Brezilya’da devlet başkanlığı seçimlerini faşist aday Bolsonaro kazandı ve yeni bir dönem başladı.
7 Ekim günü yapılan seçimlerin ilk turunda, adaylar yeterli çoğunluğu alamadı. Ancak seçim sonuçları oldukça çarpıcıydı. Sosyal Liberal Parti’nin (PSL) adayı faşist Jair Bolsonaro, ilk turda yüzde 46,3 oy almıştı, İşçi Partisi’nin (PT) solcu adayı Fernando Haddad ise, oyların sadece yüzde 28,9’unu.
28 Ekim günü ikinci tur yapıldığında, Bolsonaro oyların yüzde 55’ini alarak seçimin galibi oldu, Haddad ise yüzde 45’te kaldı. Bolsonaro 1 Ocak 2019’da göreve başlayacak.
Seçim öncesi tabloda PT’nin adayının şansının daha yüksek olduğu düşünülüyordu. Ancak Brezilya’nın egemen sınıflarının tercihinin Bolsonaro olduğu ve seçimi Bolsonaro’nun kazanacağı, son yıllardaki gelişmelerden belliydi. Önce başkan Lula da Silva hapse atıldı, ardından göreve gelen, eski gerilla-“solcu” başkan Dilma Roussef, 2016’da yolsuzluk suçlamasıyla görevden alındı. Bu seçimlerin hemen öncesinde de, Lula’nın adaylığı (üstelik favori gösteriliyordu) engellendi.
Bolsonaro’nun sağ kolu emekli general Mourao, seçimleri kazanmada çok kararlı olduklarını ifade etmek için; kazanamadıkları koşulda “çok iyi hesap edilmiş planları”nın olduğunu söyleyerek, askeri darbe tehditleri savuracak kadar rahattı. Seçim kampanyası sırasında bıçaklanarak yaralanmasını da bir avantaja çevirdi. “Mağdur” görüntüsü üzerinden rakipleri gerilemeye başladı, onun ise kampanya dozu yükseldi.
Seçimin kendisi de, Bolsonaro’nun kazanmasını sağlayacak biçimde planlanmıştı. Seçim öncesinde “parmak izi kaydı yaptırma” şartı getirilmiş, 3,4 milyon kişi seçim için parmak izi kaydı yaptırmadıkları gerekçesiyle oy kullanamamıştı. Toplamda 31 milyon oy, kullanılmamış ve geçersiz sayıldı. Bu, 120 milyondan fazla nüfusu olan bir ülke için, rekor bir düzeydi. Seçim sonucunu belirleyen de bu oylar oldu. 78 milyon seçmen Bolsonaro’ya oy vermediği halde, seçimleri o kazandı.
“Seçimlerin adil olmadığı” son derece açık bir biçimde görülmektedir. Buna rağmen, önemli olan iki unsur vardır: Birincisi, Bolsorano’nun seçimleri kazanmasını sağlayacak düzeyde olmasa bile, önemli oranda oy alacak duruma gelmesi, kitlelerin azımsanmayacak bir kesiminin faşist propagandaya kapılmasıdır. İkincisi ise, Latin Amerika’da son yıllarda esmekte olan “halkçı” rüzgarların kesintiye uğraması, ABD emperyalizminin önemli bir zafer elde etmesidir.
Faşist sloganların yükselişi
Seçimlerde kazanan bütün faşist adayların öne çıkardığı slogan; “yolsuzluğu bitirmek” ve “suç oranlarını düşürmek”tir. Her dönem ve her ülkede bu sloganlar yankı bulur. Çünkü kapitalist devlet mekanizması, her ülkede büyük yolsuzlukların bataklığına batmış durumdadır. Sistem böyle işlediği için, her bürokrat göreve geldiği anda bu çarkın bir dişlisine dönüşür. Bir tarafta kitlelerin yaşadığı vahşi yoksulluk, diğer tarafta devletin aşırı-gereksiz harcamaları ve yandaşlara peşkeş çekilen servetler… Keza artan şiddet suçları karşısında halkın “can ve mal güvenliği” talebi de önem taşıyor. Eski bir subay olan Bolsonaro, bu talebi saldırgan şiddetiyle, diktatörlüğe övgüler dizen söylemleriyle karşıladı. Ve asıl desteği de “yolsuzluğu bitirme-suç oranını düşürme” vaadiyle aldı.
Bolsonaro’nun seçim kampanyasının kalan kısmı, ırkçı-milliyetçi, kadın düşmanı, homofobik, aşırı-sağcı, saldırgan üslupla doludur. Kampanyanın temel sloganı, “Her şeyden önce Brezilya ve her şeyin üzerinde Tanrı”ydı. Tıpkı ABD’nin “önce Amerika”, Hitler Almanya’sının “önce Almanya” sloganları gibi…
Bireysel silahlanmayı teşvik etmek, kamu harcamalarını kısmak, özelleştirmelere hız vermek gibi söylemler, Bolsonaro’nun en önemli vaatleri arasında. Dış politikada ise, İsrail’deki Brezilya Büyükelçiliği’ni Tel Aviv’den Kudüs’e taşımak, Paris İklim Anlaşması’nı reddetmek gibi, ABD ile aynı çizgide yürümek oluşturuyor.
Seçimi kazandıktan sonra yaptığı konuşmada, “sosyalizm, komünizm, popülizm ve solun aşırılığıyla flört etmeye devam edemeyiz” diyor. “İncil’i ve anayasayı takip ederek” ülkeyi yönetme sözü veriyor.
Politikaları nedeniyle Trump’a benzetilen ve “Tropiklerin Trump’ı” olarak tanımlanan Bolsonaro, Brezilya’nın bundan sonraki siyasetinin ABD’ye daha yakın olacağını gösterdi. Mesela İsrail’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyan sadece iki ülke var: ABD ve Guatemala. Brezilya üçüncü ülke olacak.
Bolsonaro’nun sözlerinin her biri dehşet verici ve faşizmin somut görüntüsü niteliğinde. Brezilya’nın 1964-1985 yılları arasındaki askeri diktatörlük dönemini “şanlı” olarak tanımlıyor ve övgüler diziyor; işkenceyi savunuyor; dünyanın nefretle andığı Carandiru katliamında 111 yerine 1000 mahkumun öldürülmesi gerektiğini söylüyor; Şili diktatörü Pinochet’yi örnek alıyor; göçmenlerle ilgili olarak “dünyanın pisliği Brezilya’ya geliyor” diyor. Siyahlara ve melezlere karşı ırkçı söylemler, kadın ve eşcinsellere karşı nefret kusan açıklamalar yapıyor. Kadınların “eşit işe eşit ücret” talebini reddediyor, kürtaj hakkına karşı çıkıyor, kadına yönelik şiddete karşı yasaları budamayı vadediyor; ciddi bir kölecilik geçmişi olan Brezilya’da köleleri ve siyahları aşağılıyor; şu anda 18 olan hapse girme yaşını düşürmeyi planlıyor. İnsan hakları örgütlerine verilen devlet teşviklerini kaldıracağını söylüyor; sosyalist partileri yasadışı, Topraksız İşçiler Hareketi ve Evsiz İşçiler Hareketi gibi örgütlenmeleri terörist ilan ediyor; polisin suçlulara karşı daha acımasız davranması gerektiğini savunuyor; dünyanın en önemli akciğerleri olan Amazon ormanlarını madenciliğe açmayı planlıyor.
Onun bu saldırganlığı, Brezilya’nın işçi ve emekçilerinde büyük bir tepkiye yol açtı. Yaklaşık 1 milyon kadın “Bolsonaro’ya Karşı Birleşik Kadınlar” adında bir site kurdu ve karşı kampanya örgütlemeye başladı. Yapılan pek çok eylemin arkasından, yüzbinlerce kişi 29 Eylül günü onlarca kentte sokaklara çıktı. “O olmaz”, Bolsonaro karşıtı kampanyanın temel sloganına dönüştü. Avustralya, Kanada, Fransa, İspanya, Arjantin gibi pek çok ülkede, binlerce kişi sokaklara çıkarak onlara destek verdi. Ancak bu çabalar sonuç vermedi; faşist Bolsonaro seçimleri kazandı.
“Sosyalizm” görünümlü “halkçılık”
politikalarının sonu
2000’li yıllar Latin Amerika’dan esen “sol” rüzgarlarla başlamıştı. 2001 krizinin ardından kitlelerin kapitalizme ve ABD sömürüsüne duydukları tepki, ekonomik krizin yarattığı öfke ile birleşerek Arjantin başta olmak üzere kitle hareketlerinin yükselişine neden oldu. Böylece 2003’de Brezilya’da Lula’nın seçimleri kazanmasının ardından Venezüella’da Chavez yönetime geldi. Sonrasında Latin Amerika ülkelerinin büyük çoğunluğunda “Bolivarcı-halkçı” politikaları savunan hükümetler işbaşına geldiler.
Ancak bu hükümetler, adlarında yazdığı gibi “sosyalist” değillerdi. Kapitalizmin neoliberal-işçi düşmanı politikalarını yoketmeyi değil, yumuşatmayı hedeflediler. Ve doğal olarak kapitalist çarkın bir parçası oldular.
Brezilya’daki hükümet, Çin ve Rusya’nın desteği başta olmak üzere dış etkenlerden faydalanarak belli bir süre iyi bir tablo oluşturmayı başardı. Ülkedeki ekonomik büyüme hızlandı ve görece refah ortamı oluştu. Fakat son derece kötü olan “gelir eşitsizliği”ne hiçbir aşamada dokunulmadı, işçi ve emekçilerin yaşamlarını gerçekten iyileştirecek politikalar izlenmedi. Mesela eylemleri dünya genelinde büyük yankı yaratan Topraksızlar Hareketi’nin temel talebi olan “toprak reformu” gerçekleşmedi, büyük toprak sahiplerinin topraklarına dokunulmadı. Hatta Topraksızlar’ın işgal hareketleri devletin sayısız saldırısına maruz kaldı. Diğer taraftan Türkiye’de makarna-kömür kolilerinin dağıtılmasına benzer biçimde “sosyal yardım politikaları” izlendi. Bu sosyal yardımlar, yoksulluğu azaltmadığı gibi, kitlelerin “sadaka” kültürü ile bağımlı kılınmasına yol açıyordu.
2016 yılından itibaren Brezilya’da giderek derinleşen ekonomik kriz, hükümetin en yüksek kademelerindeki muazzam yolsuzluk skandalı ile birleşti. Dünya genelinde ekonomik krizin etkileri arttıkça, Brezilya’nın yaşadığı sorun derinleşti. Keza suç düzeyi de, günlük yaşamın olağan parçasına dönüşecek kadar yüksek düzeylere çıktı.
Artan yoksulluk ve siyasal baskı ortamında, kitlelerin “halkçı” hükümete destekleri azalmaya başladı. Devletin suç karşısında “çaresiz” davrandığı koşulda, Neo-Nazi silahlı çeteler, “halkın kurtarıcısı” olarak ortalığa yayıldılar. Aşırı-sağ, kitlelerde yankı bulmaya başladı.
Kapitalizmin “yumuşatılması”na dönük politikalar, “sosyalizm” adıyla sunulmuştu. Bu politikaların ekonomik ve siyasi sorunları çözmediğini gören kitleler, aşırı sağcı, faşist, ırkçı düşüncelerden etkilenmeye başladılar. Bolsonaro’nun seçimleri kazanması bu zemin üzerinden gerçekleşti.
Brezilya’da yaşananlar, dünyada genel olarak yükselmekte olan faşist dalgadan bağımsız değildir. Macaristan’dan Almanya’ya, Hindistan’dan Kolombiya’ya kadar dünyanın pek çok ülkesinde faşist örgütlenmeler güç kazanıyor, faşizmin kitle tabanı genişletiyor.
Bu durum, faşizme karşı birleşik mücadelenin vakit geçirilmeden örgütlenmesi gerektiğini, başta komünist ve devrimciler olmak üzere, tüm anti-faşistlerin önüne temel bir görev olarak koyuyor.