ABD-Çin ekonomik hegemonya savaşı: Petro-Yuan dönemi başlıyor

arka-yazi

Çin ile ABD arasında yaşanan ekonomik hegemonya savaşı, 2018 yılının başlarından itibaren yeni ve daha etkili bir evreye girdi. 2000’lerden bu yana dünya hegemonyasında ekonomik üstünlüğü ele geçirmiş olan Çin, bu hegemonyasını pekiştirecek yeni adımlar attı.

ABD Başkanı Tramp,  Mart ayının ilk günlerinde, “çok aptalca olan ticaret anlaşmaları ve politikaları nedeniyle”, ABD’nin yıllık 800 milyar dolar bütçe açığı verdiğini ve buna bir son vereceğini söylemişti. Ardından, çelik ithalatına yüzde 25, alüminyum ithalatına ise yüzde 10 ek gümrük vergisi getireceğini açıkladı.

Bu açıklama, asıl olarak Çin’i hedef alıyordu. Alınan karar, Çin’den ithal edilen mallara 60 milyar dolarlık ek gümrük vergisi anlamına geliyordu. Çin ise buna karşılık, ABD’den ithal edilen mallara 3 milyar dolarlık gümrük vergisi koyacağını açıkladı.

Çin’in böyle bir karşı tepki göstermesi elbette doğaldır. Şaşırtıcı olan, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve İMF gibi uluslararası ekonominin temel örgütlerinin, ABD’nin kararını yanlış bulduğunu açıklaması oldu. Bu örgütler ki, ABD’nin dünya hegemonyasının araçları olarak on yıllar boyunca faaliyet sürdürmüşlerdi. Bugün ABD’ye karşı Çin hegemonyasının sözcülüğünü yapmış oldular.

Üstelik ABD ile Çin arasında yaşanan kriz, basit bir ticaret savaşı ya da gümrük duvarları sorunu değildir. Son aylarda Çin’in yaptığı hamleler, dünyada “Petro-dolar” hegemonyasını yıkmakta, “Petro-yuan” döneminin başladığını göstermektedir.

 

“Petro-dolar ekonomisi” nedir?

“Petro-dolar” sistemi, ABD’nin dünya üzerindeki ekonomik hegemonyasının temelidir. Doların gücü, ABD’nin gücü ile paralel biçimde değişmektedir. Bugün tehlike altında olan, dolarla birlikte ABD ekonomisidir.

Dolar ilk olarak 1785 yılında ABD Kongresi tarafından ABD’nin resmi para birimi olarak kabul edildi. Sonrasında 20’den fazla ülke, ABD ekonomisi ile bağlantılı halde, kendi ülke para birimini dolar olarak belirledi.

Doların dünya parası haline gelmesi Bretton Woods sistemi ile gerçekleşti. 1944 yılında, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın artık sonu görünmeye başlamışken, ABD’nin küçük bir kasabası olan Bretton Woods’da, Birleşmiş Milletler’in Para ve Finans Konferansı düzenlendi. Konferansa, Sosyalist SB önderliğindeki ülkeler hariç 44 ülke katıldı. Toplantıda 2. Emperyalist Savaş sonrasının ekonomik temelleri konuşuldu. Katılan ülkeler, ortak para olarak ABD dolarını kabul ettiler. Kendi para birimleri için de dolar esas alınarak bir kur saptanmasına razı oldular. Yine bu toplantıda İMF ve Dünya Bankası’nın kurulması kararlaştırıldı. Bu yeni düzenin adı, Bretton Woods sistemi olarak belirlendi.

Sistem, doları altın karşısında sabitlemiş (1 ons altın = 35 dolar), ülkelerin ticaretlerinin dolar üzerinden yapılmasını öngörmüştü. Bu sistemde, ABD Federal Rezervi, ellerinde dolar rezervi olan diğer ülkelerin, bunları herhangi bir zamanda ABD’nin altınıyla değiştirebileceğinin garantisini verdi. Böylece dünya dövizleri ABD dolarına, dolar ise altın karşılığına endekslendi. Popüler söylemle “Amerikan Yüzyılı”nın, daha doğru bir ifade ile “Amerikan İmparatorluğu”nun başlangıcı, bu nedenle Bretton Woods anlaşması olarak kabul edilir.

Savaş sonrası dünya, yeniden inşa için dolara muhtaç durumdadır. (SSCB önderliğindeki sosyalist kamp elbette ki bunun dışındadır.) Ve dolar ile birlikte, ABD hegemonyası da bütün ülke ekonomilerine kök salmaya başlamıştır.

Bretton Woods sistemi kurulduğunda, dünya ticaretinin yaklaşık yarısı pound-sterlin üzerinden yürütülmektedir. 2. Emperyalist Savaş öncesi dünya imparatoru olan İngiltere, Bretton Woods ile dünya ticaretinin para birimiyle birlikte, imparatorluk tahtını da ABD’ye devretmiştir.

1960’ların sonlarına gelindiğinde dolar-altın garantörlüğünde aksamalar başladı. ABD bütçe açıkları artıyor, ABD sanayisi zayıflıyordu. Keza Vietnam Savaşı tüm dünyada ABD politikalarının sorgulanmasını getirmişti. Bu koşullarda diğer ülkeler artık “doların altın kadar iyi ve garantili” olduğu dayatmasına karşı çıkmaya, rezervlerindeki dolara karşılık ABD’den daha fazla altın talep etmeye başladılar.

ABD üzerindeki baskı, dönemin ABD başkanı Nixon’un 1971 yılında Bretton Woods anlaşmasını yok saymasını, altın-dolar çevrilebilirliğini askıya almasını getirdi. Bu “Nixon şoku”nun ardından 1973 yılındaki petrol fiyatları şoku, dünya ekonomisinin çöküşünün ilanıydı. ABD’nin altın rezervleri ise zaten tükenmek üzereydi.

Oysa doların değerinin ve dolara olan talebin korunması ABD ekonomisi için hayati önem taşıyordu. Bu koşullarda 1973 yılında, ABD ile Suudi Arabistan arasında, petrol ticaretinin dolar ile yapılması konusunda bir anlaşma imzalandı. Böylece Suudi Arabistan, sadece ABD’ye değil, tüm ülkelere petrol satışını dolar üzerinden yapmaya başladı. Sonraki iki yıl içinde, OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) ülkelerinin tümü bu anlaşmayı imzalamış, dünya petrol ticaretinin para birimi dolar olarak sabitlenmiş oldu. Karşılığında ABD, petrol üreticisi bu ülkelerdeki gerici monarşilerin iktidarının sürmesini garanti ediyordu.

Burada Suudi Arabistan özellikle kritik bir rol oynuyordu. En büyük petrol ihracatçısı olan Suudi Arabistan petrol ticaretinde doları destekliyor ve petrol gelirlerini ABD bankalarına yatırarak ABD ekonomisini güçlendiriyor; karşılığında ABD’den güvenlik garantisi alıyordu.

“Petro-dolar sistemi” bu koşullarda şekillendi.

Bu sistem, tümüyle ABD’nin çıkarlarına göre düzenlenmiştir. Öncelikle, hangi ülke petrol almak isterse istesin, dolar kullanmak zorundadır; bu nedenle dünyada ABD doları ve ABD tahvillerine olan talep artmıştır. Talebin artması, ABD’nin istediği zaman para basması (bu elbette karşılıksız para basması anlamına geliyor) olanağını yarattı. (Dünya genelinde dolaşıma sokulan ve artık altına çevrilemeyen-karşılıksız dolarlar, 1971-2015 yılları arasında yüzde 2000 oranında arttı.)

Böylece ABD, ihtiyaç duyduğu anda karşılıksız para basarak istediği kadar petrol alma olanağı kazandı. Ve toplamda, ABD’nin dünya üzerinde ekonomik ve siyasi güç kurmasında, petro-dolar sistemi olağanüstü yardımcı bir araç olarak kullanıldı. OPEC üyesi Ortadoğu ülkeleri de bu sistemde gerici-baskıcı monarşilerini garanti altına almış oldular.

 

Dolara dokunan yanıyor

Petrolün dolarla satılmasının, dünya ekonomisi üzerinde dört önemli etkisi vardır.

Birincisi, belli bir ekonomik altyapısı ve üretimi olan ülkelerin neredeyse tamamı, sanayide gereken enerji için petrolden faydalanıyor. Bu nedenle, dolarla işi olsun ya da olmasın, petrole ulaşmak isteyen her ülkenin dolar rezervine sahip olması gerekiyor.

İkincisi, dolar rezervine sahip olmak için, petrol tüketicisi ülkelerin, dünya ticaretinde daha fazla mal ihraç etmesi ve borçlanması gerekiyor. Bu ticaret de ABD’nin belirlediği kriterlerle yapılıyor.

Üçüncüsü, ABD kendi bastığı karşılıksız dolarlarla ihtiyacı olduğu sürece, istediği kadar petrol alabilir hale geliyor.

Dördüncüsü, petrol tüketicisi ülkeler ekonomik, mali ve sanayi konusunda zayıf ve bağımlı yapıda oldukları için, ellerindeki dolar rezervlerini ABD ve AB bankalarında değerlendiriyorlar. Bu da ABD’nin bu ülkeler üzerindeki ekonomik-siyasi-askeri gücünü pekiştiriyor.

Böyle bakıldığında, dolar, ABD’nin dünyayı kontrol altında tutma araçlarından birisi, hatta en önemlisidir. Bunun için doların etkisini zayıflatmaya dönük her adım, ABD için savaş nedeni sayılıyor.

Özellikle petrol ve doğalgaz gibi, dünya ekonomisinin temel direkleri olan unsurların dolar dışında bir kurdan alınıp satılması, ABD için “dokunulmazlığı” olan bir konudur.

Bugüne kadar bunun sayısız örneğini gördük. Petrol ticaretini dolar dışında bir kurdan yapacağını açıklayan her petrol ülkesi, ABD’nin bir saldırısı ile karşı karşıya kaldı.

Irak işgali başlamadan hemen öncesinde, Kasım 2000’de Saddam Hüseyin, Fransa ve Almanya ile euro üzerinden petrol satış anlaşması imzalamıştı. 2003’teki işgalin hemen ardından Irak’ın euro hesapları dolara çevrildi ve Irak petrol anlaşmalarında yeniden dolara dönüldüğü duyuruldu.

Kaddafi petrolü euro ile satmak istediği ve Rusya ile Çin şirketlerine alan açtığı için Libya yerle bir edildi.

Dünyanın en büyük petrol ihracatçılarından Venezüella, 2000’lerin başında petrolü artık dolarla satmayacağını açıklayan ülkelerdendi. 2002’de başarısız bir ABD darbesi girişimiyle karşı karşıya kaldı; ABD’nin 15 yıldan fazla süren sistemli baskılarının ardından Chavez öldürüldü. Venezüella üzerindeki baskılar ise bitmedi.

İran ise bu konuda çok daha ileriye gitti. 2011 yılında euro ile satış yapacağı bir petrol borsası kurdu. 2012’de başka para birimlerini kullanarak satış yapacağını ilan etti. Son olarak geçtiğimiz Mart ayının başında, ithalatta dolar kullanımını tamamen yasakladı. Son on yılda ABD, İran’a karşı sayısız yaptırım kararı aldı, aldırdı; pek çok defa İran’ı doğrudan tehdit etti; Irak ve Suriye savaşlarındaki konumundan dolayı hedefe çaktı; son olarak nükleer anlaşmayı iptal edeceğini duyurdu. Ancak ABD, İran’ı geriletmeyi başaramadı.

Sonuçta bu ülkelerin her biri, dolar konusunda aldıkları kararların ardından ABD’nin doğrudan askeri müdahalesi ya da yaptırımları ile karşı karşıya kaldılar.

Tablonun bu kadar net olmasının sebebi, ABD’nin ekonomik gücünün tükenmekte olmasıdır. 1940’larda hegemonyasını ilan ettiğinde, ABD’nin dünya üzerinde bir ekonomik üstünlüğü sözkonusuydu. Sömürgelerini ekonomik olarak kendisine bağımlı kılıyor, askeri gücüyle de bu bağımlılığı garanti altına alıyordu.

Ancak geçen zaman içinde, ABD gerçek ekonomik gücünü kaybetti. Hegemonyasını, askeri gücü ve karşılıksız bastığı paralarla sürdürmeye devam etti. Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de savaşlarını karşılıksız bastığı dolarlarla finanse etmeyi başardı. Dünya üzerinde karşılıksız trilyonlarca dolar para dolanıyor. Ve bu “rahatlık”, petro-dolar sisteminden güç alıyor. Petro-dolar sistemi sürdüğü, dünya ekonomisi doları kullanmaya devam ettiği sürece kendini koruyabilir.

İşte bu nedenle, ABD doların hakimiyetine dönük her adımı büyük bir saldırganlıkla karşılıyor. Çin’in son dönem hamleleri, bu sisteme en büyük ve nihai saldırı anlamına geliyor.

 

Ekonomik üstünlük artık Çin’in

Çin’in dünyanın en büyük ekonomisi haline geldiği, 2015 yılında resmi olarak kayıtlara geçti. Buna göre, 2015 yılında ABD’nin GSYH’si (Gayri safi yurtiçi hasıla) 17,95 trilyon dolarken, Çin’in GSYH’si 19,42 trilyon dolara ulaştı. Ve bu rakamlar her geçen gün Çin’in lehine, ABD’nin aleyhine değişmeye devam ediyor.

2. Emperyalist Savaş’ın ardından ABD, dünya ekonomisinin yüzde 50’sini oluşturmaktaydı. 1980’de bu rakam yüzde 22’ye geriledi. Çin’in son 30 yılda krizlerden etkilenmeden sistemli biçimde çift haneli büyüme rakamlarını koruması, ABD’nin dünya ekonomisindeki payını yüzde 16’ya kadar düşürdü.

Bugün ABD ekonomisinin yüzde 20’si üretime dayanır. Yüzde 80’i ise banka sistemleri, faiz, para basma gibi parasal kaynaklardan gelir. ABD ihtiyaç duyduğu sürece para basabildiği için, kendisini ekonominin gerçek kriterlerinden azade sayar.

Ancak bu sistemin tıkandığı bir nokta oluyor. Bugün dünyada üretilen mal ve hizmetlerin toplamı 72 trilyon dolar değerindedir. Yani dünyanın gerçek serveti 72 trilyon dolardır. Dünya genelinde dolaşımda olan doların miktarı ile 600 trilyondur. Yani dünya genelinde dokuz kat dolar fazlası bulunuyor. Karşılıksız dolarla yapılan ticaret ise, yapanın zarara uğramasına neden oluyor.

ABD, dünya pazarlarındaki ekonomik üstünlüğünü giderek kaybetmektedir. Bunun bir nedeni doların karşılıksız ve giderek güvenilmez para haline gelmesidir. Diğeri ise, ABD’nin üretim gücünün zayıflamış olmasıdır.

‘90’lardan bu yana, dünya ekonomisinde ABD’nin en önemli ihraç kalemi silahlanmadır. Bir dönem bilişim sektöründe atak yapmaya çalıştıysa da, bu da uzun sürmemiş, bu konudaki üstünlüğünü kaptırmıştır. Ağır sanayi sözkonusu olduğunda ise, ABD üretim üstünlüğünü çoktandır kaptırmış durumdadır.

Diğer taraftan Çin uzun zamandır dünyanın bir numaralı ihracatçısıdır. Bu ihracatın “ucuz ve kalitesiz” mallar üzerinden yapıldığı iddiası, Çin ekonomisini karalamayı hedefleyen Amerikan kara propagandasıdır. Çünkü Çin’in ucuz ve kalitesiz üretimi de, yüksek teknoloji ürünü son derece kaliteli üretimi de sözkonusudur. Mesela ürettiği 4×4 cipler, ABD’nin prestij cipleri Hummer’lardan daha iyi özelliklere sahip ve daha ucuzdur. Cep telefonunda Huawei markası Apple ile yarışmaktadır.

Çin’in üstünlüğü, ele geçirdiği her çeşit ürünün teknolojisini hızla çözüp, daha ucuz olarak üretebilmesidir. Üstelik dünyanın her tarafından Çinli mühendisler, öğrendikleri her yeni bilgiyi, edindikleri her üstünlüğü, hızla kendi ülkelerine aktarmaktadırlar.

Diğer taraftan Çin, son yıllarda dünyanın en büyük ham petrol ithalatçısı konumuna ulaşmıştır. Hiç bir OPEC ülkesi, bu en büyük alıcısını kaybetmek istemez. Bu nedenle, en büyük alıcının, kendi alışveriş kurallarını koyması da son derece anlaşılır bir durumdur.

 

Petro-yuan dönemi başladı

2000’lerin başında, Çin’in yükselişin artık durdurulamaz olduğunun farkedilmesinden bu yana Çin’in, resmi para birimi yuanı düşük tutmaya çalıştığı bilinir. Çünkü düşük kur, Çin’e ihracat avantajı sağlamaktadır. Dünyanın en büyük ihracatçısı olmasında, “ucuzluk” öncelikli belirleyen olmuştur.

Ancak artık Çin’in bu politikasını değiştirmeye başladığı, dünya ekonomisinde yuanın hakettiği yere ulaşması için harekete geçtiği görülüyor.

İMF, Kasım 2015’te yuanın döviz kuru sepetine dahil edilmesine karar verdi. Böylece yuan, İMF’nin para sepetindeki 5. para birimi oldu. 1969’da yürürlüğe sokulan anlaşmaya göre, İMF’ye üye ülkeler, ödemeler dengesi ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için, dolar, euro, yen ve sterlinden oluşan sepet içindeki para birimlerinden biri ile borçlanabiliyor. Bu karar, yuanın uluslararası kabul görmesinde son derece önemli bir adım oldu.

İkincisi, Çin dünyanın en büyük petrol ithalatçısı olmasını, yuanı güçlendirmede bir araç olarak kullanıyor.

Mesela Rusya’nın Kırım’ı işgal ve ilhakı sonrasında ABD’nin Rusya’ya uyguladığı yaptırımlar, Çin için yeni bir fırsat alanı oluşturdu. 2014’te Rus Gazprom şirketi ile Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) arasında önümüzdeki on yıl için, yıllık 400 milyar metreküp doğalgaz satış anlaşması yapıldı. Rusya’nın tüm Avrupa’ya sattığı doğalgaz yıllık 150 milyar metreküp. Yani Çin tek başına, Avrupa’nın aldığı doğalgazın üç katından fazlasını kullanıyor.

Çin’in Rusya’dan aldığı petrol de devasa rakamlara tekabül etmektedir. Suudi Arabistan 2011 yılında Çin’e günlük 120 bin varil petrol satarken, 2015 yılında Rusya, günlük 550 bin varil petrol satmıştır. Yani Rusya Çin’e Suudi Arabistan’dan beş kat daha fazla petrol satar hale gelmiştir.

Ve Çin, 2015 yılı ortalarından itibaren Rusya’dan aldığı petrol ve doğalgazın bedelini dolar değil, yuan üzerinden ödemektedir. Bunu başka ülkelere de yaygınlaştırmak Çin’in asıl hedefidir.

2012 yılında Çin’in petrol ithalatının yüzde 53’ü Ortadoğu’dan gerçekleşmiştir. Bu da ağırlıklı olarak Suudi Arabistan ve İran’dan sağlanmaktadır. İran’a yönelik ambargo sırasında, İran’ın en fazla petrol ve doğalgaz ihraç ettiği ülke Çin olmuştur. Çin, İran’dan yaptığı petrol ithalatının karşılığını para olarak ödeyemediği için, onun nükleer aktivitelerini desteklemek, İran’da altyapı yatırımları yapmak gibi adımlar atmıştır. 1990’lardan buyana Çin, İran’da köprüler, yollar, barajlar inşa etmektedir.

Çin benzer bir ilişkiyi petrol zengini diğer Ortadoğu ülkeleri ile de kurmaktadır. Mesela Irak’ın petrol altyapısına ilişkin önemli yatırımları vardır ve günümüzde Irak’taki petrol üretiminin yaklaşık yüzde 50’sini gerçekleştirmektedir.

Suudi Arabistan’la ilişkileri ise biraz daha karmaşıktır. Suudi Arabistan’ın en büyük alıcısı konumundadır Çin. Mekke’de raylı sistem inşaatından Suudi Arabistan’ın en büyük alüminyum fabrikasına kadar çok çeşitli yatırımları vardır.

Suudi Arabistan bir süredir önemli bir çelişki ile karşı karşıya. Bir taraftan ABD ile kurduğu petro-dolar sistemini korumakla yükümlü. Ancak ABD doğalgazdan sonra petrolde de kendine yeterli bir ülke haline gelmiştir; bu nedenle Suudi Arabistan’ın en büyük alıcısı artık ABD değil, Çin’dir. Bu durumda ABD’nin kendisine garantörlük yapacağını dair güvenceleri zayıflamakta, üstelik en büyük alıcısı olan Çin’i Rusya ile İran’a kaptırma tehdidi altındadır.

Burada, Suudi yönetimi içinde, özellikle Kral Selman’ın başa gelmesinden bu yana, petro-dolar sisteminin sonsuza kadar devam edemeyeceğini, Çin ile ilişkileri güçlendirmek gerektiğini savunanlar artmıştır. Ve son bir yıldır, petrolü yuanla satma konusunda görüşmeler sürdürülmektedir.

Bu yönelim altında, Suudi Arabistan son dönemde petro-doların tahtını sarsacak iki önemli adım atma girişimini başlatmıştır.

Birincisi; petrol fiyatlarının düşmesinin Suudi ekonomisinde yarattığı krizi çözmek isteyen yönetim, dev petrol tekeli Aramco’nun çok küçük düzeyde hissesini halka açmaya karar verdi. Yüzde 5’lik hisse satışı bile Suudi ekonomisine önemli bir katkı sağlayacak durumda. Ancak bu hisselerin Çin’in eline geçmesi ihtimali, petrol ticaretinde çok köklü değişiklikler yaratacak, petro-dolar ayağının çökmesine neden olacaktır.

İkincisi; en büyük alıcısı olan Çin’i Rusya ve İran’a kaptırmak istemeyen Suudi Arabistan, yuan üzerinden petrol ticaretini başlatmaya sıcak bakmaya başladı.

Yukarıda, “dolara dokunan yanıyor” demiştik. Son aylarda Suudi prenslerine dönük operasyonlar, gözaltılar, servetlerine el koymalar, doğrudan Çin ile ilişkilerdeki bu yönelimle ilgilidir. Kraliyet ailesinin Çin’e yakın olan kesimi tasfiye edilmektedir.

Keza, Suudi Arabistan’daki son dönemde peşpeşe gelen “demokratikleşme” adımları bile bu konuyla bağlantılıdır. ABD, Suudi Arabistan’a desteğini artırmasını kendi halkına kabullendirmek için bir makyaj operasyonu yapmakta, Suudi Arabistan’ın değiştiği imajını yaratmaya çalışmaktadır.

Ancak Suudi Arabistan’da başlayan, Çin’le ilişkileri güçlendirme ve böylece ekonomisini düzeltme isteği, kısmen geri atılmış, ertelenmiş olsa bile, durdurulamayacak bir süreçtir.

Çin, geçtiğimiz Mart ayı sonunda dünya enerji piyasalarında kırılma yaratacak çok önemli bir adım daha attı. Uluslararası Şanghay Borsası’nda ilk defa Çin para birimi yuan üzerinden petrol anlaşmaları dönemini başlattı. 26 Mart’ta başlayan satışın ilk üç saatinde, 15.4 milyon varil petrol, eylülde teslim edilmek üzere el değiştirdi. Çin’in kurduğu bu borsada yalnızca yuan değil, altın da kullanılıyor.

Şimdilik yapılan işlemin düzeyi küçük görülebilir. Ancak Çin, bir başlangıç yaptı. Petro-doların sarsılmaz olmadığını gösterdi. Rusya, İran, Venezüella gibi güçlü ilişkilerinin olduğu ülkelerle ticaretinde zaten bir süredir yuan kullanıyor. Hem dünya ekonomisindeki yeri, hem petroldeki yüksek tüketim gücü, uluslararası para biriminde de belirleyici olmasını kaçınılmaz kılıyor.

* * *

Çin ekonomisinde son bir yıla damgasını vuran, çok önemli iki gelişme var.

Birincisi, Mayıs 2017’den itibaren Modern İpek Yolu (Kuşak ve Yol) inşasında son derece önemli adımlar atıldı. Asya, Avrupa, Afrika ve Ortadoğu’yu, kara, deniz ve demiryolları ile bir ağ gibi saran ve dev kıtanın ekonomisini Çin’e bağlayan bir proje bu.

Mayıs 2017’deki toplantıya 144 ülke katıldı ve bugün 67 ülke bu İpek Yolu ticaretinin kapsamı içinde. Bu sayının giderek artacağı da biliniyor. Dünya GSYİH’nin yaklaşık üçte birini oluşturan ülkeleri kapsayan bu projenin, yıllık olarak ek 2,5 trilyon dolar değerinde yeni bir ticaret oluşturması hedefleniyor.

Çin mallarını Avrupa’nın, Afrika’nın en uç noktalarına, en ücra köşelerine kadar ulaştırmayı hedefleyen, böylece Çin’in ekonomik hegemonyasını dünya üzerinde hakim kılmaya çalışan bu proje, her gün biraz daha ilerliyor, yayılıyor.

İkincisi, merkezi bir örgütlenmeye, uzun dönemli plan yapmaya yatkın devlet yapısı ve 3 trilyon dolarlık rezervleri, Çin’in son derece önemli, stratejik atılımlar yapmasını kolaylaştırıyor. Mesela yapay zeka, kuantum bilgisayarı, uzay araştırmaları, genetik mühendisliği gibi stratejik alanlarda, Çin devleti doğrudan araştırmaları finanse ediyor, destekliyor, bu alanlardaki çalışmaları güçlendiriyor.

Ki ABD’nin ne ekonomik ne de siyasi olarak benzer bir atılıma girebilecek mali kaynakları, altyapı olanakları, yönetici kadroları vb. yok.

Bu koşullarda, Çin’in dünya hegemonyası kaçınılmaz biçimde güçlenirken, yuanın da buna uygun biçimde güç kazanması, petro-dolar sistemini yıkması, dünya ticaretinde giderek daha etkin hale gelmesi sadece bir süreç işidir; üstelik bu uzun bir süreç de değildir.

ABD, ‘90’lı yıllarda Sovyet blokunun dağılmasından da güç alarak tüm dünyayı kendi açık pazarı ilan ederken, “küreselleşme”nin, “dünya ekonomisi”nin bayraktarlığını yaparken, bugün içe kapanmayı, gümrük duvarlarını yükseltmeyi, korunmacı önlemleri artırmayı savunuyor. Çin’e karşı başlattığı ticaret savaşı da bu korunma çabasının bir parçası.

Ama ekonomide her zaman Marksist “kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası” işler. Ekonomisi eskiyen, güç kaybeden ABD’nin, buna karşı yapabileceği hiçbir şey yoktur. Savaşın galibi, şimdiden Çin olmuştur.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …