Devletin “Gezi Direnişi korkusu” yeniden alevlenmiş durumda. 16 Kasım günü, Anadolu Kültür Derneği merkezli olarak başlatılan gözaltı saldırılarında 13 akademisyen ve aydını gözaltına alarak “Gezi” tartışmasını yeniden başlattı.
Daha önce (18 Ekim 2017’de) Osman Kavala gözaltına alınıp tutuklanmıştı. Üzerinden bir yılı aşkın süre geçmesine rağmen, mahkemeye bile çıkartılmadan hapiste tutuluyor. Bugün de İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turgut Tarhanlı ve Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Betül Tanbay, Anadolu Kültür çalışanları Yiğit Emekçi, Ali Hakan Altınay, Asena Günal, Çiğdem Mater ve Meltem Aslan gibi isimlerin içinde yer aldığı 13 kişi gözaltına alındı. 20 kişilik gözaltı listesinde, Gezi döneminde hedefe çakılan sanatçı Mehmet Ali Alabora’nın da olduğu öğrenildi.
Gözaltına alınanların “suçları” ise şöyle ifade ediliyor: Gezi Direnişi’ni örgütlemek ve finanse etmek; yurtdışından “piyano çalan adam”, “kırmızılı kadın”, “duran adam” gibi “profesyonel” eylemcileri (“kırmızılı kadın” TMMOB üyesi bir emekçi, “duran adam” ise Türkiyeli bir tiyatro sanatçısı- yani ikisi de “yurtdışından” değil) getirterek eylemleri büyütmek; “sivil itaatsizlik ve şiddetsiz eylem” başlıkları altında Gezi Direnişi’ni sürdürmeye çalışmak; Gezi Direnişi sırasında devletin pervasızca kullandığı biber gazının Türkiye’ye ithalinin durdurulması için Avrupa’da girişimlerde bulunmak…
Bu operasyonun elle tutulur, hukukla açıklanır hiçbir yanı yoktur. Birincisi iddianamedeki “suç”ların herbirisi son derece yasal-meşru faaliyetlerdir. İkincisi, Anadolu Kültür Derneği ve Osman Kavala başta olmak üzere, operasyonda gözaltına alınanların önemli bir kısmı, geçmişte Erdoğan’a “Yetmez ama Evet” sloganıyla destek olmuş şahıslardır. Üçüncüsü, Gezi Direnişi’nin üzerinden 5,5 yıl geçmiş; bir “suç” varsa da artık geride kalmıştır.
Öyleyse, bugün bu operasyon furyasının, Gezi Direnişi’nin yeniden “suç” olarak kodlanmasının anlamı nedir?
“Gezi’nin hayaleti” dolaşmaya devam ediyor
Marks’ın ünlü sözü bilinir: “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor; komünizm hayaleti!” Gezi de, devlet için bitmeyen bir korku unsuru, yokolmayan bir hayalettir.
O güne kadar pek çok kitle direnişi yaşanmıştı; ancak hiçbiri Gezi Ayaklanması kadar büyük, görkemli ve etkili olmadı. 81 ilin 78’i, Gezi Ayaklanması’nın bir parçası oldu; toplamda 13 milyon insan (İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre) sokağa çıktı. Çatışmalar sırasında barikat başına börek yapıp getiren ya da kapısının önüne limon-süt koyan yaşlı teyzeler de hesaba katıldığında, direniş çok daha geniş bir kitleyi bir biçimde kapsadı.
Gezi’yi böylesine büyük ve önemli bir direniş haline getiren üç önemli unsur vardı: Birincisi, kitlelerin ekonomik ve siyasi sorunları devasa biçimde birikmiş ve fazlasıyla bunaltmıştı. İkincisi, AKP’nin vahşi terörüne ve saldırılarına karşı direnenler artmıştı. (Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini engellemeye çalışanlar da dahil) Üçüncüsü, bu direnişe saldırı, geniş kesimlerin sokağa çıkmasını sağlamıştı. Dördüncüsü, devrimciler sokağa çıkan bu kitlenin sokakta kalmasını sağladı. Öne çıkan ve çatışan devrimciler, kitlenin geri çekilmesini önledi; kitle geri çekilmedikçe öndeki devrimciler çatışma gücünü sürdürdü.
Gezi Direnişi, liberaller tarafından “örgütsüz” ve “kendiliğinden” olmakla övüldü. Oysa bu unsurlardan herhangi biri eksik olsaydı, Gezi Direnişi ortaya çıkmazdı. Bir avuç çevreci, günler boyunca tekrar tekrar saldırıya uğramasına rağmen kararlı davranmasaydı, kitleler sokağa dökülmezdi. Kitlelerin bu güçlü reaksiyonu olmasaydı, devrimciler bu çevreci direnişin bir parçası olmazdı. Devrimciler olmasaydı, devletin bu kendiliğinden ve örgütsüz kitle gücünü dağıtması çok daha kolay ve hızlı olurdu.
Evet, Gezi Direnişi kitlelerin kendiliğinden öfkesinin patlamasıydı, örgütsüzdü. Kitle, Taksim’i fethettikten sonra, örgütsüzlüğü savunan liberal-demokrat kesimlerin ideolojik-siyasi etkisi daha baskındı. Ancak çatışma anlarında ve devletle karşı karşıya kalınan durumlardaki fiili önderlik devrimcilerin inisiyatifindeydi ve direnişi güçlendiren de bu oldu.
Ve böylece Türkiye tarihinin en büyük, en etkili kitle direnişi ortaya çıktı.
Ekonomik kriz ve Gezi korkusu
Bugün bu dayanaksız, anlamsız gözaltıların, davanın ve dava gerekçesinin ortaya çıkmasının altında, Gezi Ayaklanması’nın bu gücü yatmaktadır. Ülkenin siyasi-ekonomik geleceğinde son derece önemli değişiklikler yapmaya aday bir direniş, bir taraftan devrimci önderliğin siyasal zayıflığı, diğer taraftan liberallerin devrim korkusu ile AKP hükümetiyle “çözüm süreci”ni yürütmekte olan Kürt hareketinin bunu kaybetme korkusunun birleşmesi sonucunda yenilgiye uğradı.
Gezi Direnişi yenilgiye uğradı ve kitlesi geri çekildi; ancak bu kitle teslim olmadı. Yenildi, ama ezilmedi. Çünkü ne siyasal baskılar bitmişti, ne de onun sokağa çıkmasına neden olan koşullarda bir değişiklik vardı. Gezi sonrasında “zafer”ini ilan eden devlet, kitlelerin ağzına bir parmak bal çalmak, tepkileri biraz olsun törpülemek için bazı adımlar atmış olsaydı, Gezi kitlesi dağılabilirdi de. Tersine, baskılar her geçen gün arttı; yaşam kalitesi düştü; hükümetin pervasızlığı büyüdü. Siyasi baskılar, yaşam tarzına dönük saldırılar, yeni ve katlanılamaz boyutlara ulaştı. Ve bütün ağır yaşam şartlarına bir de son aylara damgasını vuran ağır ekonomik kriz eklendi.
Gezi sonrasındaki süreçte, baskılar arttıkça bir kesim yurtdışına kaçarak “kendisini kurtardı”. “Bu ülkede yaşanmaz” argümanı, yaygın biçimde dillendirilmeye başlandı. Parası olanların bir kısmı yurtdışına kaçmıştı, ama geniş kitlelerin parası yoktu! Bir kesim de kendi toprağını terketmeyi bilinçli bir şekilde reddetti. Sonuçta Gezi kitlesinin önemli bir kesimi, AKP’nin artan baskısı altında yaşamaya devam etti.
Yurtdışına kaçarak “kendisini kurtarmak” seçeneği elenince, geriye iki seçenek kalıyordu; ülke içinde “kendini kurtarmak” ya da “ülkeyi kurtarmak”…
Ülkede kalanlar, ortaya çıkan her fırsatı değerlendirerek AKP’ye karşı tepkilerini ifade etmeyi sürdürdüler. Öyle ki, AKP karşıtı her hareket bir çığa dönüştü; hareketi başlatanların sınırlarını ve beklentilerini aştı.
Berkin’in cenazesi, Soma Katliamı, Özgecan Aslan’la sembolleşen kadın cinayetleri, düzeniçi klik çatışmalarının ürünü olarak ortaya çıkan “adalet yürüyüşü” ve sonrasındaki Maltepe mitingi, 16 Nisan referandumu, 24 Haziran seçimleri gibi gündemler, kitlesel eylemlere, direnişlere sahne oldu. “Kendini kurtarmak” için tek yolun “ülkeyi AKP’den kurtarmak” olduğu fikri yaygınlaştı, bu doğrultuda kitleleri aktifleştirdi. Yürüyüşe ve mitinge milyonlarca insan katıldı; referandumda yüzbinlerce kişi aktif rol aldı. KHK ihraçlarının sembolü haline gelen Nuriye ve Semih’in direnişi, KESK içinde yoksayılarak görmezden gelinse bile, AKP karşıtı muhalefetin odağı oldu.
Bu süreçte işçi direnişleri de ayrı bir odak oluşturdu. “Metal fırtınası” esti mesela. Keza Flormar, havalimanı işçileri, geniş kesimlerden destek buldu, madenci katliamları eylemlerle lanetlendi.
Yaşam alanlarının daraltılması ve siyasi baskılar yeterince kötü iken, son aylara damgasını vuran ekonomik kriz, kitlelerin AKP yönetimine karşı tepkilerini daha da katmerlendirdi. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi; fındık, çay, şeker pancarı, hayvancılık başta olmak üzere küçük üreticinin yıkıma uğratılması gibi unsurlar, AKP hükümetine duyulan öfkenin AKP seçmenine de sirayet etmesine yol açtı. AKP karşıtı cephe, öncesiyle kıyaslanamayacak kadar geniş bir alana yayıldı, büyüdü, kemikleşti.
Bunun en önemli göstergelerinden biri, 24 Haziran seçimleri öncesinde ortaya çıkan tablodur. Seçimlerden hemen önce Erdoğan’ın Yenikapı’da düzenlediği mitinge, bütün baskı unsurları kullanılmasına rağmen yaklaşık 200-300 bin kişi (metrekare hesabı-en sıkışık katılım varsayılarak) katıldı. Aynı günlerde Muharrem İnce’nin Maltepe’de düzenlediği mitinge ise yaklaşık 6 milyon kişi.
Bu ortamda, yeni bir Gezi Direnişi’nin nesnel koşulları büyüdü, yaygınlaştı.
Ve devlet, bu yeni Gezi “ihtimali”nin önünü baştan kesmek amacıyla, gözaltı ve tutuklama konusu haline getirdi; böylece göz korkutmak istedi.
Kitlelerin “afyonu” olarak seçimler
Burada “gözünü korkutmak” istediği kesim, özel bir önem taşıyor. Kitlelere dönük bir mesajı da var elbette; ancak hedefte, liberal aydınlar ve reformistler duruyor.
Devlet, Gezi Direnişi sonrasında kitlelerin gözünü korkutmak için çok şey yaptı, ama genellikle daha başarısız oldu. Liberaller ve reformistler ise, daha Gezi Günleri’nde büyük bir korku yaşamışlardı. Bu hareketin kendilerini aşmasından, bentlerini yıkarak kontrolden çıkmasından korkmuşlardı.
Gezi Direnişi sırasında, liberal aydınların ve reformistlerin “düzenin bekası” konusunda hükümetle aynı düzlemde durdukları çok somut biçimde ortaya çıkmıştı. Şimdiki saldırının doğrudan onlara yapılmasının amacı da, bu korkuyu canlı tutmak. Liberal aydınların ve reformistlerin, kitlelerin yeniden ayaklanabileceği, sokaklara dökülerek yönetimden hesap soracağı ihtimaline karşı uyarmak istiyor AKP hükümeti. Ve yeni bir Gezi Direnişi’ni engelleme görevlerini hatırlatıyor.
Aslında onlar bu görevlerini, Gezi Direnişi sırasında ve sonrasında büyük bir başarıyla yerine getirdiler. Sokağın tadını almış, sokakta özgürleşmeyi yaşamış olan kitleleri, sokaklardan uzak tutmak için bütün yöntemleri kullandılar.
Seçimler bu doğrultuda “can simidi” görevini üstlendi. Kitlelerin bütün öfkesi, tepkisi, beklentisi sandığa-seçime hapsedildi. 2013 sonrasında çeşitli vesilelerle sıkça sandık kuruldu zaten. 2014 Mart’ında yerel seçimler, Ağustos ayında cumhurbaşkanı seçimi, 2015’te 7 Haziran ve ardından 1 Kasım genel seçimleri, 2017 referandumu, 2018 genel seçimi… Her seçim yeni bir umut, yeni bir beklenti, yeni bir “afyon” rolü üstlendi. Gezi Direnişi boyunca sokakta kazandıklarının farkında olmayan kitleler için tek kazanma noktası olarak “sandık” gösterildi. Sorunlar ve öfke ne kadar büyürse büyüsün, seçimleri beklemesi vaazedildi. Seçimlerde kazanmak tek amaç haline getirildi.
Bu tam olarak AKP’nin ve AKP’yi destekleyen burjuvazinin tercihiydi aslında. Kitleler “iki seçim arası eylem yapılmaz” mottosuyla uyutulmakta; seçimlerde ise her türden sandık hilesi gerçekleştirilerek AKP’ye bir kere daha kazandırılmaktaydı. Hayal kırıklığı ile sandığa, partisine, reformistlere küsen-kızan kitleler için, bir sonraki seçimde yeni bir motivasyon unsuru yaratılıyordu mutlaka. 2014 seçimlerinde “büyükşehirleri kaybederse AKP’nin statüsü sarsılır”, 2015 seçimlerinde “HDP barajı aşarsa AKP gider”, 2017 referandumunda “bu referandum her şeyi belirleyecek, başkanlık gelmesin”, 2018 seçimlerinde “madem başkanlık oldu, bari başkan bizden olsun” vb. daha bir dizi argüman…
Öyle ki, oy vermemeyi savunmak ya da sandık hilelerine güvensizlikten sözetmek, “AKP’li olmak”la özdeşleştirildi. Herkes sandığa gitmeye zorlandı.
Üstelik seçim hileleri resmi raporlara dökülmüşken… Bilgisayar Mühendisleri Odası, 24 Haziran seçimlerine ilişkin hazırladığı raporda, ıslak imzalı tutanaklarla YSK’nın sitesindeki rakamlar arasında “yüzde 20’lik sapma” olduğunu açıkladı. CHP’nin ODTÜ’lülere hazırlattığı raporda, sadece mükerrer oyların yüzde 5 olduğu belirlendi. (Bu raporun diğer verileri CHP tarafından kamuoyuna açıklanmadı, hasıraltı edildi.) Kaldı ki bu rakamlara ölü seçmenler, sandık başkanları tarafından “tak tak tak” basıldığı görüntülenen oylar dahil değil…
Durum böyleyken, kitleler ısrarla ve yeniden yeniden sandığa çağrıldı. Yeni “liderler” ortaya çıkarıldı, yeni sloganlar üretildi ve partilere-seçimlere küsen kitlenin her seferinde sandığa gitmesi sağlandı. Ve her seçimde, sandık hilelerini biraz daha artıran AKP, bir kere daha kazandı. Çünkü seçim sonuçlarını belirleyen tek şey, burjuvazinin tercihleri oluyordu.
Buna karşın seçimler, kitleleri uyuşturmak ve sokağa çıkmasını engellemek için, reformistler ve liberaller tarafından kullanılmaya devam edildi.
Bugün ekonomik kriz bu kadar şiddetli bir biçimde halkın yaşamını etkilerken, açlık-işsizlik-yoksulluk böylesine derinleşmişken, işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları böylesine ağırlaşmışken, yeniden seçimlerin gündemleştirilmesinin anlamı budur. Ağustos’tan bu yana şiddetle yaşamakta olduğumuz krize çare için Mart sonunda (yani Ağustos’tan tam 8 ay sonra) yapılacak seçimler adres gösterilmektedir.
Reformistler, liberaller ve onlarla paralel durumdaki sendikalar, Mart ayına kadar basın açıklaması, bildiri dağıtımı gibi “eylemler”le “zamansavmakta”, böylece hem kendilerini oyalamakta, hem de kitleleri kandırmaktadırlar.
Açlık, işsizlik, aşırı ve güvencesiz çalışma, yani krizin tüm etkileri bugün yaşanmaktadır; ama çözüm aylar sonra yapılacak olan seçimlere havale edilmiştir.
AKP hükümeti de Gezi Direnişi’ne yeniden saldırarak “sokak korkusu”nu hatırlatmaktadır.
Yeter ki kitleler sokaklara çıkmasın! Çünkü kitleler sokağa çıktıklarında, reformistiyle, liberaliyle, sarı sendikacısıyla, hükümetiyle, tüm engelleri süpürüp atacak bir güce sahiptir.
Ne yazık ki, devrimci hareket gücünü ve etkisini fazlasıyla kaybetmiş durumdadır. Nesnel koşullar bu kadar uygunken, yeni kazanımlar elde edememenin önündeki tek engel budur.
Sonuç olarak
Egemenlerin en büyük korkusu, halk hareketidir. Burjuva muhalefetini istediği gibi yönlendirmeyi, susturmayı başarır; fakat ayağa kalkan bir halkı kolay kolay durduramaz. Bu hareketin doğuracağı sonuçları da kimse hesap edemez. İşte en çok bu dönemlerde reformistlere ihtiyaç duyarlar. Onlar aracılığıyla direnişi daha fazla büyümeden bastırmaya çalışırlar. Hele ki, komünist ve devrimci bir önderlikten yoksunsa, bunu daha kolay başarırlar. Gezi Direnişi’nde olduğu gibi…
Bu yanıyla reformistler, varlıklarını büyük oranda komünist ve devrimcilere borçludur. Komünist ve devrimcilerin güçsüzleştiği yerde, egemenlerin reformistlere duyduğu ihtiyaç da azalır. Bu kez onlara dönük saldırılar artar, yaşam alanları daraltılır.
Bir Alman papazın, “önce komünistleri öldürdüler, seslenmedik” diye başlayan ve sıra onlara geldiğinde “ses çıkaracak kimsenin kalmayışı”nı anlatan sözleri, boş yere tarihe kazınmadı. Genelde egemenlerin, özelde faşizmin yöntemini gözler önüne seren çarpıcı ifadelerdi bunlar.
Bu tarihsel deneyim ışığında bakıldığında; dün AKP’nin yollarını düzleyenlerin veya onun devrilmesini şu ya da bu biçimde engelleyenlerin, bugün AKP’nin hışmına uğraması, şaşırtıcı değildir. Faşizm kendi dışında herkese düşmandır. Ve reformizme karşı mücadele edilmeden faşizme karşı mücadele edilemez!