Yüreklerimizin gönderinde çelikten bir yıldızdır onlar: EKİM ŞEHİTLERİ

ekim-sehitleri

Ekim ayı, tüm dünyayı sarsan 1917 devriminin, tarihe “Ekim devrimi” olarak geçen ilk proleter devrimin gerçekleştiği aydır. Aynı zamanda binlerce devrim ve sosyalizm şehidinin toprağa düştüğü ay… İhtilalci komünistler de en fazla şehidi bu ayda verdiler. Onun içindir ki, “Ekim şehitleri”ni tüm devrim ve sosyalizm şehitlerini anma ayı ilan ettiler.

29 Eylül 1980’de faşist cuntaya sıktığı “ilk kurşun”la ölümsüzleşen Osman Yaşar Yoldaşcan; 25 Ekim 1981’de işkencede katledilen Ataman İnce; 23 Ekim 1992’de bir kamulaştırma sonrası çıkan çatışmada şehit düşen Şaban Budak, aynı eylemde yakalanan ve teşhir masasını tekmesiyle yıkan, bu yüzden de faşist cellatların kudurmuşçasına saldırısına uğrayan Remzi Basalak; bu yoldaşların katledilişinden bir hafta sonra 30 Ekim 1992’de trafik kazasında yitirdiğimiz Sezai Ekinci; ve bir yıl sonra 14 Ekim 1993’te bir kamulaştırma eyleminde vurulan “yeni çağın çocuğu” Genç Komünar Nilgün Gök…

Ekim ayında şehit düşen ve o yüzden de “Ekim şehitleri” olarak andığımız ihtilalci komünistlerdir bunlar… Sakınmasız, tereddütsüz ve çıkarsızdılar… Toprağa gömülen köklerimiz, ileriye yürüyen umudumuz oldular…  Geleceğe direniş mirası bıraktılar…

* * *

Osman Yaşar Yoldaşcan, “hücum ruhu”nun mimarıdır. TİKB’nin kurucusu, beyni, ateşleyicisidir. En zorlu anlarda, tüm dönemeçlerde varlığı ile umut taşıyan, güç verendir. Onun içindir ki, 12 Eylül’e sıkılan “ilk kurşun” olabilmiştir. Karanlığı yaran bir şimşek, güneşe yollanan ilk selamdır… İhtilalci komünistlerin 12 Eylül gibi zorlu bir sınavdan başı dik çıkmasında ve bu direnişçi mayanın tutmasında baş mimardır. Ardından diğer yoldaşları ve tutarlı devrimciler onun yolunu izlemişlerdir.

Sezai Ekinci; örgütün kuruluşunda, ideolojik-teorik gelişiminde, askeri olarak yetkinleşmesinde, 80 sonrası atılımında büyük emekleri vardı. O, ufak-tefek, mülayim denilecek yapısından hiç beklenmeyecek tarzda, askeri yönden oldukça gelişkindi. Siyasal olarak da kendini sürekli geliştiren, yenileyendi. ‘80 sonrası atılımda, onun siyasal ürünlerinin rolü büyük olmuştur. Sezai, aynı zamanda 100 günü aşkın işkencelerde direnişin, Mamak zindanında yenilgiden zafere yürüyüşün simgesidir.

Ataman İnce, mücadelenin her cephesinde baş eğmez bir savaşçıydı. İstanbul’un “Kara Murat”ı, Adana’nın “Sedat abi”siydi. Daha 14 yaşında devrim davasına adanmış yüreği, ’71 devrimcileriyle buluşmuş, Denizlerle aynı koğuşu paylaşmış, onların “maskotu” olmuştu. 12 Eylül’ün en zor yıllarında İstanbul İl Komitesi üyesi olarak, “kavgamızın şehri”nin her yanına ayak bastı, yenilgi ruh halini kırmaya çalıştı. Bu çaba içindeyken düştü polislerin eline. Soğanlık Karakolu’nda yoğun işkenceler altında ölümüne direndi. Ağzından “ben komünistim” dışında bir şey duyamadılar. Son nefesini böyle verdi Ataman.

Remzi Basalak, “bu gelenek geliştirilmeli” derdi hep. Adana’da yakalanıp “teşhir masası”nın önüne getirildiğinde, bastı tekmeyi masaya. Üzerindeki paralar, silah ve dokümanlar savruldu yere. Polisler şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemediler önce. Sonra gazetecilerin önünde öfkeyle saldırdılar üzerine. O gece işkenceyle öldürdüler onu. Ama Remzi’nin teşhir masasına inen tekmesinin izi, o masanın üzerinde hep kaldı. Sonrasında işkenceciler “teşhir masası”nı kaldırmak zorunda kaldılar. Remzi, 17 yaşında tanıştı komünistlerle ve ölümüne dek bir daha ayrılmadı. Fabrikada, okulda, semtte her yerde faaliyet yürüttü. Baskı komitesinden askeri komiteye, hemen her alanda görev aldı. Son olarak “Yoldaşcan Müfrezesi”nde görevini layıkıyla yerine getirerek ölümsüzleşti…

Şaban Budak’ın vücudundan otuz kurşun çıktı. Hangisi öldürebildi onu? O döne döne çatıştı Adana’nın daracık sokaklarında. Göğe yükseltti sloganlarını… Yoksul bir ailenin çocuğu olarak hem çalıştı, hem okudu yıllarca. İhtilalcilerle tanıştığında İTÜ’de okuyor ve bir matbaada çalışıyordu. Önce teknik bilgisiyle destek verdi onlara, sonrasında bir daha kopmamacasına bütünleşti. Eylemci kişiliğiyle öne çıktı ve Adana’ya gönderildi. Bölgede 12 Eylül sonrası ilk korsan gösteriyi örgütledi. Sonra Adana İl Komitesi üyeliğine getirildi. Yeni yoldaşlarını büyük bir titizlikle eğitti, onların çok yönlü gelişmelerine önderlik etti. Ve Adana’da kendinden önce şehit düşen ihtilalci komünistler gibi, son mermisine kadar çatışarak, sloganlar atarak ölümsüzleşti…

Nilgün Gök, “yeni çağın çocukları”ndan biriydi. Her dönem, yeni kavgaları ve bu kavgada öne çıkan yeni şehitleri gerektiriyordu. Bu kuşağın başında yer alan ve hem yaşamı hem ölümüyle onlara örnek olan bir Genç Komünardı. “Dünyayı istiyoruz”un devrimci, tutkulu, militan ruhunun simgesiydi. Kısa mücadele yaşantısına yılları sığdırma arzusuyla, koşarak ilerlemenin en canlı, somut bir abidesi oldu. İTÜ Elektrik Mühendisliği öğrencisi iken Basın-Yayın işgaline katıldı ve ilk tutsaklığını yaşadı. İhtilalci komünistlerle burada tanıştı ve ölümüne dek sürecek birlikteliğin ilk adımlarını attı. Hem okuyup araştıran, hem de pratik faaliyetlere katılan yapısıyla hızla gelişti. Genç Komünarlar’ın en seçkin militanlarından biri haline geldi. “Yoldaşcan Müfrezesi”nin üyesi oldu, birçok cezalandırma, kamulaştırma eylemine katıldı. Bu eylemlerden birinde arkadan gelen hain bir kurşunla yaralandı, “vuruldum” dedi sessizce. Hastane yolunda iken şehit düştü…

* * *

Ünlü şair Nazım Hikmet, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilişi üzerine yazdığı şiire, “Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz” dizeleriyle başlar; “dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını” diye bitirir. Devrim ve sosyalizm şehitlerine nasıl yaklaşmak gerektiğini en iyi anlatan sözlerdir bunlar.

Onları anmak ve yaşatmak, uğrunda şehit düştükleri davayı sahiplenmek ve ileriye taşımaktır. 

Şehitlerimiz, düşmanın üzerine büyük bir feda ruhuyla, sakınmasız ve başları dik yürüdülerse, geleceğe ve geleceği örecek olan örgütlerine, yoldaşlarına duydukları güvendendir. Kavranması gereken budur.

Yas tutmuyoruz, hayır! Onları büyük bir özlemle, coşkuyla ve gururla anıyoruz…

Her eksikliğimizde, her zorlanışımızda “sessiz sitemlerini” duymalı, denetleyen gözlerini üzerimizde hissetmeliyiz.

Her ileri adımımızda, her başarımızda ise, onlarla kucaklaşmanın, onlarla bütünleşmenin mutluluğunu duyumsamalıyız. Onları herhangi bir ölüden farklı kılan, her zaman yaşayan bir varlık haline dönüştüren de budur.

Onlar, büyük insanlığın savaşsız, sömürüsüz, sınıfsız bir dünya kurma kavgasında her zaman yaşayacaklar! Hep mağrur, başı dik ve onurlu…

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …