Akkuyu’da nükleer kapitülasyon

Putin Nisan ayının ilk günlerinde Türkiye’ye geldi ve Mersin-Akkuyu’da nükleer santral yapımı için temel atma törenine katıldı. Bu arada, Türkiye’ye S-400 füze sistemlerinin teslim edilmesi sürecinin hız kazandığı da açıklandı.

Akkuyu Nükleer Santrali için Rusya ile Türkiye arasındaki anlaşma 2010 yılında imzalanmıştı. Anlaşmaya göre santral, herbiri 1200 MW kapasiteli 4 reaktörden oluşacak. İlk ünitenin 2023 yılında devreye girmesi, diğer ünitelerin de birer yıl arayla tamamlanması planlanıyor. 2026 yılında ise tam kapasite ile üretime geçeceği söyleniyor.

Ancak, 8 yılda 8 kere “temel atma töreni” yapılan nükleer santralin yapımı, tepkiler ve protestolar nedeniyle çok da kolay olmayacak.

 

Rusya’ya “kapitülasyon hakları”

Akkuyu nükleer santral anlaşması ile Rusya’ya, adeta “kapitülasyon” ayrıcalıkları tanınıyor. Anlaşma maddelerinin herbiri, Rusya’nın çıkarını gözetecek biçimde hazırlanmış durumda.

Rusya yine bu dönemde Mısır’a da, Türkiye’ye kuracağı nükleer santralin benzerini yapmayı planlıyor. Bu anlaşma 2015 yılında imzalandı, 2017 yılının Aralık ayında da santralin inşası için takvim oluşturuldu. Rusya’nın Mısır’la imzaladığı anlaşma ile Türkiye’yle imzaladığı anlaşmayı karşılaştırmak, bu çarpıcı “kapitülasyon” haklarını daha somut ortaya koyuyor.

Her iki santralin maliyetinin yaklaşık 30 milyar dolar olacağı öngörülüyor. Rusya Mısır’daki santral için finansmanın yüzde 85’ini Mısır’a kredi olarak verecek, kalan yüzde 15’i Mısır karşılayacak. Ve santral’in “mülkiyeti” Mısır’da olacak. Türkiye’de ise, santralin maliyetini Rusya karşılayacakmış gibi görünüyor; ancak Türkiye santrali “stratejik yatırım” olarak tanımladığı için, Rus şirket Türkiye’den yardım, imtiyaz, teşvik, vergi indirimlerinden vb. yararlandırılacak. Santralin “stratejik yatırım” statüsüne alınması üzerine Putin’in teşekkür etmesi zaten peşkeşin boyutunu gösteriyor.

Yani maliyetin önemli bir kısmı Türkiye’nin bütçesinden karşılanacak. Santralin mülkiyeti ise, 49 yıllığına Rusya’ya ait olacak. Rusya isterse santralin hisselerini satışa çıkartabiliyor; ancak en fazla yüzde 49’unu satabilecek, çoğunluk hisse (yüzde 51) hep Rusya’nın elinde kalacak.

Başlangıçta, santralin inşasını gerçekleştirecek olan Rosatom şirketinin, Türkiye’den Cengiz Holding, Kalyon İnşaat ve Kolin İnşaat’ın oluşturduğu bir konsorsiyuma, santralin yüzde 49 hissesini satacağı duyurulmuştu. Ancak Rusya’nın yaptığı mali araştırmada bu şirketlerin yetersizliklerinin ortaya çıkmasının ardından, Şubat 2018’de bu konsorsiyumun projeden çekildiği duyuruldu. Türkiye’de devletin olanaklarıyla tüm yolların açıldığı bu yandaş şirketler, Rusya’nın denetiminden geçemediler.

Bugün artık, yüzde 49 hisse için, sadece Türkiye’den değil, başka ülkelerden alıcı-ortak çıkması ihtimali de var.

Yani Mısır, kendisine ait olacak bir santral inşası için kredi çekerken, Türkiye kendisine ait olmayacak bir santralin inşası için ciddi miktarda finansman ayırmakla karşı karşıya kalacak.

İkinci fark, santralde üretilecek elektriğin satışı ile ilgili. Akkuyu santrali için Rusya’ya 15 yıl boyunca, kilovatsaat başına 12,35 sent alım garantisi veriliyor. Mısır’daki santral için belirlenen fiyat 5,3 sent. Elektriğin piyasa fiyatının dünya ortalaması ise 4-5 sent aralığında. Yani Akkuyu santralinden Türkiye’nin alacağı elektrik, dünya ortalamasından 3 kat daha pahalı, üstelik 15 yıl boyunca bunu almak zorunda.

Bu fiyat farkının doğrudan tüketiciden yani bizlerden karşılanacağı, elektrik faturalarımızın 3 kat daha yüksek olacağını da ayrıca belirtmek gerekiyor.

Nükleer santraller sözkonusu olduğunda, en önemli konulardan birinin de “atık yönetimi” olduğu bilinmektedir. Santrallerden çıkan radyoaktif atıklar nizami biçimde imha edilmediği koşulda, bulunduğu her yerde radyasyonla birlikte ölüm yaymaktadır. Ve Akkuyu santrali için yapılan anlaşmada, atık yönetimi ve bu konudaki sorumluluklar belirsiz bırakılmıştır.

Bunlara ek olarak, Rusya’nın bu santrale ilişkin teknolojiyi Türkiye ile paylaşmayacağı, nükleer teknolojisinin sadece Rusya’nın tasarrufu ve denetiminde kalacağı ortaya çıktı.

Görünen o ki, AKP hükümetinin Afrin karşılığında Rusya’ya verdiklerine, Akkuyu Nükleer Santral anlaşmasını da eklemek gerekiyor.

 

Doğaya, çevreye, insana zararlı

Yaşanan nükleer santral kazalarının, doğa ve insan üzerinde ne kadar büyük tahribatlar yarattığı biliniyor. 1986 yılında gerçekleşen Çernobil santrali kazasının üzerinden 32 yıl geçti, ama etkileri halen sürüyor. Önce havadan, ardından yağan yağmurlarla toprağa ve denize karışarak bitkileri, hayvanları ve insanları zehirledi durdu, hatta genleri değiştirdi 32 yıl boyunca. Bugün Karadeniz’de kanserden ölümlerin, sakat doğumların vb yoğunluğu azalmıyor, tersine artıyor.

Akkuyu’nun aktif deprem fayı üzerinde bulunduğu biliniyor. Yani burada inşa edilecek bir santral, sürekli deprem ve tsunami riskiyle karşı karşıya olacak. Ve mutlaka bir aşamada bu depremle yüzleşecek ve hasar görerek Çernobil ya da Fukuşima benzeri bir felakete neden olacak. Göz göre göre böyle bir felaketin üzerine doğru gidiliyor.

Elbette tek sakıncası deprem sonrasında yaşanacaklar değil. Santral daha kurulduğu anda, nükleer ışıma nedeniyle doğaya ve insana zarar verecek. Reaktörün soğutma amacıyla kullanacağı su da büyük önem taşıyor. Bu su denizden alınacak, soğutma sonrasında birkaç derece ısınmış olan su, yeniden denize dökülecek. Deniz suyu sıcaklığındaki bu değişiklik, hem deniz canlılarının hem de doğanın zarar görmesine neden olacak.

Atıkların ne olacağı da belli değil. Bölge insanları, bu atıkların Toroslarda bulunan derin mağaralara gömüleceği olasılığını ifade ediyor. Ve bu ihtimal, bölgenin tüm doğal dengesini asırlar boyunca değiştirecek bir nitelik taşıyor.

Tüm bunlar, başta bölge insanları, TMMOB, TTB gibi kurumlar olmak üzere, çok geniş kesimlerin tepkisini çekti. Akkuyu NS inşasının her gündeme gelişinde protesto eylemleri gerçekleştirildi. Davalar açıldı, ÇED vb. süreçler takip edildi. Projenin 8 yıl içinde sayısız kez gündeme gelmesine rağmen, inşaatın bir türlü başlayamamasında, bu tepki ve protestoların önemli bir rolü oldu.

 

Dünyada nükleer enerji

Enerji ihtiyacı, bugün ekonominin en önemli sorunlarından birisi. Üretim için de, hegemonya kurmak için de enerjiye sahip olmak gerekiyor; ve enerji kaynaklarını elinde tutan, dünya hegemonyasını da elinde tutabiliyor.

Petrol, doğalgaz, kömür, HES’ler (Hidro elektirik santralleri) ve nükleer santraller temel enerji kaynakları. Bunlara son yıllarda giderek güçlenen biçimde yenilenebilir enerji kaynakları da eklenmeye başlandı. Rüzgar ve güneş enerjilerinin üretimi ve kullanımı giderek arttı.

Nükleer enerji kullanımı, asıl olarak büyük emperyalist ülkelerin tekelinde olan bir kaynak. Kendilerine bağımlı olan ülkelere ise, “ödül” olarak nükleer santral kurabiliyorlar.

Dünyada ilk nükleer santraller 1950’li yıllarda inşa edildi. BM Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) verilerine göre, bugün dünyada toplam 30 ülkede 449 faal nükleer reaktör bulunuyor. 15 ülkede 56 reaktörün inşası da devam ediyor.

Nükleer santrallerin yarısından fazlası Kuzey Amerika ve Avrupa kıtasında bulunuyor. Diğer taraftan, Asya-Pasifik bölgesindeki reaktör sayısı giderek artıyor. Çin, Hindistan ve Rusya, giderek daha fazla reaktör inşa eden ülkeler. Nükleer santral kazalarının artması ve güvenlik riskleri nedeniyle Avrupa’daki reaktörlerin sayısında kısmi bir azalma sözkonusu oluyor. Kendilerindeki reaktörlerin yanısıra, bağımlı ülkelerde de kendilerine ait reaktörler kurma anlaşmaları yapıyorlar. Böylece kendi ülkelerindeki nükleer reaktör karşıtı tepkileri azaltmış, riskleri ve sorunları sömürgelerine taşımış oluyorlar.

Dünyadaki enerji ihtiyacının yaklaşık yüzde 11’i nükleer enerjiden sağlanıyor. Bu ortalama rakam. Avrupalı emperyalistlerde, enerjide nükleerin payı oldukça yüksek. Mesela Fransa, enerji tüketiminin yüzde 70’ten fazlasını nükleerden sağlıyor. İngiltere’nin nükleer kullanımı yüzde 19, Almanya’nın ise yüzde 15 düzeyinde.

Hindistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Pakistan, Bangladeş, Güney Kore gibi ülkeler ise, emperyalistlerin desteği ile nükleer santral sahibi olan ve bunu güçlendirmeye çalışan ülkeler.

Burada iki tarafın da çıkarlarının olduğu bir ilişki sözkonusu. Emperyalistler, nükleer santralin kendi topraklarına verdikleri zararı en aza indiriyor, kendi ülkelerindeki kitlelerin tepkisini ortadan kaldırıyor, sömürge ülkeleri nükleer çöplük olarak kullanıyorlar. Sömürge-bağımlı ülkeler ise, kurulan nükleer santralden, gelecekte nükleer silah üretme umudunu canlı tutuyorlar.

 

Nükleer santral

ihtiyaç değil

Egemen sınıflar, nükleer enerjinin son derece gerekli ve önemli olduğu konusunda bolca konuşup duruyorlar. Oysa, dünya genelinde rüzgar ve güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımında ve üretiminde giderek artış yaşanıyor.

Özellikle Türkiye gibi güneşi bol ülkelerde, güneş enerjisini kullanmak, buradan enerji üretmek çok daha akılcı bir yoldur.

Bu koşullarda, nükleer santrale duyulan ihtiyacın altında başka nedenler olduğu açıktır. Asıl amaç, nükleer enerji ile elektrik üretmek değil, nükleer silah üretmektir. Amaç enerji değil, silahlanma yarışında bir adım öne geçmektir.

* * *

Türkiye’de tüketilen toplam elektriğin yaklaşık yüzde 10’u “kayıp”tır. Enerji nakil hatlarındaki bakım ve onarım çalışmaları düzenli olarak yapıldığında, gerilim hatları standartlara uygun hale getirildiğinde, bu “kayıp” ortadan kalkacaktır.

Akkuyu NS’nin, üretime başladıktan sonra, Türkiye’nin elektrik ihtiyacının yüzde 7.7’sini karşılayacağı öngörülüyor. Yani sadece ve sadece enerji nakil hatlarının düzeltilmesi-iyileştirilmesi, nükleer santralin gerçekleştireceği üretimden daha fazlasını sağlayacak, ayrıca nükleer santralin yarattığı tüm mali, siyasi sorunları ve güvenlik risklerini gereksizleştirecektir.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …