Onun ardından… (Remzi Basalak)

23 Ekim 1992 yılında Adana’da bir kamulaştırma eyleminin ardından yakalandıktan sonra işkencede katledilen Remzi Basalak’ın ölümünün hemen ardından bir yoldaşı tarafından kaleme alınan ve ilk olarak Kasım 1992 tarihinde Orak-Çekiç’te yayınlanan yazı, Proleter Devrimci Duruş dergisinin Kasım 2008 sayısında yer aldı. Kısaltarak yayınlıyoruz.

Remzi Basalak 1

O’NUN ARDINDAN…

Şehit düşen yoldaşların ardından herhalde en zor olanı, onları anlatabilmek, yazıya dökebilmektir. Oysa onları yeni nesillere, tüm devrimcilere anlatmak; bir borçtur, bir görevdir. Aynı zamanda ayrı bir heyecan ve coşkudur. Çok zorlanmama rağmen bu yazıyı, bu bilinç ve sorumlulukla kaleme alıyorum.

Remzinin masaya inen tekmesi

Remzi BASALAK, bizim Metin’imiz. Yıllarca örgüt yaşamı içinde o gerçek ismini unutmuştu bile. Sadece illegalite gereği değil, Metin adını çok sevdiği için de hep böyle hitap edilmesini isterdi. (…)Fakat şimdi, düşmana meydan okuyan, yiğitçe direnen ve ölen; yoldaşlarımızın yüreklerinde, devrimci-demokratların belleklerinde bir Remzi BASALAK var… O yüzden -Metin adını çok sevmesine rağmen- Remzi diye sesleneceğim O’na.

Remzi’nin ölüm biçimi, daha doğrusu son on saati, -yakalanışından ölümüne kadar geçen süre olarak tahmin ediyorum- O’nun yaşamını, kişiliğini çok değişik yönleriyle gösterebiliyor. Canlı, coşkulu, çevik, gururlu, direngen… Yüreği yoldaş sevgisiyle, insanlık sevgisiyle dopdolu. Aynı oranda düşmana karşı da kin dolu. Bütün bunları bir film şeridi gibi kare kare son fotoğraflarında görmek mümkün.

Yaşadığı gibi ölebilmek, hatta yaşamındaki eksik ve hatalarını da aşarak ölebilmek, her komünistin arzusudur sanırım. Remzi, böyle bir ölümü yakaladı. O’nunla şehit yoldaşlarımız üzerine konuşurduk zaman zaman. Hep yiğitçe bir ölüm düşlemiştir, daha çok da çatışarak ölmeyi. Yunus yoldaş öldüğünde, “O’nun yerine ben ölmek isterdim” demişti. “Yunus, bizim, yeniden toparlanma ve atılımımızın ilk şehidi; bu büyük bir onur” diye eklemişti. Adana’da TİKB’nin ilk şehidi Azmi yoldaş ile paralellik kurarak…

* * *

Yaşamında çok sıcak, sevecen, hatta duygusal olan bu insan, işkenceciler karşısında bir devdi. Düşman karşısında çok heybetli ve görkemliydi. Onlar Remzi’nin yanında küçüldüler, cüceleştiler, hatta sürüngenleştiler.

Adana’ya ’88’de işkenceye getirildiğinde -İstanbul’da yakalanıp Gayrettepe’de işkence gördükten sonra- örgütümüzün direniş destanına bir sayfa daha eklemişti.

Gecenin bir yarısında getirdiler hücresinden. Sanki uykudan kaldırılmış gibiydi. Önce bana “tanıyor musun?” diye sordular, “tanımıyorum” dedim. Ama O, daha benim sözüm bitmeden,”sana ne yaptılar böyle?” deyip benimle, sağlığımla ilgilenmeye başladı. Şaşırmıştım, açlık grevinden ve işkencelerden dolayı zayıf düşmüştük; ama ortada tanıdığını belli edecek kadar vahim bir durum olduğunu bilmiyordum. Ardından işkencecilere dönüp “nasıl böyle yaparsınız?” diye bağırdı. Acaba tanıdığını söylemekte bir sakınca görmüyor mu diye düşündüm -daha önceden aynı cezaevinde bulunmuştuk- ya da uyku sersemliğine mi geldi de benim, “tanımıyorum” dediğimi duymadı? Aklımdan binbir türlü soru geçti. O’nu tanıyorum ve asla çözülme şüphesi taşımıyorum.

İşkenceciler bu tablo karşısında önce şaşırdılar. Onlar da ilk kez karşılaşıyor olmalılar, çünkü kendi inlerinde hesap soruluyor. İlk şaşkınlıklarını atar atmaz, hemen atladılar bu durumun üzerine. “Sen tanıyorsun demek” dediler. Remzi, o an durumun farkına vardı. “Tanımıyorum, tanısam bile tanımıyorum; sizin inadınıza tanımıyorum!” diye bağırmaya başladı. Bu kez beni bırakıp O’nun üzerine çullanmaya başladılar.

Zil zurna sarhoş, salt zevk için gecenin bir yarısı bize işkence yapmaya başlayan amir bozuntusu, Remzi’ye sille tokat girişti. Yumruğu Remzi’nin gözüne geldi ve gözünün altından kan akmaya başladı. Sanırım işkenceci köpeğin yüzüğü yarmıştı gözün hemen alt kısmını. Remzi elini gözüne götürdü ve kanı gördü. O andan itibaren her şey yer değişti. Remzi’nin tepesi atmıştı. “İşkenceci köpek; sen insan mısın?” diyerek saldırmaya başladı. Remzi’nin tekmesini yedi önce, sonra yumruğunu… Hemen diğer işkenceciler girdiler araya. “Etme Remzi, sakin ol Remzi” deyip bir yandan O’nu yatıştırmaya, Remzi’nin gazabından amirlerini korumaya çalıştılar, bir yandan da alelacele bizleri işkence odasından çıkarıp hücrelere götürdüler. İşkencehanede böyle güzel bir manzarayı seyredebilmek herkese nasip olmaz sanırım.

Remzi’yi zor zaptediyorlar. İşkenceci bir köşeye sinmiş, aptal aptal bakıyor. Remzi bağırıyor: “Ben bir komünistim, adım Remzi BASALAK; erkeksen, sen de söyle adını.” Tüm hücreler Remzi’nin sesiyle inliyor. Herkes uyanmış, bu muhteşem direnişi beyinlerine kazıyorlar. Herkesin tüyleri diken diken. Çözülenler bile sarsılıyor. Remzi hakkında ifade veren biri: “O gece kafamı duvarlara vurdum” di­yordu, daha sonra karşılaştığımızda. Ağlayanlar, bu akıl almaz tablo karşısında nutku tutulanlar vardı.

Remzi’yi zar-zor hücresine götürdüler. Bizleri de. Artık hücreden sesini dinliyoruz. Bir süre sonra -işkenceci şef Remzi’nin kapısının önüne gelmiş olmalı- anahtarların yerini soruyor. Remzi yine bağırıyor: “Örgütün bütün evlerinin anahtarları bende; gel, al alabiliyorsan; hepsinin yerini biliyo­rum; gel, söylet söyletebiliyorsan!”

Remzi, ısrarla işkenceciye adını soruyor. “Bak ben söylüyorum; adım: Remzi BASALAK, sizden korkmuyorum; sen niye kor­kuyorsun?” Amacı belli; işkencecinin adını söyletmek ve peşini bırakmamak… İşkencecinin sesi kısık, zor duyuluyor: “Ne yapacaksın adımı, beni öldürecek misin?” “Sana harcayacağım kurşuna yazık, o kurşuna vereceğim paraya yazık! Ben düşmanımın da mert olmasını isterim; sen benim düşmanım bile olamazsın” diyor Rem­zi. So­nunda işkenceci, yine fısıltı ile ismini söylüyor. “Adım Yusuf ÖZBEK” diyor. Sarhoşluğuna mı yor­malı, sıkışmasına mı, yoksa yalandan bir isim mi söyledi, bilemiyorum.

Sonradan savcılıkta bu işkenceci için suç duyurusunda bulunduk ve hakkında dava açtık. Bize gelen yanıt; “bu isimde birinin Adana Emniyeti’nde bulunmadığı” oldu. Daha sonra apar topar tayininin çıkarıldığını öğrenmiştik. Dava takipsiz­lik kararı ile sonuçlandı ve düştü; ama Remzi’nin yarattığı destan, tanık olan­ların ve duyanların yüreğinde yer etti. Polislerin bile saygısını kazandı. Hepsi tek tek hücresine gidip, af diliyorlardı. Kendilerinin ne kadar suçsuz olduk­larını anlatıyorlardı.

* * *

“Yaralı halde yakalandı” diye Remzi’yi gazetelerde gördüğümde, “O’nu öldürecekler” diye düşündüm ilk anda. Hemen Adana’daki son işkence dönemi geldi aklıma. O’nu çok iyi tanıyorlardı. Hiçbir şey alamayacaklarını biliyorlardı. Sonra mantıklı düşünmeye zorladım kendimi. “Basına çıkardıktan sonra öldürmeleri çok zor, bunu kolay kolay göze alamazlar” diye teselli buldum. Masayı tekmesiyle devirmesi, yeni bir direniş de­stanının başlangıcıydı. “Yaptı yapa­cağını yine, dağıtacak işkencehaneyi” diye gururla anımsadım direnişini.

O’nu sağ yakaladıklarına bin pişmandırlar. Amirleri muhtemelen kızmıştır yakalayanlara, “niye orada öldürmediniz?” diye. Bu öyle bir nef­ret, öyle acizlik ve öyle bir yenilgi ol­malı ki, herşeye rağmen O’nu öldürmeden duramadılar.

Remzi’nin direnişi herhangi bir dire­niş değildir. “Yapmadım, bilmiyorum, görmedim” değildir. Meydan oku­yuştur. Sadece mahkemede değil, işkencehanede de yargılayandır. Sor­guya çekilen değil, sorgulayan, onlara adını söyletendir. “Ben komünistim” diye haykıran, sosyalizmin değerlerini, onların en güçlü oldukları inlerinde savunandır. Faşizmi, işkencecilerin nezdinde rezil rüsva eden, çiğneyip geçen, devrim ve sosyalizmi, örgütümüzü kendi şahsında yücelten, devleştirendir.

O, bir direniş ustasıdır. Her alınışında bir öncekinden daha üst boyutlara sıçrattı ve en sonu direnişin doruklarında ölümsüzleşti. O, Fatih’in iyi bir öğrencisi olduğunu kanıtladı. O’nun di­reniş çizgisi, sadece işkencehanelerde değil, faşizmin zindanlarında da sürdü. Antakya Cezaevinde İstiklal Marşı ve tek tip elbiseye karşı direnişi başlatan ilk komünistti. Uzun süre açlık grevi yaptı. Direnişi, Antakya’ya kazındı ve adeta efsaneleşti… O’ndan gardiyanlar bile hayranlıkla söz ederdi, hepsi çok etkilenmişti. İçlerinde sadist, insanlıktan nasibini almamış gardiyanlar da vardı. Bunlardan biri zevk için Remzi’yi dövmeye kalkmış. Remzi de ona; “Bak, ben bu Antakya sokaklarını da senin adını da çok iyi biliyorum. Buradan er geç çıkacağım ve seni bulacağım” demiş. O günden sonra bu aşağılık yaratık ne diller dökmüş fakirlik ve emir kulluğu üzerine. “Mertçe olsun isterim; dostluk da düşmanlık da” derdi hep. Böylesi sürüngenlerden nefret ederdi. Ama faşizmde mertlik ne arar?

“Bizi mındır mındır oynattı” diyordu bir işkenceci şefi. “Kedinin ciğerin peşinde koştuğu gibi koşturdu; Çok düştük peşine, ama her defasında atlatmayı başardı. Fark edip bizi saatlerce dolaştırıyor, gideceği yere gitmiyordu” diye yakınıyordu. Ve en sonunda yakalamış olmanın mutluluğu içindeydi. (…) Şurası kesindi ki, Remzi illegalite kuralları konusunda çok titizdi ve hep ilkeli davranırdı. Uzun yıllar kaçak yaşamak, onun bazı davranışlarını alışkanlık haline getirmişti. (…)

Cezaevinde yattığı uzun yıllarda diğer devrimcilerin de hayranlığını, sevgi ve saygısının kazanmıştı. Bunlardan biri de Sağmalcılar’dı. Onu tanıyan farklı örgütlerden tüm devrimciler, ondan hep övgüyle söz ederlerdi. O da devrimci değerlerini koruyan, yozlaşmayan devrimcileri sevgiyle anımsar, yiğitliklerini, direnişlerini anlatırdı. Bir gün bir randevuda buluştuğumuzda, her zamanki coşkusu ve neşesi yoktu.  “Neyin var” diye sordum. “Sinan’ın öldüğünü duydun mu?” dedi. -Sinan Kukul, DS/MK üyesi- “Evet duydum” dedim.  O sıralar babasının ölüm haberini yeni almıştı ve babasını çok severdi. “İnan -dedi- babamın ölümünden daha fazla etkiledi beni. Mütevazı, alçakgönüllü bir devrimciydi, hep gözümün önünde.”

* * *

Remzi, Adana’nın Ceyhan ilçesine bağlı bir köyde doğup büyümüş bir köy çocuğudur. Adana Erkek Lisesi’nde okuyan liseli öğrencidir. Yaz ayları atölye ve küçük fabrikalarda çalışan işçi gençtir. Köyü, fabri­kayı ve okulu, kendi yaşamında sentezleyebilmiştir. Çocukluğundan beri hep çalışmıştır. Çalışkanlık ve fedakarlık, O’nun belirgin özellikleridir. Halkımızın deyi­miyle, “on parmağında on marifet” vardır.

Bir alüminyum fabri­kasında çalışırken örgütle tanışmış. Ölmeden kısa bir süre önce, yine büyük bir coşku ve heyecanla anlatmıştı örgütle ilk tanıştığı anı. “Hepimiz genç işçiydik ve sen­dikasızdık. Az bir ücretle, kötü koşullarda çalışıyorduk. Fabrikada bir TİKB sempa­tizanı vardı. Olgun ve kendini kabul ettiren bir insandı. Bir gün, sendikalaşma üzerine konuşmak için bizleri çağırdı. 20-25 genç, doluştuk bir kamyonetin arkasına, por­takal bahçelerine gittik. Ora­da bir bayan yoldaş da vardı. Uzun uzun konuştu. Aklımda kalan şey ise; sendika­laşmanın gerekliliği, ama sorunların bununla çözüle­meyeceği olmuştu.”

O’nun örgütle ilk tanıştığı yıl ‘79’dır. O günden sonra, 12 Eylül’ün en zor günlerinde bile örgütünden hiç kopmadı. Yaşadığı süre içinde olduğu gibi, ölümüyle de devrime ve örgüte çok şey kattı. Remzi Basalak ismi ve yarattığı direniş unutulmayacak…

 

 

………

Remzi 34

 

Aşağıdaki yazı, Remzi BASALAK’ın, Mehmet Fatih ÖKTÜLMÜŞ yoldaşın mezarını ziyareti sırasındaki duygularını anlattığı bir yazıdır. Proleter Devrimci Duruş dergisinin Haziran 2007 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

 

FATİH’İN MEZARI BAŞINDA, ONUNLA SOHBET

Sen hep aramızdaydın, aramızdasın ve her zaman aramızda olacaksın…

Osman Yaşar Yoldaşcan, ismail Cüneyt ve diğer şehit yoldaşlar gibi, en önde dalgalanan bayrağımız oldunuz. Yüreğimizde ve bilincimizde hiç silinmemecesine yer edindiniz. İhtilalci maya kabardıkça, tüm insanlığın bilincine ve yüreğine yerleşeceksiniz…

Biliyorum anlatmak zor seni… Hissetmek gerekir, yaşamak gerekir… Biliyorum insanlığın kurtuluşu için yapılan her uğraş karşısında duyulan coşku, seni tanımak, seni hissetmek demektir…

Yoldaşlarına; “siz bu göreve benden daha fazla layıksınız, ama ne olur bu görevi bana verin” deyişin, bir inancın sembollenişi, dile gelişi değilse nedir? Bunu içten bir şekilde söyleyebilen her yoldaş, sana yaklaşıyor ve senleşiyor demektir.

Ölüm nedir ki?.. Bir daha öldürülemeyecek şekilde ölümsüzleşmek demek değil midir? (Söylemeye  gerek var mı) bu ölüm, yaşamı güzelleştirmek uğruna olduktan sonra, insan ölmeden önce ölümsüzleşebilmek için, emeğini ve ruhunu vermek zorunda.

Senin ruhunu yüreğimizde saklı tutamayız. Seni tüm yüreklere taşımak zorundayız. Aksi halde çıkar gidersin; küllenmeye yüz tutan, silkinmeyen yüreklerden. İşte o an, yürek ve bilincin zifiri bir karanlığa bürünmeye, insanın yaşayan bir ölüye dönüşmeye başladığı andır.

Seni anmak, tanımak değil; senin ruhunu taşımaktır. “Sen bu işi nasıl yapardın” sorusunun yanıtı; emeğinin son sınırlarını zorlayarak ve ruhunu da katarak olmalı. Yaptığımız her işe ruhumuzu katmak demek; sizlerin, o işi denetlediğinizi asla unutmamak demektir. Ruhunu katmadan yapılan her görev, üremeyen ve üretemeyecek olan kuru, kısır bir üründür. Sonsuz sınırda emek harcamaksa nafile…

 

Fatih ile ilk tanışma…

Karşı-devrim gemi azıya almış saldırıyor, insanın insanlaşmasını isteyen, bunun için emek ve ruh veren tüm devrimciler katlediliyor birer birer ve toplu olarak…

Işıklar söndürülmeye, insanlık zifiri karanlığa büründürülmeye çalışılıyor. Kendinden önceki kahramanlıkların mirasını omuzlarında,  yüreklerinde taşıyan komünistler, ışık olup, aydınlatmaya, Prometeus gibi ateşi- ışığı, insanlığa ulaştırmaya çalışıyor.

Böyle bir ortamda tanışmıştık seninle. Kaldığım evde ağabeyimdin; ama seni daha önce hiç görmemiştim. Küçücük, sade bir ev…

Merdivenleri çıkıyor, anahtarla kapıyı açıyorum. Kapı kilitli değil. Senin, o gün geleceğini bilmiyorum.  Şaşırıyorum, içerde etrafa bakmıyorum. Garip, olağanüstü hiçbir şey yok. Pijamaları giymiş, öylece gülümsüyorsun orada.  “Gel -diyorsun- otur şöyle, ben burada ağabeylerinden biriyim; buraya, sen gelmeden önce de gelip gidiyordum.”

Tedirginliğimi yatıştırmaya çalışıyorsun. Sıcaklığını, yoldaşça sıcaklığını hissetmek uzun sürmüyor.  “Beni daha önceden tanıyor musun?” (O günlerde afişlerde aranan yoldaşların da resimleri çıkıyordu; elimizden geldiğince bunları yırtmaya çalışıyoruz; “vur emri ile aranan” alt yazılı afişleri yırtarken pek dikkatli bakmıyoruz) “Hayır, tanımıyorum” diyorum. “Ben, seni gıyaben de olsa tanıyorum; ama sen yine de kendinle ilgili hiçbir şey anlatma, buna gerek yok. Bunları seni bir nebze olsun rahatlatmak için söylüyorum. Hem düşünsene eğer devlet böyle çalışsa -ki bu mümkün değil- işimiz çok daha zor”.

Remzi koğuşta

Karşılıklı sohbet bu eksende sürüyor. O an aklıma geliyor diğer odada otomatik silahlar, yayınlar ve kitaplar var. Soruyorum:  “Diğer odada neler olduğunu biliyor musun?”  “Evet, dedim ya, bu eve sen taşınmadan önce de gelip gidiyordum.”

Düşünüyorum. Daha içeri girdiğim an, O’nun, yoldaşlık sıcaklığı sarıp sarmalamıştı beni.  Beklemediğim bir anda, daha önce hiç tanımadığım halde. Yoldaşlık duygusunu tatmayanın, hissetmeyenin bunu anlaması olası değil. Ne anne-baba, ne arkadaşlık, ne dostluk, ne sevgiliye duyulan aşk… Hepsinin üzerinde; hepsinden farklı, hemen hepsini kapsamına alacak yoğunlukta, sınırsız bir yücelik var. Hele karşımızdaki Fatih ise, bunu hissetmemek, yaşamamak için insanlaşmamış olmak gerekir. Bu sıcaklık yüreğe bir daha çıkmamacasına yerleşiveriyor.

 

Devrimciliğe ilk adım…

Koşullar kötü. Değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama bunun değişmesini istemeyenler zor kullanarak engel olmayı amaçlıyorlar. O zaman onlara karşı zor kullanmak kaçınılmaz oluyor.

İnsan gibi yaşamak istiyorum, bunun için üretime katılıyorum. Küçük bedenimle günde 10-12 saat çalışmama rağmen, yaşayabilmek için ihtiyaçlarımın büyük bir kısmını ailem karşılamak zorunda kalıyor. Düzen öyle çarpık ki, üretime yeniden katılmamızı sağlayacak kadar bile pay vermiyor kendi ürettiğimiz üründen. O zaman düzeni değiştirmek gerekiyor. Bunun nasıl olacağını araştırmaya koyuluyorum. Çok yakınıma kadar ulaşan bir ışık pırıltısı. Yöneliyorum o tarafa. Bir tür yeniden doğuş, yeni bir yaşam biçiminin ilk başlangıcı…

Düzene duyulan kin ve öfkeyi biçimlendirerek, içimizde yanan ateşi alevlendirerek adım adım “yenilenerek” insanın insanlaşması kavgasına katılıyorum. “Prometeus”lar ihtiyaç duyduğum ateşi getirmeye başladılar. Ben de, bu ateşi, kendi içimde yanan ateş ve ruhla, başkalarına, aynı anda ve güçlü bir şekilde taşımalıyım. Yüreklerde yanan ateşleri bir araya toplayıp, insanın insanlaşması uğruna insanlığın hizmetine sunmalıyım.

Bu ateşin, bu ruhun, insanın insanlaşmasını sağlamaması mümkün değil. İçimizi yakan, kin ve öfkeye boğan düzenin, yaktığı, bu ateşin biraraya gelmesi sonucu yanıp kül olacağı kesin, hatta kaçınılmaz.

Evet, biz başlatmamıştık; ama bizi buna zorluyorlar. İhtiyacımız yok onlara; ama onların, saraylar da-köşkler de saltanat sürebilmeleri için, bize ihtiyaçları var. Bizi, ücretli köleler olarak tutabilmek için, ürettiğimiz ürünlerin artıdeğeri ile bize karşı silahlanıyorlar. Geciktiğim her gün, onların yeni yeni silahlarla donanmasına neden oluyor.   O zaman elimizi çabuk tutmamız gerekiyor. İnsanlığın insanlaşmak için bizden önce verdiği kavgaları öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz; kavgayı devam ettirmeliyiz. Tüm deney ve tecrübelerden dersler çıkararak, bizden sonrakilere ışık tutmak, içimizdeki ateşi insanlığın hizmetine sunmak zorundayız.  Yoksa mahvolur insanlık…

Gelin yoldaşlar toplayalım, bir araya getirelim bu ateşleri, bizi aydınlatan bilimin ışığında, kölecileri ve haramileri yok etmek için ateşlere ruh verelim.  Bağlarımızı güçlendirelim, daha fazla ruh katalım yapmakta olduğumuz görevlere. Ezilen, sömürülen her insanın içindeki o kızgın kora mutlaka ulaşmaya çalışalım.

O kadar çok araçla alevlenmesini engellemeye çalışıyorlar ki, bu yüreklerin; ancak bilim, bugüne kadar bulamadı daha bu ateşi söndürebilecek bir aleti. Egemenler sadece küllendirebiliyorlar. Bizler inanç ve ruhla içimizdeki ateşi bütünleştirerek küllendirilmeye çalışılan insanlığın yüreğindeki bu ateşleri bir araya toplayarak yok edilmesi gerekenleri, ihtiyaç duyulmayan köleci bezirganları, insanın insanlaşmasının önündeki tüm engelleri kaldırma kavgasına bir an önce başlamak zorundayız. Aksi davranış içerisinde olmak, insanlığa öncülük iddiasında olan bizlerden gelecek nesillerin hesap sorması demektir; bilimin ışığını yansıtmıyoruz demektir. Yaptığımız işe, üstlendiğimiz görevlere ruhumuzu vermiyoruz demektir. Biz daha kendi yüreğimizdeki ateşin küllerini temizleyememişiz demektir. Küllenen ateş, çevresini ısıtmaz ve aydınlatamaz. Silkelemeli herkes üzerindeki külleri, ısıtmalı ve aydınlatmalı bilimin ışığında her yeri.

*****

Yoldaşlar,

Hakkım yok belki, Fatih’in adına böyle bir yazı yazmaya, onun adına konuşmaya. Lakin içimde haykırıyor Fatih yoldaş… Yaşadığım coşku ve sevinci hissetmenizi istiyorum. Tüm yoldaşların duymasını istiyorum. Sözlerimde yanlış anlaşılmaya neden olabilecek yerler varsa, düzeltin.

Mezarı başında yaptığım sohbetten sonra, onun, yanına gelen bizlere yanıtı, gelenlere seslenişi böyle olurdu diye düşünüyorum…

Hoşgeldiniz yoldaşlar, dostlar hoşgeldiniz…

Biliyorum, fazlaca da hoş değilsiniz. Burası bir mezarlık! Bazılarınızın dudaklarının titrediğini hissediyorum.  Yok…yok!.. Hayır!.. Kesinlikle!.. Bakın, düşman pusuya yatmış, bekliyor…  Bedenimin aranızda olmayışına bu kadar üzüldüğünüzü düşmana belli etmeyin! Çakallar sürüsünün yüreğine korku salmanın yolunun, katledilen her bir canyoldaşımın yerinin, yüzlerce kez ama yüzlerce kez çoğalarak doldurulmasından geçtiğini sakın unutmayın!

Aranızda canyoldaşlarımla yeni tanışan, buraya ilk kez gelenlere sesleniyorum:  Bizi kenarda durarak tanımanız mümkün değil. Açın yüreklerinizi bizlere ve canyoldaşlara…   Bakın o zaman, çok daha çabuk kavrayıp anlayacaksınız; Yunus gibi, Eralp gibi…

Evet, görmesin sakın gözyaşlarınızı düşman. Hem ben, içinizden bazılarının zannettiği gibi, insanüstü bir yaratık değilim. Sizler gibi bir insan, sizler gibi içinde kin ve öfke taşıyan, sizler gibi seven, sizler gibi üzülen, sizler gibi ağlayan… Ben, sizlerim, sizlerin içindeyim. Aralayın yüreklerinizdeki kapıları; beni ve diğer yoldaşları göreceksiniz.

Bedenimin aranızdan ayrıldığı ilk yıllarda tek tük yoldaşlar gelebiliyordu buraya.  Canyoldaşlarımın hemen hepsi  cepheden savaşıyordu  düşmanla.  Kimisi dışarda, kimisi işkencede, kimiside zindanda…  Bu  nedenle  huzurluyum.  Hissediyorum; beyinlerinde ve yüreklerinde yaşadım, yaşıyorum ve yaşayacağım…

Kim ne derse desin, kim ne kadar haklı olursa olsun, kapatıyorsa eğer yüreğini örgütlü güce, dışına savruluyorsa kavganın,  ayak uyduramıyorsa gelişmelere, söylenen sözlerin haklılığı bir hiçtir. Özellikle geçmişte hemen her cephede düşmana karşı birlikte savaştığımız yol arkadaşlarının birkaçı içlerindeki korun küllenmesine izin vermişler. Siz ki, düne kadar güzelleştirmek için kavgayı, çirkinliklere karşı savaştınız. Küçümsenmeyecek deney ve tecrübe birikimine sahipsiniz. Kiminiz düne kadar, o güzel günün muştusunu yerleştirdiniz; küller arasındaki, silkinen yüreklere.  Görüyorum ki, şimdi siz kapandınız içinize. Geçmişte hepimizin sığabileceği genişlikteki o yürekleriniz şimdi daraldıkça daralıyor.  “Dünya  küçük, büyük olan yüreklerimiz” diyordu, aranızda kimi… Hani? Nerede, o büyük yürek?  Yok mu, orada bir tekimizin bile girebileceği kadar bir yer?  Açık bırakın, bizden taraftaki kapıyı; bakın, nasıl alevlendireceğiz  içinizdeki yangını tekrar…

Her geçen yıl, artarak geldiniz buraya… Bakıyorum ki, bugün daha da kalabalıksınız. Her yıl katlanarak,  çoğaldığınızı-çoğaldığımı hissediyorum. Belki bugün, birçoğunuzu buraya, benim yanıma, mezarcılar getirdi. Onlar da, artık tanıyor bendeki sizi; inanmasalar da, inancın önünde eğilmek zorunda kalıyorlar. Herkes  gibi…

Dinleyin dostlar, yoldaşlar…

Bugün, buraya, beni görmeye, ziyaret etmeye, fatiha okumaya gelmediğinizi biliyorum. Bundan da gurur duyuyorum. Hepiniz kin ve öfkelisiniz, biliyorum. Yaklaşın birbirinize, bunu hissedeceksiniz. Ben hissediyorum, diğer canyoldaşlarımla birlikte yüreklerinizdeyiz. Kin ve öfke dolu tüm işçi ve emekçilerin yüreğine girebilmek için, külleri savurun. Biz, sıcaklığı hissederiz ve hemen büyütürüz yangını…

Duymak istiyorum, sesimi sesinizde… “Biz…, biz…, biz…, Fethetmek için dünyayı savaştık, savaşıyoruz, savaşacağız…”

Açın, yüreklerinizi dostlarınıza. Ateşin çevresindeki külleri temizlemenize yardımcı olsunlar. Kapatın bilincinizi ve yüreklerinizi düşman karşısında. Haykırın, kin ve öfkenizi; her yerde, her zaman. Bakın, görün o zaman, çakallar sürüsünün sinişini.

Sesinize ses, gücünüze güç katın! Yoksa küllendirmek için içinizdeki ateşi, terör estirirler, estiriyorlar; ama bir silkinişimizde bile, ölüm çığlıkları atmaya başlıyorlar. Düşman saldırıyorsa, korkuyor, demektir.  Bizler, korkuyorsak onursuzca yaşamaktan, saldırmak zorundayız her cepheden.

Son mektuplarımda da dile getirmeye çalıştığım gibi: “Bizleri, arkamızdan çok övüp, yeraltında, yüzümüzü kızartmayın”. Bazı ahmaklar bu sözlerimi çarpıtmaya çalışıyor. Bilin dostlar: Örgütümüz savaştıkça, bizim yüzümüz asla kızarmayacaktır. Bilin ki, sizlerle çoğalacağız biz; sizlerle yok olacağız. Yok olmaktan da korkmuyoruz; çünkü çoğalamazsak, dönüşemez ve dönüştüremezsek yok olalım daha iyi… Yokolacağız, diyen bir tek kişiyi bile, yüreğimizin, bünyemizin dışına atın! İşte o zaman, çoğalmamızın önündeki  —gelişemememiz için içimize sinmiş zehirden— engelden kurtulmuş olacağız.

Buraya, beni ziyarete değil; kendinizdeki beni görmek için gelin. Bugün buraya geldiyseniz; ben, zaten, sizin içinizdeyim…

Dostlar…

Şimdi, buradan ayrılmadan önce, katlanarak büyüyebildiyse öfkeniz;  bunu, eyleme dönüştürmekte tereddüt etmeyin! Her birinizin yüreğinin atışı daha da hızlandı hissediyorum… Yüreğinizdeki bu atışın temposunu, saflarınızı sıklaştırarak, kavgada, enerjiye dönüştürün! Birbirinizi kırıp incitmeyin, sakın. Unutmayın ki, kişi, yalnız başına bir hiçtir. Ancak, örgütlü bir güç, kişiyi yüceltir ve güçlendirir. Sevgi, şefkat ve sıcaklık, kin ve öfkeli yürekleri mutlaka harekete geçirir.  Yoldaşlık sevgisi ve sıcaklığını yerleştirdiğiniz zaman; yüreklere, kavganın bilinci ve zorunluluğu çöreklendikçe bilinçlere, en zor anlarda dahi, tek başına olduğunuz anda dahi, sonsuz bir kitle vardır; o yüreklerin içinde. O bireyin içinde, o bireyle birlikte, dimdik kitleler vardır; zorluklara karşı ayakta duran…

Yoldaşlık sevgisi… Sevgilerin en yücesi… Aynı dava, aynı hedef uğruna insanlığın ortak çıkarları için, aynı yolda, coşku ve sevinç dolu olarak, aynı yolda yürüyenlerin kurabileceği bağ… Bu bağ, insanın, kavganın en aşılmaz engellerini dahi aşmasına yardımcı olacaktır. İnsanlığın insanlaşması mücadelesinde, iradeyi, bilinci ve ruhu şekillendirecek, sürekli sağlamlaştırılıp geliştirilmesi gereken; sonsuzluğa yürüyüşte, sonsuza dek güçlendirilmesi gereken, güçlendirilmesinin araç ve yöntemlerine sürekli yenilerinin eklenmesi gereken…  Dostluk,  arkadaşlık, sevgi, aşk… Bunlar, yoldaşlık bağıyla sarıp sarmalanmadığı sürece, dar, kısır bir döngü içerisine hapsedilmek zorunda kalınır. Bunları, tek tek veya birkaç kişi, bir arada, kendi içlerinde geliştirilebildikleri halde bile, kendini başkalarında çoğaltabilmeleri sınırlıdır. Temel ve en güçlü halka olan yoldaşlık bağı ile sarıp sarmalandığı zaman, daha da bir başka güzel olacağı kaçınılmazdır, işte bu nedenle, bizlerin dostluğu ve arkadaşlığı, bizlerin sevgisi ve aşkı, düne kadar insanlık tarihinin göremediği güzellikte olmaktadır. Bu güzellik, ortak ideallere duyulan aşkın güzelliğidir. Bu güzellik, insanın insanlaşması sürecinde daha da gelişip güzelleşecektir.

“Nasıl oluyor da hep coşkulu ve genç kalabiliyorsun?”  “Devrim ve sosyalizm uğruna savaşmayı öyle çok seviyorum, ona öylesine aşığım ki, ondandır…” diyor, Fatih yoldaş. İnsanın insanlaşmasına bir tutkudur bu, bir arzu, bir istek, bir özlem; işte yaşamı güzelleştiren yaşamı anlamlı kılan…

Bizde hiç kimseye yetki ve sorumluluk yüklenmez. Eğer, isterse kişi, bunu, kendisi kazanır. Bu sorumsuzluğun ve kargaşanın yaşandığı bir kulüp olduğu anlamına gelmez. Aksine herkesin, kendi sorumluluk ve bilinciyle, önüne koyduğu hedeflere ulaşması için, önü açıklıktır. “Ben örgütüm; onun ruhunu taşıyorum” diyen her yoldaş, onun gereklerine, onun üzerine yüklediği sorumluluk ve görevlere ruhunu vermek ve yansıtmak zorundadır. İçersinde ihtilalci mayayı taşıyan her yoldaş, bu mayanın gelişiminin koşullarını hazırlamak ve başkalarına aktarmak zorundadır.

Partileşme ve kitleselleşme sürecini hızlandırmak bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor. İdealimizdeki bu sonsuz ilerleyişe, aşka, sevgiye ulaşabilmenin yol ve yöntemi, bu zorunluluğun bilinciyle hareket etmemizdir. Duyulan her acı, hata ve başarısızlıklar, gücümüze güç katmalı, bizi ileriye doğru kamçılamalıdır.

18 Mayıs ’92

 

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …