Doların bir gün içinde 7 liraya yaklaşması, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizin gözler önüne serilmesine neden oldu.
Dolar tırmanışının yaşandığı 10 Ağustos günü “kara cuma” olarak ilan edilirken, pazar gecesi dolar 7 liranın da üzerine çıktı.
Şimdi yine “döviz lobisi”nden “ABD’ye haddini bildirme”ye kadar çok çeşitli söylemler havada uçuşuyor. Hamasetin bini bir para, her türden spekülatif sözler savrulup duruyor. Ama krizin gerçek durumu ve buna karşı yapılması gerekenler, ısrarlı biçimde gözlerden gizleniyor.
Krizin nedeni “rahip pazarlığı” değil
En büyük spekülasyonlar, ABD’nin rahibi üzerinden yürütülüyor. Erdoğan ile Trump arasında yapılan pazarlıklar üzerine sayısız senaryolar yazılıyor. “Al papazı, ver papazı” pazarlığı; ardından “İsrail’deki kızı ver, papazı al” pazarlığı; son dakikada Erdoğan’ın Halkbank ve Hakan Atilla üzerinden pazarlığı genişlettiği, Trump’ın da buna kızmış olduğu vb. vb… Gazetelerde, internet sitelerinde bu papazın neden bu kadar önemli olduğu, evanjelistlerin ABD yönetimindeki yeri, papazın evanjelistler açısından önemi, ABD’de yaklaşan seçimlerde evanjelistlerin rolü vb. üzerine sınırsız yorumlar yapılıyor.
Oysa bunlar, gerçek sorunları ve krizin gerçek nedenini gizleme amaçlı yaygaradan başka bir şey değil. Trump da Erdoğan da, “rahip pazarlığı”nı bir perdeleme aracı olarak kullanıyorlar.
Trump açısından, bu kadar “değerli” olan bu “rahip” yeni tutuklanmadı. Yaklaşık iki yıldır tutuklu ve bugüne kadar Türkiye ile ABD arasında, böylesine şiddetli ve kararlı bir pazarlık konusu olmadı. Oysa iki yıllık süre boyunca, ABD’nin Türkiye karşısında rahibi “olmazsa olmaz” şartına çevirebileceği sayısız durum ortaya çıkmıştı. Mesela 24 Haziran seçimlerinden önce, Erdoğan’ın ABD desteğine çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde bu pazarlığı yürütebilir; büyük olasılıkla da, rahip Andrew Brunson’u sessiz sedasız tahliye ettirip ülkeden çıkarabilirdi. Keza Suriye konusunda yürütülen görüşmeler ve pazarlıklar döneminde, o “yumruk tokuşturma” ile Türkiye’nin “başarı hanesi”ne yazmaya çalıştığı NATO toplantısı sırasında ve daha birçok başka durumda, rahibi alabileceği koşullar oluşmuştu.
Demek ki asıl sorun rahibin “vazgeçilmez önemi” değil!
Açıktır ki, ABD açısından asıl sorun, İran’a ambargodan Çin’le kurulan ilişkiye, BRİCS toplantısına katılmasından Rusya ile olan bağlarına ve S-400 füzelerinden Suriye savaşına kadar çok geniş bir siyasi-ekonomik alanda, Türkiye’nin ABD’nin yörüngesinden uzaklaşıyor olmasıdır. Bu nedenle ABD son derece saldırgandır ve krizi sürekli tırmandırmaktadır.
Türkiye açısından ise sorun, ülke ekonomisinin kriz biriktiren yapısal özellikleridir. Türkiye gerçekten son derece şiddetli bir ekonomik krizin pençesindedir. Cari açıktan büyüme rakamlarına, kamunun ve özel sektörün borçluluk düzeyinden üretimin içinde bulunduğu çıkmazlara, enflasyondan işsizliğe kadar, ekonominin her cephesi, özellikle 2018 başından itibaren alarm çalmaya başlamıştır.
Durum bu kadar riskli iken, Erdoğan’ın ya da damadın pervasız açıklamaları, “karşı yaptırımlar”, “boykotlar” türünden restler çekmeleri paniği artırmaktadır. Ve panik, ülkedeki spekülatif yatırımcıların hızla kaçmasına, TL’nin değer kaybı nedeniyle döviz alımlarının artmasına yol açmakta; böylece krizin etkilerini daha hızlı biçimde su yüzüne çıkarmaktadır. Yani ortada gerçek bir ekonomik kriz vardır, yapılan açıklamalar ise bunun görünür hale gelmesini hızlandırmaktadır.
Türkiye ekonomik krizin pençesinde kıvranırken, bir taraftan da “saf değiştirme”ye çalışmaktadır. Tıpkı 1964’te “Johnson mektubu” ile gerilen Türkiye-ABD ilişkileri üzerine İsmet İnönü’nün “yeni bir dünya kurulur, Türkiye de içinde kendi yerini alır” sözünde olduğu gibi…
Kriz üreten ekonomi
Kapitalizm doğası gereği krizler üretir. Kapitalizmin işleyiş yasaları, ekonomik refah dönemleri ile ekonomik kriz dönemlerinin peşpeşe çevrimini zorunlu kılar. Bu nedenle, kapitalist sistem içinde, en “mükemmel” kararlar da alınsa, en “muhteşem” üretimler de gerçekleştirilse, bir aşamada kriz kaçınılmaz hale gelir. Kapitalist sistemde “krizden azade” bir ülke sözkonusu değildir.
Ancak her ülke krizden aynı biçimde ve aynı düzeyde etkilenmez. Tıpkı ekonomik refahtan her ülkenin aynı biçimde etkilenmeyeceği gibi. Mesela 2001 ekonomik krizi öncelikle ve en şiddetli biçimde Arjantin’i vurmuştu, 1997-98 krizi ise Asya ülkelerini… 1929 bunalımının doğum yeri ve en büyük tahribatı verdiği ülke ABD olmuştur.
Kimi zaman ekonominin bağımlılık düzeyi krizin etkisini artırırken, kimi zaman krizin faturasını yarı sömürgelere yıkabilme “olanağı”, emperyalistlerin daha az, yarı sömürgelerin daha çok etkilenmesine neden olabilir.
Türkiye’nin son 16 yılına damgasını vuran ekonomi modeli, krizin daha şiddetli yaşanacak olmasının nedenlerinden biridir. Çünkü 16 yıl önce tarımda genel olarak kendine yeterli bir ülke olan, hatta birçok kalemde ihracat yapan Türkiye’de, bugün 5 tarım ürünü dışında tarım tümüyle ithalata dayalı hale gelmiştir. Özelleştirmelerle ülkenin en önemli üretim alanları yabancı sermayeye peşkeş çekilmiş, sanayi üretimi de eski gücünü kaybetmiştir. Ülke ekonomisi asıl olarak dışarıdan gelen sıcak paraya bağımlı hale gelmiştir; bu yüzden sıcak paranın en küçük bir olumsuz hareketi ekonomide büyük çalkantılara yol açmaktadır.
Dergimizin Haziran 2018 tarihli sayısında “Dolar değil ekonomi krizde” başlıklı yazıda, ekonomiyi böylesine zayıf ve “kırılgan” hale getiren, tam da bu nedenle ekonomik krizi daha sert biçimde yaşamamıza neden olacak olan koşulları ayrıntılı biçimde anlatmıştık.
Süreç, krizin unsurlarını daha hızlı biçimde ortaya çıkarmaktadır. Hükümet, bu tablonun “bahaneleri”ni gözlere sokarak gerçek nedenleri gizlemeye çalışmaktadır. Haziran ayında bu yazıyı yazmamızın sebebi, Erdoğan’ın İngiltere ziyareti sırasında Merkez Bankası’nın bağımsızlığı hakkında yaptığı açıklama sonrasında doların hızla yükselmesi olmuştu. Bugün doların tavana vurmasının görünürdeki nedeni ise rahip krizi, ekonominin damat Albayrak’a teslim edilmesinin oluşturduğu güvensizlik ortamı, Erdoğan’ın “B ve C planlarımız olacaktır” açıklaması vb… Gerçek neden ise, genel olarak kapitalist sistemin kriz üreten yapısı ile özel olarak Türkiye’de 16 yıldır izlenen ekonomi politikanın çöküşe varmış olmasıdır.
Bu defa daha zor
Bu kriz, Türkiye’nin yaşadığı diğer krizlerden daha sert bir tablo oluşturmaktadır. Bunun çeşitli nedenleri vardır.
Mesela 2001 krizinde gerek şirketlerin gerekse “hane halkı”nın borçlanma düzeyi bu kadar yüksek değildi. Buna rağmen sayısız iflaslar, işçi kıyımları vb yaşandı. Bugün ise devletin ve özel sektörün borçları, dolardaki artışla birlikte karşılanamaz düzeye yükselmiş durumda. Bankaların ve özel şirketlerin, Mayıs 2019’a kadar 70 milyar dolar civarında borç ödemesi yapması gerekiyor. (Rakamın ne kadar yüksek olduğunu karşılaştırmak açısından: Son 16 yılda Türkiye’ye yıllık ortalama 13 milyar dolar sıcak para girmişti, şimdi sadece banka ve özel şirketlerin bir yıldan kısa sürede 70 milyar dolar borç ödemesi gerekiyor.)
Yine 2001 krizinde, özellikle gıda üretiminde Türkiye’nin kendine yeterli yapısı, gıda fiyatlarının anormal düzeylere yükselmesini önledi. Bugün ise patatesten buğdaya kadar neredeyse tüm gıda maddelerini ithal eden bir ülkeyiz. Doların artması, gıda maddelerinin fiyatının da artması, bu durumda kitlelerin aşırı yoksullaşması ve açlıkla karşı karşıya kalması anlamına geliyor.
2008 krizinde, devlet özel şirketlerin borçlarını üstlenmiş, bu sayede yaygın iflasları önlemişti. Keza özelleştirmelere hız kazandırarak ülkeye yeni para kaynaklarının akmasını sağlamıştı. 2011’de başlayan Suriye savaşında, cihatçıları besleyen ABD, Katar, Suudi Arabistan gibi ülkeler, yine Türkiye’ye önemli bir kaynak girişi yapmıştı. Bütün bunlar, ekonominin düze çıkmasını sağladı. Bugün bu olanaklar da artık tıkanmış durumda.
Daha kriz üzerimize çökmeden önce, çok sayıda şirketin iflas açıklaması, iflas ertelemesi ya da borç yapılandırmasıyla, içinde bulundukları krizi gözler önüne sermek zorunda kaldılar. Özellikle bugün ekonominin lokomotifi olarak tanımlanan inşaat sektöründe, firmalarının ezici çoğunluğu projelerini durdurmaya başladı.
2018’in ilk 6 ayında 78 fabrikanın yandığı ortaya çıktı. Fabrika yangınlarının bu kadar çok olması, iflas eden patronun hem işçiler karşısındaki yükümlülüklerinden kurtulmak, hem de sigorta parası ile zararını karşılamak çabasında olduğu anlamına geliyor.
Krizin faturasını, çıkaranlar ödesin
Ekonomik kriz tartışılmaya başlandığı andan itibaren İMF’ye başvurmak yeniden konuşulmaya başlandı. Keza Çin’den borç ya da yatırım talep edilmesi de gündemde. Hatta dışarıdan borç istemeden de “kemer sıkma politikaları”nın uygulanabileceği tartışılan konular arasında.
İMF’nin standart reçetesinin ne olduğunu dünya halkları iyi bilir. İMF’li ya da İMF’siz “kemer sıkma politikası” adı verilen bu reçetenin her zaman iki temel başlığı vardır: Kamu harcamalarının kısılması, özelleştirmelere hız verilmesi.
Ülkemizde gelir getirdiği halde özelleştirilmeyen kamu işletmesi sayısı son derece sınırlıdır. Çünkü AKP hükümetleri, 16 yıl boyunca özelleştirmedik fazla bir şey bırakmadılar. Şimdi kalanlara da göz dikilmiş durumda. Keza tarım ya da inşaat amaçlı olarak hazine arazileri de emperyalistlerin iştahını kabartıyor.
“Kamu harcamalarının kısıtlanması” denilen şey ise, işçi ve emekçilerin başına çöken bir kabustur. Çünkü burada kastedilen doğrudan işçi ve emekçilerin yaşam haklarına saldırıdır: Yaygın işçi kıyımı (kamuda ve özel sektörde), ücretlerin düşürülmesi, emekli maaşlarına kesinti yapılması, sağlık ve eğitim gibi temel alanlardan kesinti yapılması, vb…
Oysa, “kamu harcamaları” bunlardan ibaret değildir. Sarayın harcamaları mesela en önemli kamu gider kalemlerinden biridir. Sadece sarayın inşaat maliyeti, bakanlık açıklamasına göre 1 milyar 370 milyon liradır. Ankara’daki bakanlıkların tümü lüks binalarda fahiş fiyatlarla kiracı durumdadır mesela. Sadece 2017 yılının 11 ayında, “devlet hizmet binası kiraları” için ödenen para 796.4 milyon liradır. Milyon dolarlık makam aracı kullanan bürokratların sayısı az değildir. 2017 yılının tamamında “taşıt kiralaması” için harcanan para ise yarım milyar dolara (468.7 milyon lira) yakındır.
Bir başka önemli kamu harcaması milletvekili giderleridir. Bir milletvekilinin aylık maliyeti 55 bin 96 liradır. Bu maliyetin içinde, 3 tane danışman maaşı, sağlık giderleri, haberleşme giderleri vb. dahildir. Meclisin de milletvekilliğinin de gereksizleştiği-işlevsizleştiği günümüzde, 600 milletvekili için yıllık 400 milyon lira harcanmaktadır.
Devlet, kamu harcamalarından kesintiye kendi harcamalarından başlayabilir mesela.
En önemli kamu harcama kalemlerinden biri de, 3. Köprü, Osmangazi Köprüsü, Avrasya Tüneli, şehir hastaneleri gibi dev inşaatlara fahiş fiyatlar ödenmesi, inşaat bittikten sonra da “geçiş-hasta garantisi” ile yandaş şirketlere devasa kaynak akıtılmasıdır.
Başka bir kamu harcama kalemi, Suriye savaşı için akıtılan paralardır. Bugün Türkiye’de yaşayan 3.5 milyon Suriyeliye ödenen maaşları, bunların sağlık-eğitim vb harcamalarını bir kenara koyalım. Doğrudan Suriye topraklarında savaşan cihatçı örgütlere silah ve maaş desteği verilmekte, bu örgütlerin kadroları Türkiye’de eğitilmekte, beslenmektedir. Ve bu harcamanın miktarı, kayıtlarda da yoktur. Şeriatçı çetelere yapılan yardımlar kesildiğinde “kamu harcamalarından önemli bir kalem” ortadan kalkmış olacaktır zaten.
Gelir yaratması gereken bir başka kesim ise, 16 yıllık AKP hükümetleri döneminde kar rekorları kıran patronlardır.
1994 ekonomik krizi patlak verdiğinde, ücretlerini alamayan Brisa lastik fabrikasının işçilerine “işçilerin ücretleri Sabancı’nın tabloları satılarak değil, Brisa’nın lastikleri satılarak ödenmelidir” denmişti. Kapitalist sömürüyü gizlemenin en demagojik söylemlerinden biri olarak tarih sayfalarına geçmişti bu cürmü kendinden büyük cümle. Çünkü Sabancı, o tabloları Brisa işçilerini sömürerek elde ettiği kar sayesinde satın almıştı.
Şimdi de benzer bir durum sözkonusudur. AKP döneminin türedi zenginleri, karlarının devasa bölümünü garantiye aldıktan sonra “iflas” ilan ediyorlar. Üç kuruşa aldıkları arsaların üzerine diktikleri binalardaki daireleri milyon dolarlara satan inşaat şirketleri, şimdi “kriz var” diye işçi çıkartıyorlar. On yıllardır kar patlamaları yapan tekeller, krizi bahane ederek işçi çıkarmaya, mesaileri ödememeye, ücret zamlarını ertelemeye çalışıyorlar. Üstelik bu arada, işçilerin işsiz kalma korkusunu kullanarak daha fazla çalışmaya zorluyorlar.
Burjuvazi ve onun yönetme aracı olan devlet, krizin faturasını işçilere ödetmeye çalışıyor. Ekonomi yükselirken devasa vurgunlar vuran patronlar, kriz döneminde işçilerin üç kuruşuna g öz dikiyor.
Oysa krizi işçiler çıkarmadı. Faturasını da işçiler-emekçiler ödememeli…