Seçimlere çok kısa bir süre kalmışken ortaya çıkan ekonomik çalkantı, kafaları karıştırdı. AKP hükümeti hemen olayı “faiz lobisi”ne, “döviz lobisi”ne, “dış güçler”e, “maniplasyonlar”a ve daha bilumum başka bahaneye bağlamaya çalıştı.
Gerçekte ise, doların-dövizin fırlamasının üç temel nedeni vardır: Ülkemizdeki siyasi ortam, ciddi bir ekonomik kriz, dünya konjonktürü. Mayıs ayı sonlarına damgasını vuran dolar-döviz tırmanışına, bu üç başlık altında bakmak gerekiyor.
OHAL ve siyasal güvensizlikler
Türkiye 20 Temmuz 2016’dan bu yana OHAL ile yönetiliyor. 15 Temmuz darbe girişimine “Allah’ın bir lütfu” diyen Erdoğan, bunu fırsat bilerek OHAL ilan etti. Ve ardından tüm muhalefet üzerinde azgın bir terör estirmeye başladı. Keza işçi-emekçi hareketini de OHAL cenderesi altında boğmaya çalıştı.
Lenin “Proleter Devrim ve Dönek Kautsky” adlı eserinde; “saf demokrasi yoktur” der. “Burjuva demokrasisi, burjuvazi için demokrasi, proletarya için diktatörlüktür!”
Yani burjuvazinin egemenliğinin olduğu her tür devlet biçimi, proletarya üzerinde diktatörlük olarak kendini gösterecektir. Ancak, birincisi göstermelik olarak bazı haklara sahip çıkıyormuş izlenimi vermek zorundadır; ikincisi, kitlelerin mücadeleyle kazanmış olduğu hakları kendi lütfuymuş, sistemin zaten vazgeçilmez unsuru gibi gösterir. “Hukukun üstünlüğü”, “mal ve can güvenliği”, “düşünce özgürlüğü”, “basın özgürlüğü” gibi kavramlar böyledir. Gerçekte hukuk da, güvenlik de sermayenin çıkarlarına bağlıdır.
OHAL dönemi, bu kavramların üzerindeki sahte perdeyi de kaldırdı; bütün bu makyajı yerle bir eden bir süreç inşa etti.
En başta “hukukun üstünlüğü” safsatasının en temel zorunlulukları bile çöktü. “Tarafsız” olduğu iddia edilen hakim ve savcılar, Erdoğan’ın karşısında düğmesiz cüppelerinin önünü iliklemeye çalıştı; Erdoğan’la birlikte çay toplamaya gitti. “Tarafsız yargı kararı” diye bir şey kalmadı: Yargı kararları, her türden yasayı, içtihadı yerle bir edecek biçimde keyfileşti.
OHAL, burjuva sistemin “dokunulmaz”ı olan mal güvenliğini bile ortadan kaldırdı. FETÖ’cü olduğu ileri sürülen holdinglere el konuldu, sermayeleri gaspedildi ve yandaşlara aktarıldı. OHAL, burjuvazinin bir kesiminin mülksüzleştirilmesi için kullanıldı. Keza muhalif yayın yaptığı için kapatılan televizyon ve basın organlarının, muhalif derneklerin de mal varlıkları devlet tarafından gaspedildi.
Düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü gibi “demokrasi”nin temel kriterleri yok sayıldı. Gazetelerde yazılan yazıları bırakalım, atılan twitler, kitle gösterilerine katılmak, savaşı eleştirmek gibi son derece olağan durumlar, tutuklanmak için yeterli oldu. Burjuva-liberal içerikteki gazetecilik bile “ateşten gömlek” haline getirildi.
Sadece muhalif gazeteciler değil, milletvekilleri, belediye başkanları da yoğun saldırı bombardımanına tutuldu. Onlarca milletvekili, çok sayıda belediye başkanının yanısıra HDP’nin eşbaşkanları tutuklandı. CHP’nin genel başkanı Kılıçdaroğlu’nun tutuklanması ise, “adalet yürüyüşü” ile durdurulabildi.
Burjuva kesimlerden de zaman zaman OHAL konusunda itirazlar geldi. Ancak bu cılız itirazlar, sömürü düzeninin barikatlarına çarptı. Erdoğan, “OHAL sayesinde işçi grevlerini erteleyebiliyoruz, siz de bu durumdan yararlanıyorsunuz” sözleriyle, OHAL’in asıl sebebini ortaya koydu.
OHAL sürecinde milyoner sayısı 93 binden 125 bine çıktı! Yani 29 bin yeni milyoner oluşturdu. Ki bu sadece bankalarda milyon TL ve üstü hesabı olanların sayısıydı. Evlerdeki ayakkabı kutuları ya da İsviçre’deki banka hesapları bu rakama dahil değildi.
Gelir dağılımındaki uçurumun derinleşmesi, temel hak ve özgürlüklerin hiçleştirilmesi, ülkenin ekonomik ve siyasi rotasının “belirsiz”leşmesiyle birleşti. Türkiye’nin Suriye savaşında nerede durduğu; ABD ile ilişkilerinin ne olacağı, Rusya ile dost mu düşman mı olduğu, Afrin’de kalarak Suriye ile çatışıp çatışmayacağı, AB’ye girmeyi isteyip istemediği gibi son derece önemli konularda sürekli yalpalamalar gündeme geldi.
Bu “belirsizlik” ve “güvensizlik” ortamı, Türkiye’de yatırım yapmak isteyen emperyalist sermaye için önemli bir soruna dönüştü. Üretim amaçlı yatırımlar neredeyse durdu, sıcak para hareketleri bile sınırlı ve kısa vadeli hale geldi. Emperyalist sermayeye bağımlı Türkiye ekonomisi, bu tedirginlikler nedeniyle önemli bir kayba uğradı.
Sadece yabancı sermaye değil, ülke içindeki işbirlikçi sermaye bile “belirsizlik” ve “güvensizlik” ortamından doğrudan etkilendi. Ülke ekonomisinin belkemiğini oluşturan orta sınıf, yurtdışına kaçmaya ya da parasını kaçırmaya çalıştı. Zengin kesimler zaten “güvenilir limanlara” çekilmeye başlamıştı. 8 bin 500 dolar milyonerinin servetlerini alarak yurtdışına çıktığı söyleniyor.
Sadece Erdoğan’dan korkan muhalif-laik kesimler değil; yandaşlar bile servetlerini yurtdışına kaçırıyorlar. Mesela AKP döneminin “parlayan yıldızı” Ülker, şirketin merkezini Londra’ya taşıdı. Böylece ülke içindeki gelişmelerden etkilenmeden kar etme olanağı buldu.
Son birkaç yılda AKP hükümeti, sadece muhaliflerin değil, yandaşların; sadece içeridekilerin değil yurtdışındaki sermayenin de güvenmediği, istikrarsız bir siyasi tablo yarattı. Bu tablo ekonomiyi doğrudan etkiledi.
Yaklaşan seçimler ise, bu belirsizlik tablosunu daha da tetikledi ve dövizin hareketliliğini hızlandırdı.
Ekonomik kriz çok şiddetli
Ekonomik veriler Türkiye’nin son birkaç yılında şiddetli bir krizle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Ancak bu kriz hali bugüne kadar belli düzeylerde kendini gösterse bile çok şiddetli biçimde hissedilmedi.
Bunun bir nedeni, ekonomik verilerle sürekli olarak oynanması ve göstergeleri iyileştirerek sermayeye güvence oluşturmaya çalışılmasıdır. TÜİK, rakamlarla sürekli olarak oynamaktadır. İşsizlik rakamları, enflasyon sepetindeki ürün kriterleri, ihracat ve ithalat rakamları sistemli olarak “düzeltme”ye tabi tutuluyor. Enflasyon sepetinden patatesi çıkartıp kayak kıyafetini koyarak; ya da “son bir aydır iş aramamış” olanları “işsiz” kategorisinden çıkartarak; ya da Rıza Zarrab üzerinden İran’la yapılan ticarette “ödeme aracı” olarak kullanılan altını, ihraç kalemi gibi göstererek… Buna benzer birçok yöntemle, ülke ekonomisinin gerçek durumu konusunda bir yanılsama yaratılıyor.
Mesela TÜİK, GSYH hesaplama yönteminde 2016 yılında önemli bir değişiklik yaparak “güncelleme” gerçekleştirdi ve aslında olduğumuzdan yüzde 18 daha zengin (!) yaptı. Keza 2008 “güncellemesi” sonrasında tüm dünyanın krizle çalkalandığı dönemde, ülkemizde (düzeltme yapılmadan öncesine göre) yüzde 31,6 oranında daha zengin (!) olduğumuz görülmüştü.
Bir diğer nedeni ise, Merkez Bankası (MB) verilerine yansıyan, “kaynağı belli olmayan” yüklü miktarlardaki dövizdir. Bu “kaynağı belirsiz” döviz, bazen ÖSO için ABD ya da Suudi Arabistan’dan gelen kayıtdışı desteklerdir; bazen Katar’dan gelen çantalar dolusu dolarlar… Bu kayıtdışı paralar, piyasaya nakit girdisi sağlayarak rahatlama yarattı ve krizin etkilerini hafifletti.
Kriz üreten ekonomik model
Türkiye’de AKP’nin işbaşına geldiği 2002 yılından itibaren, “yüksek faiz-düşük kur” modeli uygulandı ve bu model, ülkeyi sıcak para cennetine çevirdi. 2008’e kadar oluk oluk sıcak para aktı. Ancak sıcak para, “yatırım” anlamına gelmez. İstihdam sağlamaz, üretimi güçlendirmez. Sıcak para gelir, kar gerçekleştirdiğinde ve/veya risk oluştuğunda çeker gider. Giderken, getirdiğinden daha fazla parayı da götürür.
Bu süre içinde yatırım amaçlı gelen sermaye ise son derece sınırlıydı. Ve yeni fabrikalar kurmak, yeni üretim alanları oluşturmak amacıyla değildi. Bir kısmı köprü-yol vb. inşaat işlerine ya da termik santral, hidro-elektrik santrali gibi, aslında ülkeyi yağmalamaya dönük işlere girdiler. Bir kısmı ise, özelleştirilen devlet işletmelerini satın aldılar. Bu yıllar içinde, devletin elindeki stratejik varlıklar satıldı.
Özelleştirmelerin önemli bir bölümünde, tıpkı bugün Cargill’in şeker fabrikalarına yaptığı gibi; emperyalist tekel, satın aldığı fabrikayı hızla kapatarak, kendi ülkesinden ithalat başlattı. Böylece Türkiye’de yaygın biçimde üretilen ve ihraç edilen pek çok ürün, ithalat kalemine dönüştü. Özelleştirmelerin bir kısmı ise, tıpkı Telekom gibi, değerinin çok altında fiyatlara satıldı; satın alan uzun vadeli kredilerle desteklendi; yıllar içinde şirketin kasası boşaltılıp, büyük borç batağı içinde devletten kurtarma talep etmeye başladı.
AKP tarafından sistemli biçimde yürütülen bu ekonomik modelin etkisi şuydu: Ekonomi giderek çöktü, ülke tarım başta olmak üzere birçok kalemde kendine yeterliliğini ve üretim gücünü kaybetti. Gerçek tablo bu kadar kötü iken, sıcak paranın varlığı ülkenin ekonomik göstergelerini iyileştirdi, yükseltti. Bu görüntü, tüketim ve borçlanmaya dayalı bir ekonomi ortaya çıkardı.
2008 krizinde Türkiye bundan doğrudan etkilendi. Ancak ekonomiye devlet müdahalesi ile, kriz ötelendi. Özel sektörün borçlarının yapılandırılması, şirket kurtarmalar ve başta otomotiv olmak üzere teşvikler, vergi indirimleri vb. ile kriz atlatılmış gibi göründü. Oysa bu yöntemlerle özel sektör kurtarılmış, devlet borçlandırılmış; kriz devletin üzerine binmiş oldu.
Ancak kriz sonrasında da krizi üreten ekonomik modele geri dönüldü. Düşük kur-yüksek faiz, aşırı borçlanma ve tüketim ekonomisi.
Bu tablo, gerçek ekonominin kurallarına asla uymayan, “sürdürülebilir” olmayan bir tabloydu.
Ve bu tabloya, devletin aşırı tüketimleri de eklendi. Aşırı tüketimin en büyüğü doğrudan sarayın giderleridir. Mesela 2017 yılının Ocak-Kasım arası dönemde örtülü ödenekten harcanan miktar 1 milyar 785 milyon TL’dir. Oysa 2003 yılındaki örtülü ödenek harcaması, sadece 103 milyon lirada kalmıştır. Erdoğan, başbakan olduktan sonra, örtülü ödenek harcamaları her yıl katlanarak artmıştır. 2003-2013 yılları arasında, Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde yaptığı toplam harcama 7 milyar 93 milyon liradır. Sadece Erdoğan’ın harcamalarının devlet bütçesine olan yükü, anlatmakla bitmez. Bin odalı, milyarlarca liraya malolan bir saray, 300 odalı yine milyarlarca lira tutan yazlık saray, 10 uçaklık filo, 3 bin koruma için yapılan giderler vb. vb…
Aşırı tüketimin ikinci kalemi, bakanlıkların yozlaşmış harcamalarıdır. Bakanlar milyon dolarlık lüks araçlarla “itibar” peşinde koşmaktadır. Görgüsüzlük abidesi lüks harcamalar yapılmakta ve bütün bunlar savunulmaktadır.
Üçüncü olarak, yandaşlara peşkeş çekilen rantlar sözkonusudur. Yollar, tüneller, havaalanları, şehir hastaneleri, metrolar yapılmakta; bunların her biri haksız-hileli ihalelerle yandaşlara verilmekte; şişirilmiş faturalarla, maliyetin iki-üç katına varan ödemeler yapılmakta; üstelik “geçiş garantisi”, “hasta garantisi” gibi kalemlerle sonsuz rant kaynağı oluşturulmaktadır. Öyle ki, AKP’nin hükümette kaldığı 16 yıl boyunca Kamu İhale Kanunu tam 186 defa değişti. Her duruma, her yandaşa göre değişiklik yapıldı. Üstelik “ihaleye fesat karıştırmak” hapis yatmayı gerektiren bir suç olmaktan çıkartıldı. Yakalanmasınlar diye de “ticari sır” denilen bir kavram uyduruldu.
Dünya Bankası’nın Mayıs ayında hazırladığı listeye göre, 1990-2017 yılları arasında, tüm dünyada devletten en çok ihale alan şirketler sıralamasında Limak, Makyol, Cengiz, Kalyon ve Kolin, en üst sıralara yerleşti. Kıyaslamak açısından; devletten en çok ihale alan şirketlerin en tepesindeki Fransız SUEZ’in beş farklı kıtada yaptığı işlerin toplamı 60 milyar dolar iken, sadece Limak İnşaat’ın sadece Türkiye’de yürüttüğü projelerden kazancı 50 milyar dolara ulaştı.
Diğer yandaşlarla ve ülke dışında yaptıklarıyla birlikte düşünüldüğünde, devlet bütçesinden yandaş tekellere nasıl devasa boyutta paralar aktarıldığı görülebilir.
Üstelik devletin bütçesi “sonsuz” değildir. Üretime değil tüketime, ihracata değil ithalata dayalı bir ekonomi modelinde, kaynaklar son derece hızlı biçimde tükenmiştir.
“Deniz bitti”
Bu tablonun doğal sonucu “denizin bitmesi olmuştur. Doların yükselmesinin ülke içinde doğrudan sonuçları sözkonusudur. En başta, artık samandan ete, tahıldan ayakkabıya kadar yediği ve kullandığı her şeyi ithal eden bir ülke olarak, tüketicinin ihtiyacı olan tüm ürünlerin fiyatı artacaktır. Bu, doğrudan tüketiciye yansıyan yönüdür. Daha büyük sorun ise devletin bütçesi ve giderleri üzerindedir. Dış ticaret açığından, özel sektör borçlarına kadar, pek çok kalemde fahiş rakamlar ortaya çıkmıştır.
Mesela dış ticaret açığı 100 milyar dolar düzeyindedir. Salt tarımdaki dış ticaret açığı 7 milyar dolar. Gıdada kendine yeterli olan, üstelik ihracat da yapan Türkiye, şimdi toplam gıda tüketiminin çok önemli bir bölümünü ithal ediyor. Ve dış ticaret açığının finansmanı giderek zorlaşıyor.
Dış ticaret açığını artıran en önemli kalem enerji giderleridir. Petrol ve doğalgaz ithalatı, dış ticaret açığını sürekli tırmandırıyor. Ülke içinde güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapılmadığı için, enerjide dışa bağımlılık bitmiyor.
Daha somut konuşmak gerekirse; 1984 yılından 2001’e kadar ülkede cari açık toplamı 21,8 milyar dolardı. 2002’den 2017’ye kadar cari açık toplamı ise 549 milyar dolar oldu. Bu açığın kapanması için borç alındı, yabancı sermayenin ülkeye girişi için kolaylıklar sağlandı ve yüksek karbon politikası izlendi. 2000 yılında 13 milyon ton kömür, 31 milyon ton petrol ve 14,8 milyar metreküp doğalgaz ithal ediliyordu. 2017 yılında 36 milyon ton kömür, 50 milyon ton petrol ve 46 milyar metreküp doğalgaz ithal edildi. 2002-2017 arasında, sadece enerji ithalatına 563 milyar dolar harcandı.
2002 yılında AKP hükümeti göreve başladığında, ülkenin dış borcu toplam (kamu ve özel toplamı) 130 milyar dolardı. 2017 yılında toplam dış borç 453 milyar dolara ulaştı. Borçlar bitmiyor, sürekli artıyor. Çünkü ülke üretmiyor, gelir yaratmıyor, ekonomi güçlenmiyor. Borç alınıyor, betona gömülüyor. Borç, borçla ödeniyor. Sadece borçların faizi 151 bin dolar tutuyor. Bankalar henüz yabancı kredileri çevirmekte sorun yaşamıyormuş gibi görünüyor; ancak bu hızla yaklaşıyor. Dış borçlar, Türkiye’nin “aşil topuğu” olarak tanımlanıyor.
Hane halkının borçlanma düzeyi, bir başka gerçeği ortaya koyuyor. 2002 yılında hane halkı borcu 4.5 milyar dolar iken, 2017 yılında 140 milyar dolara ulaştı. Hane halkı borcunun GSMH’ye oranı, 2002 yılında yüzde 2 düzeyinde iken, 2017 yılında bu yüzde 20’yi aştı. 30 milyon kişinin kredi borcu var, bunların 25 milyonu icralık durumda. 30 milyon kişi, ailesiyle birlikte zaten nüfusun neredeyse tamamını oluşturuyor. Bütün ülke borç batağında boğuluyor.
Türkiye’nin cari açığının alarm vermeye başlaması, kredi derecelendirme kuruluşlarını da harekete geçirdi. Moody’s’in Mart ayında Türkiye’nin notunu “yatırım yapılamaz” seviyesine düşürmesinin ardından, Standart & Poor’s da Türkiye’nin kredi notunu “yatırım yapılamaz” seviyeye düşürdü.
Bu durumu 1997’deki Asya Krizi’nin koşullarına benzeten ekonomistlerin sayısı giderek artıyor. Şirketlerin büyük döviz borçları var, cari işlemler artıyor, rezervler daralıyor.
Uluslararası ekonomi kuruluşları, dünya genelinde ekonomik verileri değerlendirerek, “dış finansman girişinde ani bir duraklama olması halinde bundan en fazla olumsuz olarak etkilenecek ülkeler endeksi” oluşturmuşlar. Türkiye bu listede Venezüella’dan sonra ikinci sırada geliyor. Zaten “yeni ekonomik kriz Türkiye’den başlayacak” tespitini yapan ekonomistler de artıyor.
Risk uyarıları arttıkça, yabancıların piyasalardan çekilmesi de hızlanıyor. 2018 başından bu yana, yabancıların net hisse senedi satışları 614 milyon dolara ulaştı. Ülkede ekonomik göstergeleri yükselten unsur sıcak para olduğu için, yabancıların kaçması, ekonomik göstergelerin de hızla kötüleşeceğine işaret ediyor.
Türkiye’de son 10-15 yılda inşaat sektörü ekonominin belirleyen unsurlarındandır. İstanbul İnşaatçılar Derneği (İNDER) Başkanı, sektördeki 350 bin firmadan yüzde 75’inin batma riskiyle karşı karşıya olduğunu söylüyor. İnanlar İnşaat iflas açıkladı ve sahibi kaçtı. Ağaoğlu için bile iflas söylentileri dolaşıyor. Son yapılan teşvikler de sektörü kurtarmaya yetmiyor. Yaklaşık 2 milyon lüks konut satılmayı beklerken, sektördeki kriz derinleşiyor. Ve Türkiye ekonomisinin krizini derinleştiriyor.
Sadece inşaat sektörü değil, diğer sektörlerde de sıkıntılar çarpıcı biçimde ortaya çıkıyor. Yıldız ve Doğuş Holding gibi iki büyük şirket borç yapılandırması istedi; birçok şirket ise iflasını geciktirmeye çalışıyor.
Kitlelerin ekonomisi de çöküşte
Devletin ve özel sektörün rakamları, kitlelerin ekonomisini de doğrudan belirliyor. Sıcak paranın ülkeye aktığı 2000’lerin başlarından itibaren, ülke ile birlikte kitleler de borç ekonomisini yaşamaya başladı. Ekonominin refah tablosu, özel sektör ile birlikte kitlelerin de ağır borçlar altına girmesine yol açtı. Servet üzerinden değil, “gelir beklentisi” üzerinden harcama yapıldı; taksitle, kredi borçlanmasıyla mülk edinildi, harcama yapıldı.
Kitlelerin gerçek ekonomisi ise, hiçbir zaman düze çıkmadı. Asgari ücret, ekonominin genel refah düzeyinin altında kaldı.
Nüfusun yaklaşık yarısından fazlası yoksulluk sınırının altında, yarısına yakını da açlık sınırının altında yaşadı. Bunların oldukça önemli bir kesimi, sosyal yardımlarla ayakta kaldı. AKP’nin dağıttığı kurtlu makarna ve taşlı kömür paketleri, yoksulluğun dip noktadan hissedilmesini engelledi; ama elbette sorunu çözmedi.
Bugün işsiz sayısı DİSK’in rakamlarına göre 6 milyon kişiye ulaştı. Birleşik Metal-iş sendikasının rakamlarına göre açlık sınırı 1698 TL’ye, yoksulluk sınırı ise 5872 TL’ye dayandı.
Öylesine müthiş bir yoksullaşma ortaya çıktı ki, Türkiye OECD ülkeleri içinde gelir dağılımının en bozuk olduğu ülke oldu. İlk defa Türkiye’de, en zengin yüzde 1’lik dilimin serveti, ülkenin toplam servetinin yüzde 52’sine ulaştı.
Yandaşlar milyar dolarlık servetler devşirirken, kitleler borç ve yoksulluk batağına yuvarlandı. Faturasını ödeyemediği için belediyelerin 280 bin konutun suyunu kesmiş olması, yoksulluğun boyutunu çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.
Doları yükselten dış etkenler
Ülkemizdeki çarpık ekonomik yapı ve güvensiz-istikrarsız siyasi yapı, doların yükselmesinde önemli bir rol oynadı. Diğer taraftan, hem ekonomik hem de siyasi alanda, genel olarak dünya konjonktüründeki gelişmeler, özel olarak da ABD’nin içinde bulunduğu koşullar, doları hızla yükselten etkenler oldu.
SIPRI’nin yıllık raporuna göre, 2017 yılında dünyada toplam silahlanma harcamaları 1 trilyon 739 milyar dolara yükseldi. ABD, 2017 yılındaki 610 milyar dolarlık silahlanma harcaması ile, dünyadaki toplam harcamanın üçte birini tek başına gerçekleştirdi.
Bu rakamlar, ABD’nin savaş politikalarının somut göstergesi. Dünya üzerindeki hegemonyasını kaybetmekte olan ABD, kendisine yeni çıkış noktaları arıyor. Bu da saldırı girişimlerini artırıyor. Son dönemde attığı adımlarla, birçok noktada savaşı körüklüyor, kışkırtıyor. Kuzey Kore’yi tehdit ediyor, İran’la imzaladığı nükleer anlaşmayı bozuyor, İsrail Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıyarak Filistin direnişini alevlendiriyor, Suriye’deki askeri üsleri bombalıyor, Venezüella seçimlerine müdahale etmeye çalışıyor, Güney Çin Denizi’ni karıştırmak için çeşitli hamleler yapıyor. Örnekleri uzatmak mümkün.
Bunların her biri hızla sıcak savaşa dönüşebilecek noktalar. Ve savaş ihtimalinin tırmandığı her defasında, dolar biraz daha yükseliyor.
2001 yılında gerçekleşen 11 Eylül saldırılarından bu yana, dünya genelinde III. Emperyalist Paylaşım Savaşı adım adım derinleşiyor, yaygınlaşıyor. ABD’nin, kaybetmekte olduğu hegemonyasını yeniden inşa etmek için başlattığı bu savaş, onun istediği gibi yürümüyor. Yaşanan her bir “çarpışma”, ABD’nin biraz daha güç kaybına yol açıyor. Bu nedenle ABD, daha büyük, daha kesin, daha şiddetli çarpışmalar çıkartmaya uğraşıyor. Bu bitmeyen ve sürekli yeni durumlar üreten savaş hali, doların ve diğer paraların tırmanışını getiriyor.
ABD ekonomisinin içinde bulunduğu durum da önemli bir rol oynuyor. FED’in bu yıl dört kez faiz artırması bekleniyor. Üstelik FED’in faiz artışında daha atak olacağı düşünülüyor. Bu beklenti, ABD tahvil getirisinin yüksek olacağını düşündürtüyor. Yüksek faiz getirisi, dünyada sıcak para hareketlerini belirleyen unsurdur. Türkiye gibi bağımlı ülke piyasalarında bulunan sıcak para, daha yüksek kar edeceği beklentisiyle ABD’ye yüzünü döndü. Dolar alımları arttı, değeri yükseldi.
İMF’nin ve kredi kuruluşlarının uyarıları, dünya genelinde birçok ülkenin yaşadığı sıkışmayı ortaya koydu. Risk grubunda Arjantin ve Türkiye en üst sırada yer alıyor. Arjantin’in İMF’den yardım isteyeceği, Pakistan’ın İMF yerine Çin’e başvurduğu gibi haberler, ekonomik güvensizlik ortamını derinleştiriyor. Ek olarak İtalya’nın borçlarının sürdürülemez hale geldiği yönündeki haberler de euro üzerindeki baskıyı artırıyor ve euroyu aşağıya çekiyor. Böylece dolara yönelim artıyor.
ABD ile Çin arasında yaşanan ticaret savaşları da dünya genelinde güvensizlik ortamını artırıyor ve Türkiye gibi bağımlı ekonomilerdense, daha güvenli gördükleri limanlara yönelme eğilimi oluşturuyor.
Sonuç yerine
2002 sonrasında sıcak paranın Türkiye’ye akmaya başladığı dönem, AKP’nin yükselişe geçtiği dönemdi. AKP’yi yükselten rüzgar ise, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında, AKP’ye Ortadoğu’nun liderliği rolü biçtiği, “ılımlı İslam”ın model ülkesi olarak belirlediği noktadan esiyordu.
ABD’nin BOP’u çöktü; BOP kapsamında Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde işgal ettiği ülkelerde sürdürdüğü sömürgeci vahşet teşhir oldu. Ardından ABD “ılımlı İslam”ın yetmediğini görerek bu defa “radikal İslam”ı piyasaya sürdü; IŞİD çeteleri Müslüman ülkelerin derinliklerine salındı. IŞİD’in yenilgisi, “siyasal”ıyla, “ılımlı”sıyla, “radikal’iyle “ABD’nin İslam’ı”nın çöküşü oldu. “Ilımlı İslam” projesiyle birlikte, AKP’yi yükselten rüzgar da kesildi.
Bu siyasal atmosfer, Türkiye’nin ekonomik kaynaklarının pervasızca tarumar edildiği bir ortama izin vermişti. Sahte büyüme rakamları, hormonlu ekonomik göstergeler, ekonomiye hiçbir şey katmayan sıcak para, işlerin yolunda olduğu yanılsamasını yarattı.
Rüzgar kesildiğinde ise, ekonomisi çökmüş, sanayisi yerle bir olmuş, tarımı kurumuş, borç batağında yüzen bir ülke kaldı geride. Bir avuç zengini beslemek için işçi ve emekçilerin en ağır şartlarda çalıştığı; iş güvencesinin ortadan kaldırılarak taşeronluğun ve kayıtdışı çalışmanın standart hale getirildiği; sendikal örgütlenmenin dibe vurduğu; hak gasplarının ayyuka çıktığı bir ülke…
Bu kabusu gözlerden gizlemek için çeşitli araçlar kullanarak ömürlerini biraz daha uzatmaya çalıştılar elbette. Hormonlu ekonomik göstergeleri biraz daha şişirmek; OHAL baskısı ile muhalif sesleri yoketmek; işbirliği yaptığı Körfez ülkelerinden kayıtdışı para aktarılmasını sağlamak; emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanarak Suriye savaşında kendisine işgal bölgeleri yaratmak; eğitimin kalitesini düşürerek düşünmeyen sorgulamayan gençlik yaratmak (Bir AKP yetkilisi, “üniversite öğrencileri bize oy vermiyor” demişti), dini eğitimi her alana yayarak “itaat” ve “biat”ı çok küçük yaşta beyinlere-bilinçlere-ruhlara yerleştirmek…
Bunların her biri ile kitlelerin dikkatini dağıtmaya çalıştılar. Ama olmadı. AKP’nin politikalarına yedeklenen kesimler bile, kendi sofralarındaki, ceplerindeki yangından doğrudan etkilendikçe, tablo daha açık ortaya çıkmaya başladı.
Şimdi “emekliye ikramiye”, “borçların yapılandırılması” gibi palyatif yöntemlerle, krizin etkisini gizlemeye çalışıyorlar. Doların yükselmesini “dış güçlerin oyunu” diye tanımlayarak, kendi kitlelerini kemikleştirmeye uğraşıyorlar. Emperyalistlerin desteğini kazanmak için çeşitli vaatler ortaya koyuyorlar.
Ancak ekonomik krizler, kapitalizmin doğasından kaynaklanır ve bu türden yöntemlerle sadece ertelenebilir, geciktirilebilir; sorun gerçekte çözülmez.