TTE saldırısını da püskürten bir dönüm noktası: ’84 ÖLÜM ORUCU

Haziran ayı direniş ayıdır. Bunların içinde ’84 ÖO eylemi, devrimci tutsakların 12 Eylül faşizmine karşı yürüttüğü direnişin en önemli dönemeçlerinden biridir. Başta Tek Tip Elbise (TTE) olmak üzere faşist yaptırımları durdurması bakımından olduğu kadar, dışarıdaki mücadeleyi ivmelendirmesi yönüyle de bir “dönüm noktası”dır.

O günlere bugünün ışığı ile bakmaya ve doğru sonuçlar çıkarmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Çünkü hapishaneler 12 Eylül dönemine benzer bir saldırı sağanağı altında. Ülke yarı-açık hapishaneye dönmüşken, içeride zindan içinde zindan yaşanıyor. OHAL ile birlikte mahkum sayısı ikiye katlandı, hapishanelere sığmaz oldu. Bir ranzada iki, bazen üç kişinin yattığı, yeterli beslenmenin sağlanamadığı, hasta tutsakların ölüme terk edildiği, hapishaneden cenazelerin çıktığı bir dönemdeyiz yine…

Devrimci tutsaklar ise tecrit, hak gaspları, yaptırımlar, ağır cezalar ile kuşatma altında. Buna son olarak TTE saldırısı eklendi. Ancak bu saldırılara karşı tutsakların direnişi sürüyor. Kanla yazılan bir tarihe, ölümüne bir direniş geleneğine sahip olmanın onurunu, bir o kadar da sorumluluğunu taşıyorlar. TTE’yi “kefen” addedip “giymeyeceğiz” demeleri ve bu uğurda verilen şehitleri hatırlatmaları, AKP hükümetini korkuttu ve TTE’yi askıya almak zorunda kaldılar.

Elbette başta TTE olmak üzere tutsaklara dönük saldırılardan vazgeçmiş değiller. Bunlar hükümetler ötesinde devlet politikasıdır. Bunu durduracak tek güç de, içeride-dışarıda yükselecek mücadeledir. Hükümet veya rejim değişikliği değil!

Karanlığın en koyusunda 12 Eylül yıllarında bunu başaranlar, günümüze ışık tutuyor, moral ve güç veriyor. ’84 ÖO direnişinde şehit düşenleri andığımız bugünlerde, genel olarak 12 Eylül’den bu yana hapishaneleri ve tutsakların direnişini, özelde ise ’84 ÖO’yu ve TTE’ye karşı verilen mücadeleyi, o dönemi yaşamış ve bu eylemlerin içinde yeralmış Nevin Berktaş ile konuştuk. Günümüzde yaşananları daha iyi anlamak ve bunlara yanıt verebilmek bakımından bu röportajın yararlı olacağı inancındayız.

Başta M. Fatih Öktülmüş olmak üzere bu mücadele içinde can veren tüm şehitleri saygıyla anıyor, bu direniş geleneğini sürdüren devrimci tutsakları selamlıyoruz. Ve ’84 ÖO’dan bugünlere sloganlaşarak gelen Fatih’in son sözleriyle diyoruz ki, “BİZ KAZANACAĞIZ!”

 

* * *

PDD: Öncelikle 12 Eylül hapishaneleri hakkında kısa bir bilgi verebilir misiniz? O dönemle bu dönemi hapishaneler yönüyle de karşılaştırmak gerekirse neler söylenebilir? 12 Eylül’den bu yana hapishaneler tarihi nasıl gelişti?

Nevin Berktaş: Sorun çok kapsamlı. Öyle olunca sorular da çok kapsamlı geliyor doğal olarak. O günün hapishanelerini anlamak için 12 Eylül rejiminin genel olarak neyi amaçladığına da bakmak gerekiyor.

12 Eylül,  sınıf çelişkilerini keskinleştirmiş, zengin daha zengin yoksul daha yoksul olmuştu. Bugün yoksul ve zengin arasındaki uçurumun alabildiğine büyümesi de 12 Eylül rejimi ile açılan yol sayesinde gerçekleşmiştir. Servetini büyüten az sayıda sömürücü,  işçi ve emekçilerin kemiklerini kemire kemire zenginleştiler. Bu gerçek de kanıtlıyor ki, 12 Eylül, ’70’li yılların yükselen halk hareketini bastırıp, sistemin tıkanan damarlarını açarak artık sömürücülerin yüzünü güldürmek için tezgahlandı.

Bunun için vergi yasaları çıktı, zam üstüne zam bindirdiler. Çalışma saatlerini yükseltip, ücretleri düşürdüler ve her tür örgütlenme ve sosyal hakları gasp ettiler. Demokratik hak ve özgürlükler, burjuvazinin siyasi ve ekonomik programlarını uygulaması için zor kullanarak yok edildi. Yani biz kaç 24 Ocak, kaç  5 Nisan saldırısı gördük, neredeyse sayısını unuttuk! Bunun için 82 Anayasasını, Terörle Mücadele Yasaları ve de bol bol torba yasalarıyla sağlamlaştırdılar.  ’80 ve ’90’larda darağaçları, bin bir çeşit işkence yöntemleri, yargısız infazları, gözaltında kaybetmeleri, sokak ortasında kurşunlamaları, toplu katliamları ile ülkeyi boydan boya hapishaneye çevirdiler. 2000’lerden sonra da bu yöntemler çeşitlendi ve savaş koşullarının yarattığı yoksulluk, işsizlik, açlık, hastalık, dolandırıcılık, rüşvetçilik, bireycilik, çürümüşlük ve toplumsal bunalım alabildiğine büyüdü…

Öte yandan, sadece TSK değil illegal silahlı kuvvetlerini de donattıkça donattılar. 12 Eylül ürünü Susurluk çeteleri dizayn edilerek yeni çeteler yaratılmadı mı?! Bugün mafya babaları içeriden-dışarıdan sadece tehditler savurmaya cesaret etmiyor katliamlarda rol oynuyor, savaş ordularında, kontrgerilla örgütlenmelerinde, hatta parlamentoda görev alıyorlar. Devlet tüm kurumlarıyla savaş koşullarına göre sağlamlaştırılıyor.

Bilinen bu gerçekleri şunun için anlatıyorum: Bu düzenin yasaları, OHAL’leri, 12 Eylül tarafından korunmaya alınmış yasalardır ve bugüne öre öre gelmişlerdir. 12 Eylül rejimi, işçi ve emekçilerin kendi öz partisi ve sendikaları da dahil bütün örgütlenme ve hak arama araçlarını zor kullanarak ve öncülerini çeşitli şekillerde yok ederek ellerinden almasaydı,  işçi ve emekçilere ve onların en ileri unsurlarına saldırırken bu kadar pervasızlaşmaları mümkün olmazdı. Her ne kadar yenilgide ağır payları olsalar da devrimciler ve gidişata engel olmak isteyen ama buna güçleri yetmeyen komünistler,  işçi sınıfı ve emekçiler, her defasında başını doğrultmaya ve yeniden yeniden ayağa kalkmaya da çalıştı elbette. 12 Eylül yasalarını fiiliyatta uygulanamaz hale getiren  ‘89 bahar eylemleri gibi… ’90’lı yıllarda örgütlenme ve soluklanma kanalları yarattıkları gibi… 2013’de “bu daha başlangıç mücadeleye devam” diyen “Haziran Direnişi”nde olduğu gibi…

Fakat bunlar yeterli olamadı, olamaz da. Faşizmin nihai yıkılışı bir devrim sorunudur kuşkusuz, ancak onun geriletilmesi bile şiddetli ve köklü bir mücadeleyi gerektirmektedir. Dönemsel geri adımlar olsa da, faşizmi geriletmeyi tam olarak başaramadık.

Egemen sınıf ve ona karşı yürütülen mücadeleler tarihinin de gösterdiği gibi, hapishaneler,  egemenlerin saraylarını ve saltanatlarını sürdürmeleri için uyguladıkları baskı araçlarından sadece biri. Sömürücüler, sistemlerini baskı araçlarını kullanarak ayakta tutabiliyorlar. 12 Eylül hapishaneleri de vahşi 12 Eylül rejiminin ürünüydü ve en az onun kadar vahşi bir saldırı ile karşı karşıya bıraktı bizi. Burjuvazi, hapishanelerde kitleler halinde tutuklamalar yapmak, binlerce genç beyni ve bedeni çürütmek için hem Kürt hem de Türk illerinde en fazla parayı hapishanelere yatırmıştı.

12 Eylül hapishaneleri, her şeyden önce devrimci kişiliği ezerek yok etme üzerine kuruldu ve öncelikle düşüncelerimizden soyundurma amacıyla onurumuza yöneldiler. Bu nedenle önce aramızdaki dayanışmayı ve sosyalist insan tipini güçlendiren komünlerimize ve örgütlenmelerimize saldırdılar. Bunun içinde direnme gücümüzü yok etmeye dönük olarak liderlerimizden koparmak, onları yok etmeye yönelmek de vardı. Kitaplarımız da dahil her tür yayın yasağı başta geliyordu. Ardından aile ve yakınlarımızla bağımızı koparan görüş ve mektup kısıtlamaları ve peşinden de yasaklamaları gecikmedi.

Yalnızlaştırarak birey haline getirme amaçlı bu saldırıları askeri yaptırımlar izledi. “Er politikası” dediğimiz, aslında “askerin de altında bir statü” belirlediler bizim için. Ayakta sayım alma, tıpkı askerler gibi ‘hazır ol’da durarak kaçıncı kişi olduğunu bağırarak söyletme, askerlere ‘komutanım’ dedirtme, ön ilikletme, erkeklerin bıyık, sakal ve saçlarını kökten kazıma, yemek duası yaptırma, her tür devrimci marş ve halk türkülerini yasaklayarak istiklal marşını söyletme ve Atatürkçülük dersleri verme, koğuştan her çıkışta tek sıraya dizme ve askeri nizamda yürütme, koğuşlarda istenen vakitte uyanma ve yatma, çıplak arama, talan aramaları, ‘karıştır-barıştır’ dedikleri faşistlerle devrimcilerin aynı koğuşa konulması, tek tip elbise giydirme ve tabi idamlar da dahil her türden işkence ve şiddete sessiz kalınmasını isteme vs. vs. … Kısacası, tıpkı dışarıdaki gibi, yaprağı dahi kımıldamaz hale getirme politikasıydı uygulanan…

O günden bugüne kuşkusuz çok şey değişti. Hapishanelerin  yaklaşık 40 yıllık tarihi, hiçbir şekilde durağan geçmedi. Aksine saldırılar ve direnişler tarihidir bu tarih. Tam da bu nedenle çok ağır bedeller ödenmiştir. Çok büyük kazanımlar elde edilmiştir.

’80’lerin sonunda 1 Ağustos genelgesi, ’90’ların ortasında hücre tipi hapishanelerin açılmak istenmesi ve tıpkı ABD ve Batı hapishanelerinde olduğu gibi bu alanda da özelleştirmelerin başladığı ’90’ların sonu ve bunun ardından gelen Ankara Ulucanlar katliamı, 2000’lerde ise “üçlü protokol” ve hücre tipi hapishanelere geçiş politikası ve ardından 19 Aralık 2000 katliamı… Toplumsal bir dehşet ortamı yaratmak için gerçekleştirdikleri  Ankara Ulucanlar katliamı 19 Aralık katliamıyla üst boyuta sıçradı ve bu, dışarıdaki toplu katliamlarla devam etti.

19 Aralık stratejik bir saldırıydı. Nasıl ki 12 Eylül’de, ABD emperyalizmi ve onun işbirlikçisi tekelci burjuvazinin temsilcisi olarak “devlet partisi” rolünü TSK üstlendi ve engel olmak isteyen bütün kesimleri silip süpürmek için atağa geçip azgın bir saldırı başlattıysa, 2000’lerde de uluslararası ve yerli tekelci burjuvazi  ekonomik ve siyasi programlarını uygulayabilmek ve toplumsal bir boyun eğiş sağlayabilmek için şiddetli ve kapsamlı bir geçiş  yapmak istiyordu. Dolayısıyla AKP bu ortamın üzerine kuruldu ve bir savaş hükümeti olarak bugünleri ördü…

Bugün de TTE saldırısıyla hazırlık içindeler. Durum bu kadar ciddi yani…

Ama planlar plandır sonuçta. Hayat bulması mücadelenin düzeyine bağlıdır. Onların planlarını direnişler ve başkaldırılar bozar. Mücadele tarihimiz de bunu göstermiştir.

 

Tek Tip Elbise (TTE) saldırısı hangi aşamada geldi? Cunta şeflerinin bu saldırıdaki amaçları neydi? TTE’nin anlamı nedir?

Tek Tip Elbise(TTE) saldırısı, askeri faşist cuntanın devrimci tutsakları teslim almak için uyguladığı yaptırımların önemli bir ayağı idi. Amacı devrimci kişiliği yok edip, devrimcileri posası çıkmış insanlar haline getirme ve onursuz bir yaşama sürükleme… Böylece gelecek nesilleri, teslimiyet çukuruna batmış bir köksüzlüğe itip, kendi sömürü sistemine zarar verecek öncü kesimlerin çıkmasını önleyerek, sessiz köleler haline getirmeyi hesaplıyorlardı. Fakat  bir avuç komünist ve devrimci onların bu planına cepheden tavır alarak TTE’yi tarihe gömdü. Eğer bugün daha adı duyulur duyulmaz devrimci tutsaklardan “giymeyeceğiz” yanıtı geliyorsa, bu o gün TTE’yi yırtıp atanların sayesindedir. Direniş, sadece o günü kazandırmaz, gelecek için de böyle refleksler yaratır işte…fatih

Çünkü aslında TTE saldırısı – İstanbul hariç – tüm hapishanelerde diğer genel saldırıların içindeydi. Yukarıda saydığım diğer askeri yaptırımlarla birlikte uygulanıyordu. Komünist ve devrimci tutsaklar, fiili direnişlerle, süresiz açlık grevleri ile bu yaptırımlara karşı direnişe geçtiler. Ancak bu direnişler birçok yerde kırıldı ve giderek direniş biçimleri de yetersiz kaldı. Yani büyük oranda direnişsiz kabul görmüş ama direniş olan yerlerde de diğer yaptırımlarla birlikte zorla kabul ettirilmişti.

TTE saldırısını daha özel kılan İstanbul hapishaneleri oldu. Biz bu nedenle, bu saldırının İstanbul hapishaneleri için bir dönüm noktası olacağını ve ona karşı mücadeleyi ilkesel bir sorun gibi ele alıp ona göre örmek gerektiğini düşündük. Çünkü eğer TTE giyilirse, o moral bozukluğu ile, o güne dek uygulanamayan diğer saldırılar karşısında yenik düşülmesi kaçınılmaz olacaktı. Hesaplanan buydu. Dolayısıyla bazen son kalelerin savunulması mücadelenin bütününü belirleyecek kadar önemli olur. İkinci Dünya Savaşı’ndaki Moskova’nın rolü gibi…

 

TTE saldırısına karşı birçok hapishanede direnişlerin yaşandığını söylediniz. Buna rağmen nasıl uygulamaya geçilebildi?  Buradaki hata ve eksiklikler nelerdi?

Elbette diğer yaptırımlardaki gibi TTE de hemen kabul görmedi. Fakat yaratılan faşist terör ortamı, örgütsüzlük ve dağınıklık, devrimci tutsakları zayıf düşürdü. Esasında askeri faşist cuntaya karşı tavır konusunda örgütlerin siyasi, ideolojik ve örgütsel olarak gösterdikleri zafiyetin direkt olarak hapishanelere yansımasıydı.

Çünkü hapishanelerde yürütülen mücadele biçim ve taktikleri, hiç bir zaman siyasi-ideolojik ve örgütsel sorunlardan bağımsız olarak belirlenmez. İçerideki teslimiyet, 12 Eylül tasfiyeciliğinden bağımsız gelişmedi. Panik halinde kaçış, dağınıklık, yaygın çözülmeler; güvensizlik ve yalnızlık hissine yol açtı.

Hapishanelerde, dışarıda yoldaşlarının mücadeleyi sırtladığını bilmek önem kazanır. Gelen bir selamın bile yeri doldurulamaz moral etkisi vardır. Hapishanede direnmek ideolojik olarak da sağlam durmaya göre şekillenir. Polis Şubeleri’ndeki gibi işkence sayılı günlerle sürmez, çoğu kez yıllarını alır. Bizim ülkemizde olduğu gibi bazen ömrünü de alabilir.

Tasfiyeci ve düzen içi eğilimlerin gelişmesi, ideallerinden vazgeçirilmesi için tüm koşullar hazırlandığı için hapishanelerde sağlam bir bilinç ve yürekli bir duruş gerekir. Bunlardaki zayıflık bocalatır insanı.

 

Bildiğimiz kadarıyla TTE, İstanbul Hapishaneleri’ne sonradan geliyor? Bu gecikmenin nedeni nedir? İstanbul’da komünist ve devrimci tutsakların TTE öncesi hazırlıkları ne oldu? Sonrasında topyekun bir direniş neden gerçekleşemedi?

Askeri yaptırımların hiçbiri İstanbul’da uygulanamadı. Komünist ve devrimciler tarafından (zaman zaman çeşitli düzeylerde zayıflıklar gösterilmiş olsa da) cepheden ve toplu bir karşı koyuş örgütlendiği için, bu faşist askeri yaptırımların tamamı geri püskürtüldü. TTE saldırısı İstanbul’a bu nedenle geç geldi. Devlet yorgunluk belirtilerinin baş gösterdiği en zayıf anında saldırmayı düşündü. Ve oldukça düşünülmüş, adım adım taktikler belirleyerek savaşıyordu bizimle. Örneğin tüm İstanbul hapishanelerindeki seçilmiş lider kadroyu özel tip bir hapishaneye taşıyarak ilk onlara giydirmeyi ve ilk onları teslim almayı planladıkları gibi.

1983’ün Eylül ayı başlarında TTE’ye karşı tavrın ne olacağı konusunda siyasi hareketler arasında görüşmeler, yazışmalar başladı. Devrimci örgütlerin hepsi giymemekte hemfikirdiler. Ancak taktik biçimlerle anlaşamıyorlardı. Genel bir direniş havası olduğu için, genele uyan ama aslında dökülmeye en yatkın bazı hareketler ise tartışmalara katılmıyorlar, fakat açıktan da giyeceklerini söylemeye cesaret edemiyorlardı. Bunlar beklemedeydiler…

Sağmalcılar Özel Tip hapishanesi böyle bir dönemde açıldı. İçlerinde Mehmet Fatih Öktülmüş yoldaş gibi direniş virtüözünün bulunduğu bir grup lider kadro sürgün edildiler. Fatih’in bulunduğu hapishanede koğuşlardan direnerek çıkma önerisi diğer siyasetler tarafından kabul görmedi.

Aynı gün Metris, Alemdar, Kabakoz gibi askeri hapishanelerden de belli kişileri, Sağmalcılar Özel Tip’e sevk ettiler. Böylece az sayıda önder kesimlere giydirirlerse, geride kalan devrimci kitleye de rahatlıkla giydiririz düşüncesiyle TTE’yi ilk bunlar üzerinde denemeye kalkıştılar. Ama içlerinde Fatih’in de bulunduğu grup daha ring arabasından iner inmez slogan atıyor. Bu arkadaşlara iki sıra halinde dizilen komandoların dayak faslından sonra çırılçıplak soyarak TTE’yi giydirmeye çalışıyorlar.

Her zaman olduğu gibi ilk karşı koyuş çok önemlidir. TTE giymeyeceklerini anlayınca, idare, akşama doğru alt-üst eşofmanlarını ve terliklerini veriyor tutsaklara. Diğer giysileri vermeyip hücre tipi hapishanede genel direnişi kırmayı hesap etmeye başlıyor idare.

Genel saldırı 23 Ekim 1983’te başladı. Hemen bütün koğuşlarda barikatlar kuruldu. Ancak demir testere ve kaynaklarla kesip sökebildiler barikatları. Saldırılar korkunçtu. Koğuşlardan havalandırma ve koridorlara zorla çıkarılan tutsakları askerler öldüresiye dövüyorlardı. TTE’yi zorla  giydirip önceden talan ettikleri koğuşlara atıyorlardı. Direnişe önderlik ettiklerini düşündükleri arkadaşlarımızı da farelerin cirit attığı rutubetli hücrelere sürükleyerek getirmişlerdi.

Tahmin ettiğimiz gibi TTE saldırısıyla elimizdeki haklar da gasp edildi. Sözde TTE giyilirse diğer haklar geri verilecekti. Ama tam aksi olacaktı. Görünen köy kılavuz istemiyordu.

Komünler dağıtıldı, kağıt-kalem-kitap-dergi-gazete  yasaklandı. Avukat, mahkeme, ziyaret ve havalandırma yasakları geldi. Saç, sakal ve bıyıklar operasyonla sıfır numaraya vuruldu. O gün ekmek, yemek, su verilmedi.

Kapılar vuruluyor, sloganlar atılıyordu. Aileler endişeyle bekliyor, yer yer kapıda yetkilileri zorlayarak sahipsiz olmadığımızı hatırlatıyor, baskı oluşturuyorlardı.

Önce TT elbiseler parçalandı, sonra mahkemelere hiçbir şey giymeden sadece iç çamaşırla çıkılmak zorunda kalındı. Fakat süreç uzadıkça direnişte gedikler açılıyor, bağımsızlaşan ve direnişi terk edenler çoğalıyordu.

 

Son noktada TİKB ve DS’li tutsaklar Nisan 1984’te Ölüm Orucu’na (ÖO) başlıyor. ÖO dışında bir seçenek var mıydı? ÖO, asıl olarak TTE için mi yapıldı, farklı talepleri nelerdi?

Başta reformist-revizyonist kesimler olmak üzere bir kısım tutsaklar, TTE giymeye razı oldular. Bu geri adımla birlikte tüm yaptırımların sökün edeceği aşikardı. Böylesi topyekun bir saldırıyı, ancak ölümüne bir direniş durdurabilirdi. Bu aşamaya kadar direnişin sürmesi için çok uğraş verildi. Fakat bocalama halinde olanlar da giyenleri görünce olumsuz yönde etkilendiler. Daha kötüsü kafalarda giyme fikri olağanlaşmaya başladı.  Bunun arkası gelecekti.

Tam bu aşamada öncü bir çıkış gerekiyordu. Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği(TİKB) ve Devrimci Sol(DS) davasından yargılanan tutsaklar, “Ölüm Orucu”na(ÖO) başlamak gerektiği konusunda hemfikir oldular. Çoğunluğun oluşturduğu SAG(Süresiz Açlık Grevi) önerisi doğrultusundaki çağrılar yanıtsız kalınca, iki örgüt 1984 yılının Nisan ayında süresiz açlık grevini başlattı. Ardından ÖO’ya başlanacaktı. Ama genel bir direniş örgütlenebilseydi ÖO’ya gerek kalmayabilirdi. Elbette ki Ölüm Orucu tek seçenek değildi. Buna rağmen eyleme katılan başka bir örgüt olmadı. Hepten yalnız kaldılar. Ben bu durumun bizzat tanığı oldum.

TTE kadınlara uygulanmayacaktı. Bir-iki ölçü alacağız diye koğuşlara girmeye kalkıştılar, ama bu göz korkutma ve psikolojik olarak teslim alma girişiminden başka bir şey değildi. Fakat ne fark ederdi ki? Hem erkek yoldaşlarımız, arkadaşlarımız bu saldırıya maruz kalıyordu, hem de biz zaten diğer tüm saldırı biçimleri ile karşı karşıya idik ve işkencesiz tek günümüz yoktu. Yine de TTE giydirmeye kalkarlarsa kendimizi çıplak bırakmadan nasıl yırtarız diye prova yaptığımız oluyordu. Ben 1983 yılının Şubat ayında yakalanmış Mart ayında da Metris Hapishanesi’ne getirilmiştim. Tam da hakların adım adım gasp edildiği günlerdi. 27 günlük açlık grevi başladığında, bu benim şubede yaptığım açlık grevi dışındaki ilk grevim olmuştu. Bu grev hiçbir hak koparılmadan ve adeta teslimiyet havasında bittiği için saldırıların ardı arkası kesilmedi. Ve tarihinin ilk talan aramasını Ağustos ayında yaşadı Metris.

Bütün kitaplarımız ve giysiler dahil tüm eşyalarımız parça parça edilmişti. Hiç eşyamız kalmadığı için yerde yemek yemeye başlamıştık ve yemek istihkakımız kesilmişti, yağlı sulara talim ediyorduk. Soyarak arama da bu talan sonrasında başladı.  ’83 yılı dayak, hücre hapsi ve yıldırma seanslarıyla geçti. ’84 yılı da farksızdı, aksine işkencenin dozu artıyordu. Aramalardan dolayı aile ve avukat görüşlerine de çıkamıyorduk. Tek tek seçilmiş kişiler hücrelere atılıyordu. Ardından seçilmişler olarak tecrit koğuşuna sürüklenerek alındık.

Ama hiçbir faşist uygulama direnişsiz karşılanmıyordu. Hapishane koridorları slogan sesleriyle çınlıyordu. 13 Nisan 1984 günü de açlık grevine başladık. Şölene gider gibiydik. Açlık grevine katılanlar olarak bizi tek koğuşta topladılar.

Adeta sorgu evine dönmüştü Metris. Şube polislerine bir oda ayrılmıştı. Hainleşen unsurlarla polis ortak çalışıyordu burada. Bazı arkadaşlarımızı bu odaya çekip ihbarcılık teklif ediliyorlardı. Şekerli su dahi verilmiyordu. 20’li günlerden sonra revire götürüp zorla serum takmaya kalkıştılar. Koğuşlardan kendi isteğimizle çıkmamaya başladık. Grevde olmamıza rağmen zorla götürmeye kalkıştılar. Hoparlörden faşist marşların sesi ve grevi bırakmamızı telkin eden konuşmalar kesilmiyordu. Her cepheden kuşatma altındaydık.

45. günde eylemimizi ölüm orucuna çevirdiğimizi açıkladık. İçlerinde TİKB MK üyesi Mehmet Fatih Öktülmüş’ün de bulunduğu, gönüllülerden oluşan ölüm orucu ekipleri, eylemlerini kararlıca sürdürdüler. Az sayıda dökülenler de oldu, ama bunlar eylemin kararlılığına ve haklılığına leke süremeyecek kadar etkisizdiler. Kuşkusuz, işkenceciler eylemi kırmak için onları da kullanmak dahil her yöntemi deniyordu.

İstanbul Ölüm Orucu ilk değildi. Önceden İRA militanları, sonra Diyarbakır Askeri Hapishanesi’nde yurtseverler yapmış ve somut bir kazanım elde edememişlerdi. Diyarbakır’da Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz, Ali Çiçek arkadaşlarımızı kaybetmiştik. Ama bu iki eylem de çok büyük siyasi etkiler yaratmıştı.

Eylemimiz devam ederken 62. gün Aysel Zehir yoldaşımız bilincini kaybetti. Zorla serum takmaya kalkışmışlar her defasında hortumu çekip atmıştı Aysel. Ama artık şuursuz, kendinde olmadan serum takılı olarak yatıyordu. İstanbul’da 65. günden itibaren ölümler başladı. DS militanlarından Abdullah Meral’i kaybettik önce. Ardından Haydar Başbağ ve Mehmet Fatih Öktülmüş’ü. Hasan Telci’yi kaybettiğimizde 74. gündü…

TTE şahsında tüm askeri saldırıları durdurmak ve son kale olan İstanbul’u direniş kalesi haline getirerek askeri faşist cuntanın kendini şirin gösteren ve sözde demokrasiye geçtiği yalanını yayan kanlı yüzünü tüm dünya halklarına gösterebilmiştik. Bazı taleplerimiz siyasi içerikliydi. İdamların kaldırılmasını istemek gibi. Ama aşağıda aktaracağım gibi bu talep dördüncü sıradaydı ve görülecektir ki genel olarak son derece insani ve aslında olması gereken temel hak ve özgürlüklerimiz ile ilgili taleplerdi. Somut olarak da birinci talebimiz olan işkencenin durması sözü alındı ve TTE’yi asla giymeyeceğimiz söylendi.

Fakat eylemin etki gücü göründüğünün çok ötesindeydi. Ve TTE’ye fiiliyatta da direnildiği için kısa süre sonra TTE’yi kaldırmak zorunda kaldılar. Ardından yine fiili direnişin gücüyle diğer yaptırımlar kalktı ve kazanımların ardı arkası kesilmedi. Sonra da tüm illerde direniş kitleselleşti ve TTE tarihe gömüldü.

Taleplerin tamamı şöyle:

1-Cezaevlerindeki işkence ve her türlü baskıya “Askerileştirme Politikası”na, en doğal haklarımızın gaspına doğru uzanan hak kısıtlamalarına son verilmelidir. Bu kapsamda cezaevlerindeki saldırı operasyonlarına son verilmeli, hiçbir gerekçe ile dayak atılmamalıdır. Uygulanagelen hücre ve tecrit cezasına, cezaevi girişinde atılan kapı-altı dayaklarına son verilmelidir. Soyma biçimindeki onur kırıcı üst aramalarına, saç kesmeye, aramalarda her şeyin tarumar edilmesine son verilmelidir. Arkadan kelepçe vurulması kaldırılmalıdır. İşkence ve baskı yapan erler görevlerinden alınmalıdır.

Bu kapsamda insanın normal yaşantısını sürdürmesini yok edici, insanca yaşama ve savunma hakkımızın gaspına varan hak kısıtlamalarına son verilmeli, hiçbir koşulda bu hakkımız çiğnenmemelidir. Havalandırma, ziyaret, avukat, gazete, kitap, dergi, beslenme ve sağlık haklarımız verilmeli, mahkemeye götürülen dilekçe ve savunmalara, savunma için gerekli dokümanlara ve avukatların getirdiği belgelere cezaevi görevlilerince el konulmamalıdır.

2-Tek Tip Elbise (TTE) uygulaması kaldırılmalı, sivil elbiselerimiz geri verilmelidir. Hiçbir koşulda TTE’yi kabul ettirmek için dayak ve yaşam koşullarını yok edici hak gaspları uygulanmamalıdır.

3-Askeri cezaevlerindeki tutukluları “er” sayan yasa ve önergeler kaldırılmalı ve siyasi tutuklu olduğumuz kabul edilmeli.

4-İşkencelere ve cezaevlerinden şubeye alınmalara son verilmeli, buna olanak sağlayan 1439 sayılı yasa değiştirilmeli ve idamlar önlenmelidir.

5-Cezaevi idaresi seçtiğimiz temsilcileri tanımalıdır.

6-Piyasada serbestçe satılan her tür yayın cezaevine alınmalıdır.

7-Hücre statüsü kaldırılmalı ve hücre kapıları açık tutulmalıdır.

8-Radyo ve televizyon serbest bırakılmalıdır.

9-Çok kısıtlı olan havalandırma süresi uzatılmalıdır.

10-Aynı davadan yargılanan tutuklular isterlerse bir araya gelebilmelidir.

11-Tahliye olan arkadaşlarımızın tekrar “Siyasi Şube”ye götürülerek sorguya çekilmesine son verilmelidir. Tahliyeler, şubeye götürülmeden anında yapılmalıdır.

12-Yemeklerdeki bilinçli kısıtlamalara son verilmelidir.

13-Ziyaret ve avukat görüşmelerinin süresi uzatılmalıdır. Ziyarette yakın akraba kısıtlaması kaldırılmalı, bayram günleri açık görüş imkanı tanınmalıdır. Ziyaretçilerin getirdiği ilaç ve yiyecekler içeri alınmalıdır.

14-Avukatlarımızla yaptığımız görüşmeler dinlenmemelidir.

15-Düzenli muayene ve tedavi koşulları sağlanmalıdır.

16-Mektuplarımıza konulan kısıtlamalar kaldırılmalı ve mektuplarımız düzenli olarak verilmelidir.

 

ÖO sonrası nasıl bir süreç yaşandı? TTE dahil faşist yaptırımların kaldırılması nasıl gerçekleşti?

Öncelikle TİKB ve DS tutsaklarına ağır bir tecrit uygulandı. Nispet yaparcasına direnişe katılmayanlara tüm haklar sunulurken direnişçilere özel yasaklar getirildi. Ama kararlılık karşısında bu intikamcı yaklaşımı sürdürmeleri mümkün olmadı. Vazgeçmek zorunda kaldılar.

Yukarıda da belirttiğim gibi ÖO’nun etkisi, öncelikle İstanbul’da, ama tüm hapishanelerde faşist yaptırımların önünü alarak ülke çapında görüldü. Dışarıdaki mücadeleyi de etkileyen bir rol oynadı. O yüzden kaybettiğimiz arkadaşlarımıza “karanlığı yaran gün ışıkları” dedik. Eylem gerçek anlamda karanlığı yarıp çıkmıştı. Tıpkı Fatih Öktülmüş yoldaşın ölmeden önce söylediği gibi “ölebiliriz ama biz kazanacağız”…

Günlerin getirdiği baskı ve zulmü “bu böyle gitmez” diyerek kazanmıştık…

 

Bugün TTE saldırısının anlamı nedir? Buna karşı içerde-dışarıda ne yapılmalıdır? 12 Eylül derslerinden bugüne neler çıkarılabilir?

Hücre tipi hapishane saldırısı ile TTE saldırısı arasında bir bağ var. TTE, faşist saldırıların rövanşı oluyor adeta. Bugüne kadar henüz başlatmamış olmalarının en önemli nedeni, 12 Eylül saldırısının İstanbul ayağında çok büyük bir direnişle karşılaşmış olmaları ve bu direnişin etki gücünün salt hapishanelerle sınırlı kalmayıp bir dönemi sarsmasıdır.

“Hücre tipi hapishaneler”, aslında 12 Eylül rejiminin kanlı planıdır. İdam ve müebbet hapis cezasına çarptırılan komünist ve devrimci tutsaklar, yıllarca her sabah idam edileceğini bekleyerek tutuldular bu hücrelerde. 1983 yılında da bir ve üç kişilik hücrelerden oluşan İstanbul Sağmalcılar Özel Tip’i gizlice inşa etmişlerdi. Devrimci ve komünist önderleri tecrit ederek “ıslah etmek” amacıyla buraya koymuşlardı. Ama açılmasının üzerinden daha bir yıl geçmeden 1984 ölüm orucu patlak vermiş ve bir direniş kalesi haline gelmişti Sağmalcılar.

Birçok şehre inşa edilen bu “özel tip”lerin en ünlüsü, Eskişehir Özel Tip’ti. ’80’lerin sonunda açılan bu hücre tipine, dört bir yandan sürgün edildi siyasi tutsaklar. Aylarca süren açlık grevleri ve iki PKK tutsağının ölümsüzleşmesiyle yine iyileştirmeler yapmak zorunda kaldılar. 1995 yılında Ümraniye Özel Tip açıldığında yine sürgünler yaşandı, yine şehitlerimizin kanı aktı … Tam altı yıl kapalı kalan Eskişehir’i 1996’da yeniden açarak on iki devrimciyi aramızdan aldılar. Onlarcamız da sakat kaldı. 1999 yılında Adalet Bakanlığı’nın özelleştirme kapsamına aldığı hapishanelerde yine kan akacağı belliydi. Ankara Ulucanlar katliamı hem içeriye hem de dışarıya bir gözdağı niteliğindeydi. Ve hemen ardından hücre sistemine kökten geçiş ve bu güne dek yaşanan en büyük katliam olan 19 Aralık geldi. Ölüm Orucu ile birlikte yüzlerce arkadaşımızı kaybettik.

Demek istediğim bu tarih de gösteriyor ki, hapishanelerde burjuvazinin saldırı yöntemlerinin amacı belli: Tek tip düşünce.

Tek Tip Elbise de bunun bir aracı. Her açıdan tek tip olmamız isteniyor. Faşist ve gerici ideoloji ile beyni dumura uğramış uyuşuk ve biat etmiş kişiler olalım diye uğraşıyorlar… Biz de içeride “Asker Değil Siyasi Tutukluyuz” ve “Tek Tip Giymedik, Giymeyeceğiz” sloganları etrafında direniş örmek ve bu direnişi güçlü kılmak için dayanışma ve beraberlik içinde kalmak zorundayız. Dışarıda da özgürlükler mücadelesi içinde tutsakların sesi olmak ve tek tipleşmemek için tüm gücümüzle örgütlenmeliyiz.

İki şey önemli: Hapishanelerde yapılanların duyurulmasının, en geniş kitleye ulaşmasının yol ve araçlarını bulmak ve her tür teslimiyet vaazlarını reddetmek…

 

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Kararlılığını ve militanlığını, ideallerini ve inançlarını korumak için bedenlerini siper ederek nice saldırıları püskürtmüş olan devrimci tutsakları teslim almak, hiç kolay olmaz. Bugün de direniş gösterilecektir. Fakat bunun zorlukları üzerine kafa yorulmalı ve bunlar hızla giderilmelidir.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …