Bir süredir belirtileri artan ve sonbaharda geleceği söylenen kriz, “Papaz Brunson” olayıyla erken patladı. Birkaç gün içinde döviz tırmanışa geçti ve TL’deki değer kaybı yüzde 30’ları buldu.
Kimileri buna “finansal kriz” dese de, gerçekte kapitalizmin yapısal krizlerinden biriyle daha karşı karşıyayız. Birçoğu buzdağının görünen kısmına bakıp altındaki büyük kütleyi görmüyor, ya da görmezden geliyor.
Sadece krizin nedenleri çarpıtılmıyor, “krize çözüm” adı altında kapitalizm kutsanıyor ve sonuçta krizin yükü işçi-emekçi kesimlere yüklenmiş oluyor. Krizin kapitalizmin bir ürünü olduğunu, dolayısıyla kaçınılmazlığını vurgulayanlar bile, “krizden nasıl kurtuluruz”un reçetelerini sıralıyorlar. Karşı çıktığımız her şeye mutlaka düzen-içi bir “çözüm”, bir “proje” “alternatif” üretmek zorundaymışız gibi hareket ediliyor. Bu basınç, reformizmin yıllardır yarattığı bilinç çarpıtmasının bir sonucudur.
En yakını 2008 olmak üzere önceki krizlerde de benzer yaklaşımlar sergilenmişti. Sadece devrimci-demokrat ekonomistler değil, DİSK gibi sendikalar, hatta kimi devrimci kurumlar bile, krize karşı “sosyal programlar” adı altında “kurtuluş reçeteleri” hazırlamıştı. Şimdi de aynı yönelime girildiği görülüyor. “Sol” adına konuşup da, hükümete “krizden çıkış önerileri” sunan birçok kurum ve kişi var.
Krizin nedenleri üzerinde durmak, bu konudaki çarpıklıkları ortaya sermek, kitleleri bilinçlendirmek gerektiği açıktır. Diğer yandan krize karşı mücadele adına “krize çözüm” üretmek gibi bir garabetin içine düşenlerle de mücadele etmek zorundayız. Hareket noktası ne olursa olsun, “krize çözüm” sunmak; krizin kapitalist sistemin doğal bir sonucu olduğunu, krize karşı mücadelenin, bir bütün olarak kapitalist-emperyalist sisteme karşı mücadeleden geçtiğini gizlemek demektir. Dahası, kapitalizmin krizden kurtulabileceği, işçi ve emekçiler lehine daha iyi bir sistem haline gelebileceği yanılsamasını yaratmaktır.
Kapitalist sistemin köklerine vurmadan ve sosyalizm hedefini göstermeden krize karşı mücadele edilemez. Krizin nedenleri ve çözümü konusunda kitleleri kandırmaya dönük anlayışlarla mücadele etmeden de, krize karşı mücadeleyi örgütlemek mümkün değildir.
“Çözüm” diye sunulanlar…
Krize “çözüm” olarak sunulanlara baktığımızda, “tereciye tere satmak” diyebileceğimiz türden önerilerle dolu olduğunu görürüz. Sanki burjuvazi bunları bilmiyormuş, ya da herşey onun iradesi dahilindeymiş gibi… Örneğin burjuvaziden “rantiyecilikten sıyrılıp üreticiliğe dönmesi” isteniyor. Yeniden “planlı kalkınma”, “devletçi” veya “karma ekonomi” modelleri öneriliyor. AKP’nin sakız ettiği “milli ve yerli” nakaratıyla uyum içinde “yerli üretim”in teşvik edilmesi, “ithalatın önlenmesi” “Gümrük Birliği’nin askıya alınması” vb. sıralanıyor…
“Ulusal”cılardan çeşitli reformistlere kadar uzanan bu tür önerilerin çıkış noktası; emperyalist tekeller yerine, “yerli” tekellerin; emperyalist burjuvazi yerine, “ulusal burjuvazi”nin çıkarlarının esas alınması, ikinciler lehine bir düzenlemenin yapılmasıdır. Bu yaklaşım, emperyalizmle işbirlikçileri arasındaki ilişkiyi ters yüz eden anlayıştan beslenir. Emperyalist tekeller ile “yerli” tekellerin iç içe geçtiği, emperyalizmden bağımsız bir “ulusal” burjuvazinin kalmadığı gerçeğini göz ardı eder. Böylece kitleleri yanıltıp boş hayaller yayarlar. Sanki burjuvazi, “rantiyeci kimliğinden sıyrılıp” yeniden üretime dönerse krizden kurtulacaktır!
Krizin nedeni “aşırı üretim”dir;
“üretimsizlik” ise varolanı derinleştirir
Türkiye’de “üretimsizlik” krizin asıl nedeni değil, krizi derinleştiren unsurlardan biridir.
Çünkü kapitalizmin krizinin gerçek nedeni, üretimsizlik değil, aksine “aşırı üretim”dir. Çünkü kapitalizm, azami kar peşindedir. Azami karı da ancak, artı-değer sömürüsüyle gerçekleştirir. Artı-değer ise, üretim içinde, işgücünün sömürülmesiyle elde edilir. Ancak her kapitalistin azami kar tutkusu, o dönem en fazla kar getiren alanda yoğunlaşmayı (üretim anarşisi), bu da üretimin aşırı artmasını, pazarın daralmasını ve satışlarda düşmeyi getirir. Kapitalist, rakiplerini geçmek için üretici güçleri geliştirmek zorunda kalır. Fakat bu kez de kar oranında düşme eğilimine yol açmaktan ve bunun doğurduğu aşırı üretim krizlerden kurtulamaz.
Öte yandan kapitalizmin krizden kurtulmak için başvurduğu her çare, daha büyük krizler olarak kendisine geri döner. Kar oranlarındaki düşme eğilimi, kapitalistleri spekülatif vurgunlara yönlendirir. Elbette bu sınırlı ve geçicidir. “Paradan para kazanma”nın, yani spekülatif vurgunların bir sınırı vardır. Yeniden üretime dönmek zorundadır, çünkü azami karı, ancak artı-değer sömürüsünden elde edebilir. Ne spekülatif vurgunlar, ne de büyük borsa oyunları, azami karı sağlayamaz. Kaldı ki, spekülatif vurgunlar için bile üretimin yapılıyor olması gerekir.
Sonuç olarak kapitalistler, spekülatif kazanca yöneldikleri için kriz çıkmamaktadır, aksine üretim sürecinde kar oranlarında düşme eğilimi başladığı ve krizin belirtileri ortaya çıktığ için bu alana kaymakta, fakat buradaki sınırlılık ve tıkanma, krizi daha da derinleştirmekte ve sonrasında onu yeniden üretime döndürmektedir. Bu kısır döngü böyle sürüp gider. Ta ki bu sistem tümden yıkılana kadar…
Türkiye’ye dönersek, tarımda ve sanayide bir “üretmeme” sorununun olmadığı 1973, 1994, 2001 krizlerinde de Türkiye doğrudan ve fazlasıyla etkilenmiş bir ülkedir. Yani üretiyor olması krizi önlememiş, tersine krizin nedeni olmuştur.
Bugün ise, AKP’nin 16 yıllık ekonomi politikaları krizi derinleştirmiştir: Üretimsizlik, sıcak paraya bağımlılık ve özelleştirmelerdir. Ancak burjuvazinin yeniden üretime dönmesi, bundan sonra yeni krizler yaşanmayacağı anlamına gelmeyecektir.
“Sosyal devlet” ve “devlet kapitalizmi”
“Sol”dan krize çözüm önerilerinin değişmez ikilisi “sosyal devlet” ve “devlet kapitalizmi”dir. Yeniden KİT’lere dönülmesi, en azından temel alanlara devletin el atması istenmektedir mesela.
“Sosyal devlet” kriz olsun olmasın, en çok çarpıtılan konulardan biridir. Bu kavram, ikinci emperyalist savaş sonrasında dünyanın üçte birinde sosyalist sistemin zafer kazanması ve birçok ülkede burjuvazinin iktidarı kaybetmekle karşı karşıya kalmasıyla ortaya çıktı. Devrim tehdidini ensesinde hisseden burjuvazi için, bir zorunluluk oldu. Krize karşı çözüm olarak sunulan Keynesgil politikalar da, (devlet kapitalizmi) “sosyal devlet” kavramında karşılığını buldu.
Keynes, uzun süre Sovyetler Birliği’nde kalmış İngiliz bir burjuva iktisatçıydı. Keynes’in amacı, devrim olmaksızın kapitalizmin iyileşebileceğini, kendi sorunlarını çözebileceğini, elde ettiği refahı kitlelere paylaşarak herkesi mutlu edebileceğini kanıtlayabilmek, en azından kitleleri buna inandırarak kapitalizmi yeniden diriltmeyi başarabilmekti. Öyle bir dönemde Keynes’in politikaları, burjuvaziye ilaç gibi geldi. Yeni istihdam alanları yaratıldı, işsizlik nispeten azaldı, sağlık, eğitim, konut gibi temel ihtiyaçlar halkın ulaşabileceği bir düzeye indi, yaşam standartları göreli olarak yükseldi vb…
Bu süreçte bir yanıyla kitle hareketleri burjuvaziyi fazlasıyla zorluyordu; yaşam koşullarında bir rahatlama olmadığı koşulda, devrime kadar gidebilme ihtimali sözkonusuydu. Diğer yandan, savaş sonrasında gelen ekonomik refah dönemi, burjuvazinin “sosyal” alanlara bütçe ayırmasına olanak sağlamıştı.
Burjuvazi, “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığı ile düzenini tümden yitirmemek için azami karından küçük de olsa feragat ederek sistemini bir süre daha ayakta tutmayı başardı.
Ne zaman ki, başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülkelerde geri dönüşler başladı ve halk hareketleri gerileme dönemine girdi, “sosyal devlet” uygulamaları da adım adım rafa kaldırıldı. ‘80’li yıllardan itibaren de adına “neo liberalizm” denilen azgınca bir saldırı dönemine girildi. İşçi ve emekçilerin yüzyıllık kazanımlarına göz dikildi, birçoğu gaspedildi. Kapitalizmin ilk dönemi olan “vahşi kapitalizmi” çağrıştıran bir dizginsiz soygun ve sömürü dönemi başladı.
Dolayısıyla “sosyal devlet” ne kapitalizmin kendi rızasıyla, gönüllü olarak başvurduğu bir politikadır; ne de kitlelere burjuvazinin bahşettiği haklar silsilesidir. Burjuvazi bu politikaları, “sosyalizm tehlikesi”ne karşı bir silah olarak kullanmış, devrim olasılığını reformist “sosyal devlet” uygulamalarıyla geriletmiştir. Buna karşılık reformizm, her sıkışmada “sosyal devleti” ortaya atmakta, burjuvaziden bu yönde taleplerde bulunmaktadır.
Komünist ve devrimciler “sosyal devleti” savunmaz. “Sosyal devlet”in uygulanma ihtimalinin artık kalmadığı için değil; kapitalist sistemin özü aynı kaldığı halde cilalayarak sunulduğu ve kitleleri aldatmaya hizmet ettiği için karşı çıkarlar. “Sosyal devlet” için değil, devrim ve sosyalizm için mücadele ederler.
“Sosyal devlet” sosuna bulanmış “devlet kapitalizmi” de devrimcilerin savunacağı bir şey değildir. Örneğin devletin batan şirketleri kurtarması, hazineden onlara daha fazla yardım sunması, işçi ve emekçilerin cebine daha fazla el uzatması anlamına gelir. Nitekim 2008 krizinde ABD’nin şirket kurtarma operasyonlarına Amerikan halkı bu yüzden karşı çıkmış, “karlar özelleştiriliyor, zararlar kamulaştırılıyor” diyerek sokaklara dökülmüştü.
Krizin faturasının işçi ve emekçilere yüklenmesine karşı mücadeleyi yükseltmek zorunludur. Parasız sağlık ve eğitim, asgari ücretin vergi dışı tutulması, zenginden çok, fakirden daha az vergi alınması, işçi kıyımına son verilmesi, işsizlik fonunun işsizler lehine düzenlenmesi, zamların geri alınması gibi talepler, işçi ve emekçilerin haklı talepleridir ve her koşulda ileri sürülmelidir. Kriz koşulları, bu taleplerin daha geniş kesimler tarafından sahiplenilmesi yönüyle değerlendirilmesi gereken dönemlerdir.
Krize karşı mücadele
İşçi-emekçi örgütlerine düşen ilk görev; krizin gerçek nedenini, yani kapitalist sistemin işleyişini, tüm yönleriyle ortaya sermek, kitlelere bunu anlatmaktır.
Bilinmelidir ki, burjuvazinin krizden çıkması, üretim araçlarını yenilemesine, emek sömürüsünü yoğunlaştırmasına bağlıdır. Bu da daha az işgücü ile daha fazla artı-değer elde etmesi, yani daha yoğun sömürüdür. Kaldı ki, kapitalizmin en güçlü ekonomik büyüme gerçekleştirdiği “refah dönemleri”nde bile, işçilerin gerçek gelirlerinde bir artış olmaz, artı-değer sömürüsü ortadan kalkmaz.
Kapitalistlere krizden kurtuluş reçetesi sunanlar -farkında olarak veya olmayarak- işçi ve emekçilerin daha fazla sömürülmesine razı geliyor, hatta kapitalizmin gönüllü savunuculuğunu üstleniyor demektir. Çünkü kapitalizm, her bunalımını bir önceki kalkınma döneminin üzerine çıkarak aşmakta, bu da zengin-yoksul kutuplaşmasını derinleştirmekte, aradaki makası iyice açmaktadır. Dolayısıyla kapitalist sömürüyü sınırlayabilmek bile, işçi-emekçi mücadelesini yükseltmekten, sosyalizmin burjuvazi açısından somut bir tehlike haline gelmesinden geçer.
Marks’dan bu yana, komünistler “emeğin korunması” adı altında işçi ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek için kimi talepler ileri sürmüştür. Bu taleplerin önemli bir kısmı, bu düzen içinde gerçekleştirilebilir taleplerdir de. Ancak bu mücadeleyi devrim ve sosyalizm perspektifi ile yürütürler. Düzen içinde “elde edilebilir” olup olmamasına bakmazlar. Aksine “elde edilemez”liğini de mücadele içinde kavrayıp bilinç sıçramasına yol açacak şekilde değerlendirirler. Önemli olan taleplerin haklılığı, meşruluğu ve insanca bir yaşam için gerekliliğidir.
Kriz dönemlerinde de komünist ve devrimcilere düşen görev; krizin kapitalist sistemin bir krizi olduğunu, krizsiz tek sistemin sosyalizm olduğunu kitlelere anlatmak, krize karşı mücadelenin sistemin temellerine vurmayı gerektirdiğini görmesini sağlamaktır. Kriz dönemleri her şeyi daha çıplak biçimde ortaya serer. Dolayısıyla bu gerçeklerin görülmesinin zemini güçlenir.
Kapitalizmin açmazlarının tüm çıplaklığı ile ortaya çıktığı ve tel tel döküldüğü bir anda, ona çözüm önerileri sunmak, müzmin reformistlerin, yeminli devrim düşmanlarının işidir. Kriz gibi kapitalizm yıkılmadan çözülmeyecek bir olgu karşısında bile bu tür arayışlara girmek, devrimci bakışı tümden kaybetmektir.