“Biz teslim olmayız!” (Nilgün Gök)

Bir kamulaştırma eylemi sırasında 14 Ekim 1993 tarihinde şehit düşen Genç Komünar Nilgün GÖK

“Kirli savaşa alet olmak istemiyorsan ASKERE GİTME!” afişlerini astığı bir sırada yakalanmış ve sonrasında yoldaşlarına gözaltı sürecini yazılı olarak iletmiştir.  Yazısını yayınlıyoruz.

 

“BİZ TESLİM OLMAYIZ!”

Gece saat 23.00 sularıydı. Gelen arabanın ekip arabası olduğunu farkedince, bir alt sokağa geçebilmek için yan tarafımızdaki bahçe duvarından atladık. Fakat adeta bir kuyuya düşmüştük. Atladığımız duvar dışında bahçenin hiç bir çıkışı yok. Köpeklerin kaynaştığı küçük bir alanda sıkışıp kaldık. Nereye atladığımızın farkedilmemiş olabileceği umuduyla sessizce beklemekten başka bir şey kalmadı. Bu arada, yanımdaki genç arkadaşları şubeye hazırlamaya çalışıyorum.

Farkedilmemiz uzun sürmüyor. Hemen tepemize üşüşüyorlar. Bir sürü silah üzerimize çevrilmiş durumda fakat korkudan hiç biri yanımıza yaklaşamıyor. Uzaktan bağırıyorlar: “Ellerinizi kaldırın, sırtüstü yatın, hadi çabuk!”

Benim her davranışımın yanımdaki arkadaşlarımın alacağı tavırlar üzerinde da az çok belirleyici olacağının bilincindeyim. Faşist cellatlara karşı tavır, benim için artık sadece işkencede direnmekle sınırlı değil. Yanımdaki herkese örnek olmalı, direniş ruhu aşılamalıyım.

Bu arada ayağımızın dibine bir el ateş ediliyor. Ama nafile. Biz yine onları dinlemiyoruz, onlarsa yine yanımıza yaklaşamıyorlar. Çevre apartmanlardaki insanlar, balkon ve pencerelere çıkmış gelişmeleri izliyorlar. Teslim olmamaktaki kararlılığımızı bir kez daha vurgulamakla kalmayıp, direnişimizin sınırlarını biraz daha genişletmek amacıyla aklıma bir fikir geliyor: Ayağa kalkıp slogan atmaya ve çevredeki insanlara propaganda yapmaya başlıyorum. “Kahrolsun faşistler… Katil polis… Sizler işte böyle korksınız!.. Halkımız tanık olsun… Komünistlerin kim olduklarını, işkencecilerin korkaklığını görün…” vb. Gecenin o saatinde sesim çınlatıyor ortalığı. Korku içindeki cellatlar ise önce “Yat yoksa vururuz” diye korkutarak beni susturmayı deniyorlar. Bunun sökmediğini görünce, bu kezç apartmanlardaki insanlara dönüp, ” kapatın ışıklarınızı, girin içeriye” diye onları tehdit ediyorlar. Işıklar sönüyor ama pencere aralıklarından, perde arkalarından izlenmeye devam edildiğimizi hissediyorum. Sloganlarım sürüyor…

Sürekli yeni ekipler geliyor. Işıldaklarla üzerimizi aydınlatıyorlar, “Teslim olun!” çağrıları birbirini kovalıyor. “Biz teslim olmayız!” diye yanıtlıyorum bu çağrılarını.

Nihayet, biri üzerimizde silah, bomba vs. olmadığına iyice kanaat getiriyor ki, harekete geçiyor. Peşinden ötekiler… Öyle kolay alınmak yakışmaz bizlere. Sloganı patlatıyorum. Herbirimizin üzerine 4’er 5’er kişi çullanıyor. Diğer iki arkadaş birbirlerine kenetlenmiş durumdalar. Bir ara fırsatını bulup ben de onlara kenetlenmeye çalışıyorum. Ama beceremiyoruz. Tam beni sürükleyip götürürlerken arkamdan bir silah sesi geliyor. Yoldaşlarımdan birini vurdular diye içim gidiyor ama dönüp baktığımda yerde polislerden birinin debelendiğini görüyorum. Korku ve telaştan o karışıklıkta birbirlerini vurmuşlar. Bu onları daha da öfkelendiriyor tabii.

Yumruk, tekme, saç çekme sağanağı altında arabaya bindiriliyoruz. Yoldaşlar da aynı bombardımanın altında. Ama kimseden bir “ah” sesinin dahi çıkmayışı, içimi gururla dolduruyor. Önce …. karakoluna götürülüyoruz. Karakol gayet kalabalık. Her gelen saldırıyor. “Demek faşist polis ha, demek kahrolsun polisler ha” deyip kimi sürüklüyor, kimi yüzümü, kafamı yumrukluyor. Elim yüzüm kan içinde. Kesin kararlıyım benden en ufak bir “ah” sesi bile duyamayacaklar.

“Üstünü arayacağız, ayakkabını çıkart” diyorlar. Onlara inat kıpırdamıyorum. Bakıyorlar olacak gibi değil, bir kaç yumruk daha, zorla çıkarıyorlar. Aramadan sonra “Giy” diyorlar. Bu sefer de giymeyi reddediyorum. Kendileri giydiriyorlar.

Öğleye doğru şubeden gelip aldılar. Çeşitli nedenlerle bayağı sık gelmiştim buraya. Benim için her şey netti. Artık sadece direnişimin biçimi nasıl daha iyi olur diye düşünüyordum. “Yine mi sen”, “abonemiz” gibi sözlerle karşıladılar.

Bir süre bekletildikten sonra sorguya alındım. “Olayı anlat” dediler. İfade ve sorulan hiç bir şey cevap vermeyeceğimi söyledim ve dilim fonksiyonunu tamamlamış oldu. Başladılar papazlığa. Ardından tabii tehditler geldi… Atıldığım hücrede 3 kişiyiz. Tanışma faslının ardından yaptığımız konuşmada, nöbetçilerin karşısında korkulmayacak, onlardan ricada bulunulmayacak, vb. konularda hücre arkadaşlarımla anlaştık.

Akşam tim geldi, tekrar sorguya götürüyorlar. Her şeye hazırım. Mazgallarından bakanlara gülümsüyorum. Önce gayet yumuşak bir dille başladılar. Ne kadar iyi bir okulda okuduğumdan, çok iyi bir ailem olduğundan, saf ve iyiniyetli olduğum için kandırıldığımdan, vb. dem vuruyorlardı. Henüz hiçbir şey sormadılar; tavrımı belirlemiştim en ufak bir diyaloğa girmeyeceğim, yani dilim yok.

Maskelerini sıyırmaları için fazla beklemem gerekmiyor. İstedikleri yanıtları alamayınca girişiyorlar. Başımda 5-6 leş kargası. Bir yandan tehdit bir yandan nutuk. Biri “evini söyleceksin evini” diye bağırıyor, öteki beni de “kaybedeceklerini”, “bir gün tek kurşun yiyip gebereceğimi” vs. söylüyor. Sorgunun diğer yönü de, bir-iki isim vermeyişim… Bir süre sonra, artık benim vereceğim şeylerin onlar için hiç de önemli olmadığını, bunları zaten bildiklerini, keyif için işkence yapacaklarını, vs. haykırmaya başladılar.

İçlerinden birini sözde boş bir işkence odası olup olmadığına bakmaya gönderdiler. Doluymuş(!) haberi geldi. O gecelik şans eseri kurtulduğum, ertesi güne kadar iyi düşünmem, bir iki şey söylersem bırakılacağım tehditleriyle hücreye götürdüler. Gecenin 2’si olmuş saat.

Hücrede yerimde duramıyorum, orayla burayla konuşuyorum. Hücredekilere şarkı, türkü söyletmeye çalışıyorum. Karşımdaki hücrelerde bulunan devrimciler yakalanalı 13 ya da 14 gün olmuş. Tam karşımızda bulunan iki kişiye hemen ısınıyor, onlarla kaynaşıyorum. İfade vermemişler ve hücrede gülümseyebiliyorlar. Gülümsemeyenlere katlanamıyorum ama karşımdaki tüm hücreler gülümsüyor bana, ben de onlara gülümsüyorum. Gülümseme sanki devrimci saflarda  olmanın gizli bir anlaşması, pratik olarak böyle işliyor. Gözlerinde korku, yılgınlık sezdiklerime ise güven kazandırmaya çalışıyorum.

Akşam tekrar alınıyorum. Papazlık artık gitmiş, tehdit var. Bu arada aşağıdan müthiş bağırmalar, çığlıklar geliyor. Şubeye geldiğimden bu yana ilk kez işkence altında birilerinin çığlıklarını duyuyorum; içim burkuluyor, daha bir kinleniyorum. İşkenceciler susmuş çığlık dinletiyorlar bana, sonra pencereler kapanıyor çığlık sesleri kesiliyor. Kesin kararlıyım, “ah” bile demiyeceğim. İşkence deneylerinde çıkarmış olduğum bir sonuç var: İnsan bilincini kaybetmediği sürece, etini bile kesseler, isterse ses çıkarmaz. Ama bilinç kaybolduktan sonra inilti vs. olur mu bilemiyorum. İşkence odasına getirildiğimi anlıyorum. “Filistin askısı”na alındım. Acısı ilk önce ve hızlı bir biçimde duyulmaya başlanıyor. Kollarımda, omuzlarımda yanma, acıma duyuyorum, kaslarım çekiliyor. Ama leş kargalarının aşağıdan, “Şaban, Remzi, Sezai yoldaşlar ölümsüzdür diye şimdi bağır bakalım” demeleri ayrı bir güç veriyor.

Yüzümden terler filan akıyor, hissediyorum. İşkenceciler ayağımdan tutup bir sandalyeye bastırıyorlar. Kollarım uyuşmuş da olsa vücudumun dinlendiğini hissediyorum. Tam o anda sandalyeyi yeniden kaldırıyorlar, işte bu daha fazla bir acı veriyor. Bağıranların korkudan bağırdıklarını düşünüyorum. Çünkü duyduğum acıya rağmen hiç bağırma ihtiyacı duymadım.  Bağırıp bağırmamak tamamen sana kalmış. Hani insan eline bir şey alır inceler ya, ben de onun gibi vücudumdaki acıları, dışımdaki bir şeyi incelemiş gibi inceliyorum beynimle.

Askıda epeyce tuttuktan sonra indirdiler, hepsi suspus. İnsan vücudunun çok dirençli olduğunu düşünüyorum. Bayılmadım, bilincimi yitirmedim, vücudum dimdik. Biraz sersemlik var, kolumda da uyuşma ama olacak o kadar. Dediklerinin hiç birini yapmıyorum. Onlar kolumu sallıyor masaj yapıyor, yüzüme su serpiyorlar… Tekrar yukarı çıkardılar, sandalyeye oturttular, sonra kaldırdılar. Buna da tavır almalıyım, diye düşündüm. Kaldırdıktan bir süre sonra “otur” dediler. Oturmuyorum. Zorla oturttular. Bir daha da kalk demediler. Ben de her işkenceye yeniden hazır olduğumu göstermek anlamında gayet dik duruyorum. Papazın biri aklınca takılıyor:” Ne o kız Atatürk’ün askeri gibi duruyorsun.”

Ne kadar zaman geçti tam kestiremiyorum, yeniden kollarıma giriyor zebaniler. “15 gün buna dayanamazsın, sen istesen de ifadeni almayacağız, o ellerin tutmayacak” diyerek aşağıya indiriyorlar. Bu sefer düz askı. Daha bağlarlarken kolum uyuşuyor. Gömleğimin üst düğmelerinin bilinçli çözülmediğini düşünüyorum, çünkü nefes almakta zorlanıyorum, yüzümden terler akıyor. Bu ikinci askı bayağı uzun geliyor. Bir süre sonra indiriyorlar. Bilincim yerinde fakat kalksam yıkılacağımı hissediyorum. Kararımı veriyorum, ben gitmeyeceğim, onlar beni taşıyacaklar. Yürütemeyeceklerini anlayınca sürükleyerek betona atıyorlar. İşkencecinin biri, “TİKB ruhu ha, TİKB ruhu” diye haykırıyor. Bu sözler herşeye bedel! Öyle gururlanıyorum ki… Ne büyük bir ayrıcalık bu sözlere muhatap olmak.

Tekrar düz askı, bu sefer elektrik de eşlik ediyor. Bu sefer gerçekten kalkacak durumum yok. Herkesin uyumuş olduğunu düşündüklerinden sürükleyerek hücreye atmakta sakınca görmüyorlar. Hücreler uyumamış beni bekliyorlar. Bir an evvel kalkıp mazgaldan, beni teslim alamayacaklarını söylemek istiyorum. Yanımdakilerin içten ısrarlarına yeniliyorum. Benim yerime onlar çıkıyor mazgala.

Sabah yine ayaktayım. Yanımda eski bir DS’li, onun yanında da bir İBDA-C’li var. Beni sürükleyerek getirdiklerini görmüş ağlamış. Sabah büyük bir sevecenlikle halimi hatırımı soruyor. Tuvalete  gidip gelirken bile sorgulanıyorsun. Hiç birine cevap vermiyorum. Açlık grevi kağıdını imzalamıyorum. Bu, orada büyük bir moral oluyor. Her dört saate bir polis değişiyor. İşe bildiğim marşları söylemekle başlıyorum. Polis geliyor bağırıyor, ben sürdürüyorum. Mazgalımı kapatıyor, slogan atıyorum. Hatta bir seferinde, tüm mazgalları kapattıklarında İBDA-C’cileri de örgütleyip kapıya vurma ve slogan atma eylemi gerçekleştirdik. Hemen açtılar. Benim için de hücre sürgünü başladı. Adamlar bilmeden arkaya Y.’nin yanına götürdüler. Bir süre sonra farketmiş olacaklar ki, “Buradan kalk” dediler. Kalkmayacağımı söyledim, baktılar gözümde en ufak bir korku yok, kapımı kapattılar, mazgalı da. Y.’yi götürdüler diğer tarafa.

Yeni gelenlerle birlikte  marş söylemeye başlayınca nöbetçi artık iyice kontrolden çıktığımı düşünmüş olacak ki, saçımdan sürükleyerek beni arkaya götürdü. Tekme tokat kapattılar. Akşama doğru X ile birlikte bu sefer mazgaldan “Ölüm Orucu Şehitleri”nin marşını söylemeye başladık. Yeni gelen nöbetçilerden ikimiz de iyi bir dayak yedik. İki hücre dayağından sonra  bayağı sersemlemiştim.

İşkenceciler Pazar günü geldiler götürdüler. Ağrımı, sızımı soruyorlar. “Çok iyiyim” dedim. Merhem sürmeye kalktılar, reddettim. “İfade ver Pazartesi günü bırakalım”, dediler; “İsterseniz 30 gün tutun” dedim. Pazartesi çıkardıklarında, arkamdan “Sen yine geleceksin, yine görüşeceğiz, senin o beynini değiştirmek gerek” diye bağırıyorlardı. 5 günlük rapor alıyorum.

Tutuklanıyorum.

Aralık 1992

 

Bunlara da bakabilirsiniz

Metal’de -yasağa rağmen- grevler sürüyor

Birleşik Metal-İş Sendikası (BMİS) 5 işletmede TİS görüşmelerine 9 Ağustos’ta başlamıştı. Bunlardan 1’i hariç 4’ü …

ASGARİ ÜCRET ve BİZ EMEKLİLER…

17 bin 2 TL olan asgari ücrete yapılacak zam, günümüzde en temel gündem maddelerinden birisi. …

İEB, savaş bütçesine karşı mücadeleye çağırıyor

Mecliste görüşülmekte olan yağma ve savaş bütçesine, işçilere layık görülen sefalet ücretine karşı, İşçi Emekçi …