlanmış durumda. 4’ü ise tamamlandı ve kullanıma girdi. Şehir hastanelerinin her birinde binlerce yatak kapasitesi öngörülüyor. Geniş bir bölgede bulunan devlete ait birçok hastane ve sağlık kurumunun kapatılarak, bu alandaki tüm “hasta kapasitesi”nin tek bir büyük hastaneye aktarılması hedefleniyor.

Bu kadar büyük bir kompleksin şehir merkezlerinde kurulması için yeterince alan olmadığı için, elbette şehir dışındaki ormanlık alanların imhası ve betonlaştırılması gündeme geliyor.

Mesela Ankara’da yapılacak olan Bilkent Şehir Hastanesi için, ODTÜ ormanı talan ediliyor. Ve bu hastanenin yapımı ile birlikte Numune Hastanesi, Yüksek İhtisas Hastanesi, Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi gibi son derece önemli, oturmuş kadroya ve gelişkin birikime sahip hastanelerin kapatılması hedefleniyor. Bu hastaneler aynı zamanda, Ankara’nın merkezi noktalarında ve geniş alanlara kurulu bulunan hastaneler.

Devasa şehir hastaneleri kurulduğu zaman, hasta ve yatak kapasitesinin artacağı, hastanelerdeki yoğunluğun azalacağı gibi bir izlenim yaratılıyor. Gerçekte ise, TTB (Türk Tabipler Birliği) hasta ve yatak kapasitesinin değişmeyeceğini özellikle belirtiyor. Sözkonusu ildeki başka hastaneler kapatılarak, onların hasta potansiyeli şehir hastanesine aktarılıyor; böylece hastanelerdeki yoğunluk da sağlığa erişimdeki zorluklar da artıyor. Mesela Ankara’da kurulacak iki şehir hastanesi için, varolan 12 hastane kapatılacak. İki şehir hastanesinin yatak kapasitesi, varolan 12 hastanenin yatak kapasitesinin toplamı kadar olacak.

Benzer biçimde, kurulacak tüm şehir hastaneleri için, bulundukları ildeki son derece önemli eğitim ve araştırma hastaneleri, devlet hastaneleri vb. kapatılıyor. Böylece çoğunlukla şehir merkezlerinde kurulu olan bu hastanelerin arazileri, inşaat tekellerine peşkeş çekilecek. Hastalar ise, ulaşımı son derece zor olan, şehir dışındaki yeni hastanelere gitmeye mecbur bırakılacak. Sağlık hizmetine ulaşmak, zaman ve para yönüyle de zorlaşacak.

Bu durum, özellikle acil hastalar sözkonusu olduğunda daha büyük bir soruna dönüşecek. Şehir içindeki özel hastanelere olan talebin artmasını da getirecek. Acil olmayan hastalıklarda bile, büyük şehrin trafik çilesi ve şehir hastanelere ulaşım zorluğu nedeniyle, şehir içi özel hastanelere yöneliş gündeme gelecek. Bu da hastalar için ek bir yük oluşturacak.

 

Özel sektöre hediye hastaneler

Şehir hastaneleri gerçekte gizli bir özelleştirme anlamını taşıyor. Kamu hastaneleri kapatılarak onların olanakları özel sektöre devrediliyor. Tıpkı son dönem büyük servetler dökülerek yapılan otoyollar, köprüler vb. “yap-işlet-devret” modelinin uygulanması gibi, şehir hastanelerinde de “yap-kirala-devret” modeli uygulanacak.

Hastanelerin yapım aşaması da, otoyolları, köprüler gibi, özel sektöre adeta hediye şeklinde sunuluyor. Öncelikle inşaat firmaları bu şehir hastanelerini devlet tarafından tahsis edilmiş arsalar üzerine yapıyorlar. Tabi arsalar, devlet tarafından bedelsiz olarak tahsis ediliyor. Yapımcı şirket, binalar için dışarıdan kredi alıyor; devlet bu krediye hazine garantisi veriyor.

İnşaat bittikten sonra şirket, yaptığı binaları Sağlık Bakanlığı’na kiraya veriyor. Sağlık Bakanlığı bu binalara kiracı olarak yerleşiyor. Aslında binaların 4 yıllık kira bedeli, inşaat maliyetini karşılamaya yetiyor; buna rağmen, devlet 25 yıl kira ödedikten sonra binalar devlete devrediliyor. Yani devlet, her bir binayı kendisi inşa ettiği koşulda, 21 yıl boyunca boşuna özel sektörü kira ödememiş olacak. Amaç inşaat tekellerine para kazandırmak olunca, bu 21 yıllık kira bedeli gözden çıkarılıyor elbette.

Devlet katkısı bunlarla da bitmiyor. Hastanenin kurulacağı arsanın bedelsiz verildiğini söylemiştik. Bu arazinin yolları, elektrik-su vb. altyapı hizmetleri de devlet tarafından, yine bedelsiz olarak sunuluyor.

Şirkete yapılan peşkeş bunlarla da bitmiyor. Hastanenin tıbbi hizmetlerinin bir kısmı ve destek hizmetlerinin tamamının şirket tarafından verilmesi sözkonusu. Yani hastanenin en büyük gelir kalemi olan laboratuvar hizmetleri, görüntüleme hizmetleri, nükleer tıp, fizik tedavi, rehabilitasyon hizmetlerinin tamamı, bedeli döner sermayeden karşılanmak üzere şirkete devrediliyor. Şirket bu hizmetleri alt taşeronlara veriyor.

Burada bir “hediye” daha devreye giriyor: Bu hizmetleri almak üzere yeterince hasta gelmezse, aradaki fark “hazine garantili” olarak genel bütçeden karşılanıyor.

Bitmedi; hastanenin şehir dışında bulunan yerleşkesinin etrafında, cafeler, AVM’ler, otoparklar vb. ile yeni rant alanları oluşturuluyor ve bunların işletmesi de şehir hastanesini yapan şirkete veriliyor. Personel, hasta ve hasta yakınları ile birlikte, günlük 50-60 bin kişinin şehir hastanelerine taşınacağı öngörülüyor. Bu kitlenin otopark-taksi masraflarından gıda harcamalarına kadar tüm ihtiyaçları, hastanenin sahibi olan şirketin tasarrufundaki işletmeler tarafından satışa sunulacak.

Şehir hastanesi kurulması karşılığında şehir içinde kapatılan hastanelerin çok değerli olan arazileri üzerindeki inşaat hakkı da, öncelikli olarak, şehir hastanesini inşa edecek olan şirkete veriliyor.

Her aşamasında kar, her aşamasında devlet tarafından şirketin kasasına uzatılmış bir hortum sözkonusu. Ve bu hortumdan, her bahane ile şirkete sınırsızca para akıtılıyor.

 

Sağlık çalışanlarının işi artık daha zor

Şehir hastaneleri, sağlık emekçileri açısından da son derece önemli dezavantajlar taşımaktadır. TTB (Türk Tabipler Birliği), şehir hastaneleri hakkında hazırladığı raporda, sağlık çalışanlarının yaşayacakları sorunları da ele almaktadır. Buna göre;

Şehir hastanelerinin kapalı alanları, modern hastane standartlarının çok üzerindedir. Bu büyüklük, acil hastalara ulaşmada, konsültasyonlarda önemli zaman kaybına yol açacaktır. Hastaya ulaşma konusunda yaşanan zorluklar, hastaların yaşam hakkı başta olmak üzere önemli mağduriyetler yaşamlarına neden olacaktır. Diğer taraftan, doktorların iş yükünü de artırmaktadır.

Şehir hastanelerinin planlanmasında, doktorların ve diğer sağlık çalışanlarının ortak kullanım alanları yoktur. Bu durum, sağlık çalışanlarının ortak iş üretme, yapılan işi değerlendirme ve öneri alma olanaklarını imkansız hale getirmektedir.

Faaliyete geçmiş olan şehir hastanelerindeki yetersizlikler, bir başka sorun yumağına dönüşmüş durumda. Buralarda yazılım sorunları ve her türden teknik aksaklıklar giderilememekte, bu nedenle sağlık hizmetinin sürekliliği kesintiye uğramaktadır. Radyolojik görüntüleme sisteminde aksaklıklar çözülmemiştir. Bu durum birçok tıbbi hatayı da beraberinde getirmektedir.

Şehir hastanelerinin acil servisleri çok geniş alana kuruludur. Çalışan sayısı ise son derece azdır. Şehir hastanesi açılan illerde, tüm acil vakalar doğrudan buraya yönlendirildiği için, iş yükü olağanüstü artmakta, “acil” olması gereken sağlık hizmeti büyük bir soruna dönüşmektedir.

Benzer biçimde, şehir hastanelerinin hasta ve yatak sayıları ortalama bir hastaneye göre çok fazla artmasına rağmen, doktor ve diğer sağlık çalışanlarının sayısı artmamıştır. Hastane yönetimlerinin, daha fazla hasta yatışı yapılması, daha fazla hasta bakılması gibi taleplerini karşılamak, bu koşullarda iyice zorlaşmıştır.

Bütün bunlar, şehir hastanelerinin yanlış hesap, yanlış planlamadan kaynaklanan yapısal sorunlarıdır. Ancak pratikte, sorunların sorumlusu olarak sağlık çalışanları hedefe çakılmaktadır. Yazılımın yetersizliğinden ya da acildeki gecikmeden ya da başka bir yapısal eksiklikten kaynaklanan her sorunda, hasta ile sağlık çalışanı karşı karşıya kalmakta, hasta ve hasta yakınlarının tepkisi doğrudan sağlık çalışanlarına yönelmektedir.

Sağlık çalışanları bir taraftan hastanenin eksikliklerini kendi çabalarıyla gidermeye çalışırken, bir taraftan hastaları yatıştırmakla uğraşmaktadırlar. Bu da yetmezmiş gibi, uzun çalışma saatleri, iş yükünün artması, iş kazalarının artması ve sağlık hizmetinin niteliksizleşmesi gibi sorunlarla boğuşmaktadır. Devlet hastanelerinde zaten “performans” baskısı altında bunalan sağlık emekçileri, buralarda çok daha ağır koşullarda çalışmakla karşı karşıyadır.

Bunun yanında gelir azalması da sözkonusudur. Döner sermaye gelirlerinde öncelik binanın kira ve giderleri olacak, şirketin harcamaları çıktıktan sonra çalışanların ek ödemeleri dağıtılacaktır. Her koşulda, çalışanların ücretleri düşecektir.

Adana Şehir Hastanesi’nde farkedilen “çip”ler ise, sağlık çalışanlarının sorunlarının bunlarla sınırlı olmadığını gösterdi. Sağlık çalışanlarının, formalarına monte edilmiş çip’le takip edildiği ortaya çıktı. Bilgisayar başındaki biri, sağlık çalışanlarının her an nerede olduğunu takip ediyor ve kayıt yapıyormuş. “Mesai denetimi” anlamına gelen bu uygulamanın gizlice yapılmasının hukuka aykırılığı bir yana, çalışanın özel anlarını, tuvaletlerini bile izleyen-kaydeden bu yöntem, insan haklarına aykırıdır. Bu uygulama, şehir hastanelerindeki sağlık emekçilerinin, insanlıkdışı ve kölece çalışma koşullarının çarpıcı bir kanıtıdır.

 

“Paran kadar sağlık”ta son nokta

Şehir hastaneleri, sağlık hakkının özelleştirilmesinde gelinen son noktayı ifade etmektedir. Bu durum, özel hastanelerin kurulmasından farklı ve çok daha boyutlu bir saldırıdır.

En başta sağlık hizmeti, önleyici-koruyucu sağlık hizmeti basamağından başlamalıdır. Devletin görevi, halkın “bulunduğu yerde” koruyucu sağlık hizmetlerinden faydalanmasını sağlayarak, hasta sayısını azaltmaktır. Şehir hastanelerinde ise “hasta olmaya” yatırım yapılmakta ve hasta büyük şehirlerin dış çeperlerine taşınmaya zorlanmaktadır.

İkincisi, hastanelerin inşaası dış finansmanla yapılmaktadır. Bunda “hazine garantisi” de sözkonusudur. Ancak hastaneyi inşa eden şirket borcunu ödeyemediğinde, hastaneyi kapatabilir. Bu koşulda, kamu hastaneleri önceden kapatılmış olduğu için, hastanın başvuracağı bir sağlık merkezi olmayacaktır.

Üçüncüsü, hastanelerin ödenekleri yetersiz kalınca ve döner sermayenin gelirinde azalma olunca, şirket hastalardan ek ücret talep edebilir, giderek daha çok sağlık hizmeti tamamen ücretli hale getirilebilir. Bu durumda, alternatifi olmayan hasta, ücreti ödemediği koşulda sağlık hizmetinden yoksun kalacaktır.

Şehir hastaneleri yaygınlaştığında, bütün bu sorunlardan dolayı sağlık hizmetine erişebilecek insan sayısı, 10-15 milyonu geçmeyecektir. Geri kalan insanlar için ise, tam bir çaresizlik sözkonusudur. Bugün “yatakları daha nitelikli hale getiriyoruz”, “otel hizmeti sunuyoruz” diye övünülüyor. Gerçekte ise, hastanın lüks yataklardan önce, nitelikli ve ücretsiz tedaviye ihtiyacı var.

Tüm bunlara ek olarak devlet, şehir hastanesi işleten şirkete “hasta kotası” garantisi vermektedir. 3. Köprü’den, Avrasya Tüneli’nden aylık araç geçişi belli bir rakamın altında kaldığında, aradaki fark devlet tarafından karşılanmaktadır. Tıpkı bunun gibi, şehir hastanelerinde de devlet ile işletmeci şirket arasında bir anlaşma sözkonusudur. Aylık hasta sayısı belli bir rakamın altında kaldığında, aradaki fark devlet tarafından karşılanacaktır.

 

Sağlık haktır, satılamaz!

Eski Sağlık Bakanı Recep Akdağ, “Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın ikinci perdesi” demişti şehir hastaneleri için. En karlı alanlardan biri olan sağlık alanının özelleştirilmesinde yeni bir hamledir çünkü bu. Sadece sağlık alanında değil, genel olarak özelleştirme, çok yönlü bir saldırıdır. Bu saldırının, şehir hastaneleri ile ortaya çıkan görünümü ise, çok yönlüdür.

En başta, şehir hastaneleri ile, sağlık alanının rantı özel sektöre aktarılmaktadır.

İkincisi, arazi rantları üzerinden büyük karlar özel sektöre altın tepside sunulmaktadır.

Üçüncüsü, sağlık sektörünün çalışanları üzerindeki sömürü artırılmaktadır.

Dördüncüsü, sağlık hizmeti daha fazla paralı hale getirilerek, işçi ve emekçilerin cebindeki paraya el konulmaktadır.

Beşincisi, “hasta kotası” belirlemesi ile, devletin kasasından, yani işçi ve emekçilerin cebinden şirket kasasına para aktarılmaktadır.

Sağlık, kapitalist sistem için en önemli kar alanlarından biri haline geldi. Oysa sağlık hizmetlerine erişim, bir haktır ve eşit-ücretsiz bir biçimde herkes bu haktan faydalanmalıdır. Sosyalist ülkeler bunu yaşama geçirmiştir.

Kapitalizmde ise, sağlık “hakkı” diye bir şey yoktur. Mücadele ile kazanılan kimi mevziler ise, devletin her saldırısında tırpanlanmakta, yok edilmektedir. Şehir hastaneleri, bu yönde atılmış yeni bir adımdır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“MÜHENDİSSEN, Mühendislerin Sendikası Girişimi” ilk toplantısını gerçekleştirdi

Ağır sömürü koşulları altında çalışmaya zorlanan mühendisler, sınıf mücadelesi içinde kendi örgütleriyle yer almak için …

Adana İHD’de Makbule Berktaş anısına toplantı yapıldı

İnsan Hakları Haftası dolayısıyla Adana İHD’de Makbule Ana (Berktaş) anısına bir toplantı yapıldı. 13 Aralık’ta …

Suriye cezaevleri, Türkiye cezaevleri

Yandaş basında Suriye haberlerinin önemli bir kısmını Suriye cezaevleri oluşturuyor. Büyük bir “dehşet ve panik” …