Ekonomik kriz, Ağustos ayının ortasındaki ani döviz yükselişi ile kendisini ortaya koydu. Öyle ki, 10 Ağustos günü, “Kara Cuma” olarak kayıtlara geçti.
Bu ani çöküşten ilk etkilenen, dövizle iş yapan küçük işletmeler oldu. Kitlelere yansıması ise, gıda fiyatlarında günbegün artışla giderek daha can yakıcı bir soruna dönüştü. Çünkü ülkemizde tarım ürünleri genel olarak ithal edildiği için, dövizdeki artış, gıda fiyatlarını adım adım yükseltti. Ancak bu daha dolaylı bir etkiydi ve pek çok kesim, bu durumla ekonomik kriz arasında doğrudan bir bağ olduğunu fark edemedi.
İnşaat ve tekstil gibi bazı sektörlerdeki yüzlerce işçinin işten çıkartılması, işçilere dönük saldırının ilk adımının geldiğini gösteriyor. Türk-iş başkanının “işçiler krizde ellerini taşın altına koymaktan çekinmeyecektir” sözleri ise, patronların tercümanlığını yapıyor ve krizin faturasını işçilere çıkarmaya ortak oluyor.
Milyonlarca emekli maaşlarını alamadı
Krizin kitleler nezdinde doğrudan ilk karşılığı, bayramdan önce verilmesi beklenen emekli maaşlarının önemli bir kısmının verilmemesi oldu.
Ülkemizde yaklaşık 12 milyon emekli var; bunların yüzde 65’i işçi emeklisi. Emeklilerin 5,5 milyonu, yani yarısına yakını, asgari ücretin altında maaş alıyor ve çok zor şartlarda geçiniyor. Bu koşullarda, özellikle de bayram öncesinde emekli maaşlarının yatması büyük önem taşıyor. Ve uzun zamandır bayram tatiline denk gelen emekli maaşları, bayram öncesinde yatırılıyor.
Ancak bu bayramda bu yapılmadı ve emekliler büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Zaten çok zor şartlarda yaşam mücadelesi veren ve emekli aylıklarının önemli bir kısmını sağlık harcamalarına ayırmak zorunda kalan emekliler için, bu büyük bir darbe oldu.
Üstelik emeklilerin aylıklarını alamaması haberiyle aynı günlerde, Erdoğan’ın Ahlat’ta yaptırmayı planladığı cumhurbaşkanlığı köşkü de gündemdeydi. Bir tarafta köşk için kaç bin metrekare alan ayrılacağının pazarlığı yapılıp bunun için devasa bütçeler hazırlanırken, diğer tarafta emekliler, bayramda parasız kalmanın yoksunluğunu ve acısını yaşadılar.
Kağıt ithal, dergi ve gazeteler krizde
2005 yılında SEKA kapatıldığında, ülkemizdeki kağıt üretimi de durdu. Standart ithalat gerekçesi olan “daha ucuz” söylemi, kağıt konusunda da devreye girdi. Gazete ve dergilerin kağıtları yurtdışından gelmeye başladı. Böylece dergi, kitap ve gazetelerin matbaa süreçleri dolar ve euroya endekslendi. Ve bu, oldukça büyük bir pazara dönüştü. 2017 yılında Türkiye’nin toplam kağıt ve kağıt ürünleri ithalatı 3.7 milyar dolar, 2018’in ilk altı ayında 2 milyar dolar oldu. Gazete kağıdının ithalatı ise 400-500 milyon dolar civarındaydı.
Dövizdeki dalgalanmaların basın sektörünü etkilemesi, öncesinde de bir sorundu zaten. Ancak “kara cuma”nın ardından, basın sektörü çok ağır bir darbe aldı. Aralık ayında tonu yaklaşık 2 bin lira civarında olan gazete kağıdının fiyatı, bugün 4-5 bin liraya yükselmiş durumda. Bu da, salt kağıt giderlerinin iki katından fazla arttığını gösteriyor. Film, kalıp vb. matbaa-baskı süreci de aynı düzeyde fiyat artışı yaşıyor. Kitap basımı sözkonusu olduğunda, yabancı kitapların türkçe baskılarındaki telif ücretlerini de dövize endeksli olduğunu buna eklemek gerekiyor. Ve ortaya devasa rakamlar çıkıyor.
Üstelik buna kağıt bulma sorunu da ekleniyor. Fiyatlar bu kadar yüksekken, nakit sıkıntısı yaşayan kağıtçı, kağıt satın alamıyor ve satamıyor. Bu yokluk, varolan kağıdın fiyatını bir miktar daha yükseltiyor; karaborsa durumu oluşturuyor.
Dahası, matbaa süreçleri adeta döviz borsası gibi anlık olarak yükseliş-alçalışlar yaşıyor. Kağıt satışı için verilen fiyat, bir saat sonra değişebiliyor.
“Havuz medyası” dışında kalan basın, muhalif yayın organları ve yerel muhalif gazeteler ise matbaa giderlerinin ağırlığı altında ezildi. (“Havuz medyası”nın asıl gelir kalemi, bolca yararlandıkları kamu reklamlarından oluştuğu için, onlar şimdilik sorun yaşamıyor.)
En ağır darbe ise, elbette devrimci basına inmiş durumda. Zaten son derece sınırlı bütçelere sahip, tüm geliri kitlelerin desteğinden oluşan devrimci basın, döviz baskısını en ağır biçimde yaşayan kesim oldu.
* * *
Sonbahar aylarında krizin daha da ağırlaşacağını öngörmek zor değil. Daha önceki ekonomik krizlerden farklı olarak bu defa iki olumsuz unsur daha var: Birincisi tarım ürünlerinin ağırlığı ithalata dayalı olduğu için, gıda maddelerindeki fiyat artışı dövizle birlikte artmaya devam edecek ve yoksullukla birlikte açlık da daha geniş kesimleri etkisi altına alacak. İkincisi, kamu ve özel sektör borçları, önceki krizlere nazaran çok daha yüksek olduğu için, krizin şiddeti de yüksek olacak.
Bu koşullarda her kesim, kendi durduğu yerden krize karşı çözüm bulmaya çalışıyor.
Reformistlerin “krize karşı çözüm” adına ileri sürdükleri yöntemler, kapitalizmin geleceğini garanti altına almaya çalıştığı için yanlış ve çarpıktır. Diğer yanıyla, bu önerilerin, kriz koşullarında kendiliğinden, egemenlerin lütfuyla gerçekleşme ihtimali de bulunmuyor.
Devletin krize çözüm arayışlarında ise, ülkenin topraklarını ya da devletin varlıklarını emperyalistlere peşkeş çekmekten, kitlelerin üzerindeki baskı ve terörü artırmaya uzanan, o çok iyi bildiğimiz “acı reçete”den başka bir şey değil.
Ekonomik krize karşı devrimci çözüm ise, faturasını kitlelere ödetme çabasına karşı durmaktır. Krizi burjuvazi çıkardı, faturasını da burjuvazi ödemelidir. Bunu sağlamanın tek yolu da, krize karşı mücadeleyi yükseltmektir. Daha güçlü, daha örgütlü, daha savaşkan ve sonuç alıcı bir şekilde…