İşsiz sayısı 6 milyon civarında. Ve buna her gün yenileri ekleniyor. Daha kötüsü, işsizler iş bulma umudunu da yitirmiş durumda. Seslerini duyurmak için, kendilerini yakıyor, intihar ediyorlar. İlk olarak Sıtkı Aydın, TBMM önünde kendini ateşe verdi. Ardından İzmir İŞKUR önünde bir işçi soyunarak protesto yaptı. Balıkesir, Sivas, Antalya’da kendini yakarak durumlarını haykırdılar. Ve Denizli’de Tolunay isminde 24 yaşındaki bir işçi “buraya kadar” notunu yazarak intihar etti.
* * *
Sıtkı’ya…
Bir bidon benzin ve bir çakmakla yürüdü öfkeli adımlarla… Beş yıldır işi yoktu. “İş kazası”nda 3. kattan düşünce işsiz kalmıştı. İstatistiklere eklenen bir rakamdı, belki o kadar bile değildi. Devletin çok “değer verdiği” engellilerden biriydi artık.
İş bulmak için bilcümle devlet adamına başvurmuş ve “söz”ler biriktirmişti. Tutulma ihtimali olan ve bugüne kadar hiç tutulmayan…. “Söz” karın doyurmuyordu, ısıtmıyordu insanı; doğalgaz, kömür yerine geçmiyordu. Ama paranın sıcaklığında ısınanlar durmadan “söz” veriyordu. Sadece ona değil, onun gibi milyonlarcasına. Bağırıyorlardı “söz” verenler; “büyüyoruz, zenginleşiyoruz” diye. Çiziktirilen kağıtlar, tablolar ve ekranlar da onları “doğruluyordu”. Dünyanın en zenginleri listesinde “söz” verenlerin adları yer alıyordu.
Her sabah işe gider gibi yürüdü… O da kör karanlıkta yola dökülen ve “asgari” geçinenlerden biriydi. Tuğla ve harçla yoğrulan yaşamında hiçbir zaman sahip olamayacağı lüks evleri, rezidansları, villaları inşa edenlerdendi. Hani televizyonlarda, billboardlarda “mutlu ailelerin” taksit taksit iliklerini çeken evler ve afişler var ya…
Her an bir vinçten, iskeleden ya da çalışmayan asansörden yere çakılma ihtimali olanlardandı o da. Tıpkı Torunlar Center’daki 10 işçi kardeşi gibi, tıpkı okul harçlığını çıkarmak için tatillerini kazma-kürek sallayan ve bir daha okulunu göremeyecek olan öğrenciler gibi… Esenyurt’ta gökdelen şantiyesinde konteynırda ısınmak isterken yanan işçiler gibi… Yapılan bir dairenin onda biri parasıyla hayatta kalmaları sağlanacak olan, ama uğruna o parayı harcamaya değer görülmeyenler gibi… Soma gibi, Ermenek gibi, gibi… “Kaderleri” çimento akında ya da kömür karasında ortaklaşanlardı onlar.
İşte Sıtkı onlardan biriydi. Hayat bu ya, beş yıl önce ölmediği için “şanslı” görünen, ama sürünerek ölüme mahkum edilen Sıtkı…
“Söz verdiler” diyordu yürürken Ankara sokaklarında… “Nasıl aç bırakırlar, ben de onlara oy verdim” diyordu öfkeyle. Bir iş olsun da fark etmezdi ne olacağı. “Çok para da istemez, asgari ücret yeterli” diyordu.
Yürüdü önlerinden geçerek emeğini akıttığı binaların. Göz ata ata AVM’lere. “Şuranın temelini, şuranın duvarını, şuranın bilmem neresini yaptım” diyerek, içinde bir beddua okudu, tükürdü belki de. “Hepimiz birden tükürsek yıkılmaz mı ki?”, “Yapsak da bütün dünyayı, bize bir dam, bir iş yok mu” Sorular da sorular….
Geldi göbeğine Ankara’nın Sıtkı; ihtişamlı ve donuk devlet binalarına. Onların inşaatlarında da çalışmıştı belki. Durdu kendi “oy”uyla gönderdiği, ama onu temsil etmeyenlerin Meclis’in önünde. Var mıydı içlerinden işçi? Var mıydı derdini anlayabilecek bir emekçi? Belki “acırlardı” haline ve “hamili kart” ile işe sokuverirlerdi.
Düşündü, yaşamak mı daha kolay, ölmek mi? Açtı bidonu döktü üstüne Sıtkı, çaktı alevi… Acır mı etim bu yaşam böyle oldukça. Büyüdü Sıtkı ateşle birlikte; “Yansın Ankara, yansın bütün dünya!” Ateşinde taşıyordu belki Tunuslu emekçiyi, hani “bahar” diye selamlanan. Harlanıyordu yanında Esenyurt’ta topladıkları kağıtları kendilerine mezar olan…
Yanı başında dünyanın tüm işçileri, emekçileri ve ezilenleri. Yetiştiler ve söndürdüler Sıtkı’yı. Fakat tutuşmamıştı, sağırdı Ankara. Görmemişti, ya da görememişti kimseler. Birkaç damla yaş aktı asfalta. Sonra o “söz” verenler yine çıktı ekrana. “İş bulacağız” dediler.
Ateş ki, insan bedeninden yayılan ve dünyaları saran… Ki söndü denilen yerde yeniden harlanan. Niye kendini yakar ki insan? Seyrettiği bir filmdeki gibi olur da, aydınlanır mıydı tüm şehir? Yanmak neydi, yakılmak neydi?
Okuduğu ya da seyrettiği haberlerde görmüş olabilirdi, patlayan havai fişek atölyesinde parıltılı ışıklara karışan insan etini… Davutpaşa’ydı hani yeri. Tıpkı kendisinin çalıştığı koşullar gibiydi. Çoğunun ne sigortası vardı, ne de iş güvenliği… Belki onlar da geceli-gündüzlü çalışıyordu ödemek için banka kredisini.
Sıtkı! Sen ölmedin bugün belki. İşe de sokacaklar belki söz verdikleri gibi. Vesselam onlar süsleyecek yine zenginler listesini. Dönecekler yanmış bedenlerin etrafında gelsin diye milyon dolarlar. Tıpkı daha önce yaptıkları gibi. “Bak iş bulduk ona” nutukları çekip “işsizliği bilmek kaçta kaça düşürdük” diyecekler. Nasıl insan kanından ve etinden bina ettiklerinde oturuyorlarsa, nasıl gülüp eğleniyorlarsa, yaşayacaklar çılgınlar gibi…
Sanma ki o alevler görülmedi. Sanma ki haykırışın duyulmadı. Küllendiği yok hiçbir acının ve alevin… Nasıl senden öncekiler gibi taşındıysa bugüne, taşınacaktır yarına… Sorulacak çakılan her bir kıvılcımın hesabı. Güldükleri ve alay ettikleri ve unutulduğunu sandıkları her acının hesabı… Söylemiş ya Sıtkı, Nazım Usta, “Sen yanmazsan/ben yanmazsam/nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa!” Anladın değil mi, o ateş yanıyor hala karanlıkta.