Ekonomide “en kötüsü” yeni başlıyor

Üstüste açıklanan ekonomik veriler, hükümetin “krizin en kötüsü geride kaldı” söylemine hız kazandırdı. Öyle ya, dolar 5.50’nin altına düştü, ekonomi cari fazla vermeye başladı, enflasyon beklenenin altında geldi vb… Böylece 2008-2009 ekonomik krizinde “teğet geçti” diyen hükümet için, 2018 krizi de “hızla” geride bırakıldı. Fiyatı fazlasıyla artan “soğan” gibi kimi gıda ürünleri de “depo baskınlarında gözaltına alınarak”, artan fiyatının “hesabı soruldu”(!) Yani artık “ekonomi tıkırında”!

Oysa gerçekler bu değil. Doların zirve yaptığı Ağustos 2018 tarihi, tüm ekonomiyi kuşatan krizin patlama noktasıydı. Üzerinden birkaç ay geçtikten sonra ortaya çıkan ekonomik veriler ise “iyileşme” göstergesi değil. Tersine, gerçek rakamlara dayalı tüm ekonomik tablo, 2019’un daha ağır geçeceğini gösteriyor.

 

Büyüme rakamları küçülüyor

TÜİK, 2018’in 3. çeyrek büyüme rakamlarını 1,6 olarak açıkladı. Aslında bu rakamların “hormonlu” olduğu, şişirildiği biliniyor. Buna rağmen 1,6 rakamı son derece düşük. Mesela 2017’nin aynı döneminde büyüme rakamı 11,1 olarak açıklanmıştı. Gerçek rakam bundan daha düşüktü tabii. Ama TÜİK’in şişirmesine rağmen, 2017 ile kıyaslanmayacak kadar düşük bir ekonomik büyüme ile karşı karşıyayız.

TÜİK’in açıkladığı rakamların devamı, tablonun vahametini ortaya koyuyor. 2018 yılında; 1. çeyrekte yüzde 7,2, ardından 2. çeyrekte yüzde 5,3 büyüme gerçekleşmiş. 3. çeyrek ise 1,6. Bu rakamlar, 2018 yılında ekonomik krizin nasıl büyük bir hızla geldiğini gösteriyor.

Rakamların detaylarına baktığımızda, tablo daha da karanlık bir hal alıyor.

Mesela 3. çeyrekteki 1,6’lık büyümenin, 0,9’u devletin harcamaları. Hani Erdoğan’a 300 araçlık filo oluşturuluyor; geçmediğimiz köprüler, su basan havaalanları için yandaş müteahhitlere milyonlarca lira ödeme yapılıyor; sarayın günlük harcaması 1.8 milyon liraya ulaşıyor ya… İşte bu harcamalar, toplam büyüme rakamlarını yükseltiyor.

“Saray etkisinden arındırılmış” büyüme rakamları, ekonominin çakıldığını gösteriyor. Halkın tüketimi dibe vurmuş durumda. Marketlere, pazarlarda günlük olarak gözlemlediğimiz “tane ile alışveriş” de bunun kanıtı zaten.

Keza üretim de dibe vurmuş. İmalat sanayi büyümesi yüzde 0,6’ya kadar düşmüş. İnşaat sektörü ise eksilerde: -5,3 ile, inşaat sektörü depremle düzleşmiş apartman görünümünde.

Ekonomistler, “4. çeyrekte küçülme kesinleşti” diyorlar. Eksi 3-4’lere kadar iniyor tahminler. Tabi 2019’un bundan da kötü olacağı biliniyor.

Ekonomide yüzde 2,5’in altındaki büyüme, ekonominin küçülmesi olarak kabul edilir. ‘Refah’ın sürdürülmesi büyümenin yüzde 2,5’in üstünde olmasını gerektirir. Rakamlar 3. çeyrekten (yani 2018 ortalarından) itibaren, refah olmadığını, yaşam standartlarının hızla düşmekte olduğunu gösteriyor zaten. Küçülme rakamları, yani eksi büyüme ise, çok daha fazla şirket iflası, çok daha fazla işçi kıyımı, çok daha fazla açlık anlamına geliyor.

 

Enflasyon düşmeyince TÜİK başkanı “düştü”

TÜİK’in Aralık ayının ilk günlerinde yaptığı resmi açıklamaya göre, Kasım ayında enflasyon yüzde 1,44 düştü, yıllık enflasyon ise yüzde 21.62 olarak gerçekleşti. Elbette ki bu rakamlar doğru değil.

Ekim ayında TÜİK, yaptığı açıklama ile enflasyon rakamlarının yıllık yüzde 25.24, üretici fiyatlarındaki enflasyonun ise yüzde 45.01 olduğunu duyurmuştu.

Hükümet bütün çabalarına rağmen enflasyon rakamlarını değiştiremeyince, TÜİK Başkan Yardımcısı’nı değiştirdi! Böylece Kasım ayı rakamlarında, enflasyonun düştüğü resmi olarak kayıtlara geçti. Oysa resmi rakamlar, gerçek hayata uymadı, kimse de bu rakamlara inanmadı.

TÜİK’in onyıldan fazla zamandır uyguladığı bir yöntem var: “Enflasyon sepeti”ne, ortalama ve altında gelir düzeyine sahip işçi ve emekçilerin hiç kullanmadığı ya da son derece nadir kullandığı kimi ürünleri ekliyor. Tenis topu, pırlanta vb… Patatesin fiyatı iki kat arttığı halde, pırlantanın fiyatı artmadığında, ortalama enflasyon artışı düşük kalıyor. Ve gerçek enflasyonun her yükselişinde, “enflasyon sepeti”ndeki ürünler bu yaklaşımla değiştiriliyor; fiyatı çok artan bazı ürünler çıkartılıp, fiyatı artmayan, ama kitlelerin kullanmadığı başka ürünler yerleştiriliyor.

Ekim ayında enflasyon yüzde 25’i aşmış, Kasım ayında ise gıda başta olmak üzere kitlelerin temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları artmaya devam etmiştir. Yani gerçek enflasyonun yükselişi sürmüştür. TÜİK ise rakamlarla oynayarak, Kasım ayında enflasyonu düşürmeyi, resmi rakamları deforme etmeyi başarmıştır.

Gerçekte, enflasyon tüm beklentileri aşıp, son 15 yılın en yüksek seviyesine ulaşmıştır. CHP Ekonomi Masası’nın açıkladığı rakamlar çarpıcıdır. Emekçilerin en çok tükettiği gıda fiyatlarındaki artış, resmi rakamların çok üzerindedir. Mesela Temmuz-Ekim döneminde buğday unu fiyatlarındaki artış, TÜİK’e göre yüzde 17, gerçekte ise yüzde 30’dur. Beyaz peynirdeki artış TÜİK’e göre yüzde 13,7, gerçekte ise yüzde 25’tir. Sivri biber fiyatındaki artış ise, TÜİK’e göre yüzde 29, gerçekte ise yüzde 60’tır. İşçi ve emekçiler, bu fiyatlar üzerinden alışveriş yapmakta, gelirleri artmadığı halde zamlı fiyatlarla gıda ürünlerine erişmeye çalışmaktadır.

Aslında “devletin enflasyonu” da gerçek tabloyu ortaya koymaktadır. Kamu hizmetlerindeki zam oranı yaklaşık yüzde 24 düzeyindedir. Pasaport, ehliyet harçları, motorlu taşıtlar vergisi vb. Keza 2019 yılı bütçesinde, cumhurbaşkanı maaşı için öngörülen zam da yüzde 26’dır. Bu artışlar TÜİK’in hesaplamalarına göre değil, gerçek enflasyona göre yapılmıştır. (Cumhurbaşkanı’nın maaşı dışında, bir de “cumhurbaşkanlığı bütçesi” bulunuyor. Bu bütçe yüzde 233 gibi astronomik bir oranda artırıldı. Üstelik buna cumhurbaşkanlığı örtülü ödeneği dahil değil.)

Gerçek enflasyon oranı, TÜİK’in açıkladığı verilerin çok üzerindedir. Ve Türkiye, dünyada en yüksek enflasyona sahip 10. ülke konumuna yükselmiştir. Zimbabve, Angola, Liberya gibi ülkelerin arasına yerleşmiş durumdadır.

2019 yılında enflasyon rakamlarının daha da kötüleşeceği öngörülmektedir. Özellikle gıda enflasyonu hızlı bir tırmanış yaşayacaktır. Bunun bir nedeni, ithalata dayalı gıda ürünlerinin dövizdeki dalgalanmalardan etkilenmesidir. Diğer nedeni ise, bu yıl tarım ürünlerinin önemli bir kısmının imha edilmiş olmasıdır. Bazı ürünlerde üreticiye dayatılan fiyat, maliyeti karşılamadığı için tarlada imha edilmiş, bazı ürünler ise fabrika tarafından zamanında alınmadığı için (şeker pancarı gibi) çürümeye terkedilmiştir. Bütün kış kullanılması gerektiği için depolanan soğan gibi ürünler ise, devlet baskınları nedeniyle erken piyasaya sürülmüştür.

Bütün bunlar, önümüzdeki dönemde gıda fiyatlarında daha büyük artışlar olacağını göstermektedir.

 

“Cari fazla” kriz belirtisidir

Ağustos ayında döviz kurunun patlamasından bu yana, cari işlemler hesabındaki açık, hızla azalmaya başladı. Yakın zamana kadar cari açığın yüksekliğinin ne kadar büyük bir sorun olduğu konuşulurken, birden bire cari fazla verilmeye başlandı. Bu rakam da hükümetin, “krizin en kötüsü geri kaldı” söylemlerine takılan kılıflardan biri oldu. Oysa cari fazlanın kendisi bir ekonomik kriz-daralma belirtisi olarak ortaya çıktı.

2017 yılının Ekim ayında 3.837 milyon dolar açık veren cari işlemler hesabı, 2018’in Ekim ayında 2.770 milyon dolar fazla vermiştir. Keza, altın ve enerji hariç cari işlemler hesabı da, bir önceki yılın Ekim ayında 466 milyon dolar açık vermişken, bu yıl Ekim ayında 6.167 milyon dolar fazla vermiştir.

Rakamlar bize şunu söylüyor: Cari açık hızlı biçimde cari fazlaya dönüşmektedir. Ve bunun nedeni büyümenin yavaşlamasıdır. Büyüme yavaşladıkça enerji, yatırım malı ve ara mal talebi azalmaktadır. Yani yatırımlar düşüyor, üretim düşüyor, sanayi küçülüyor…

Cari fazla oluşması genellikle ekonominin gücünü göstermek için kullanılan verilerden biridir; ancak bizim koşullarımızda, cari fazla, ekonominin çökmekte olduğunun göstergesine dönüşmüştür.

 

2019’da stagflasyon mu, slumpflasyon mu?

Bu aslında “kırk katır mı, kırk satır mı” gibi bir soru. Stagflasyon; yüksek enflasyon ve düşük büyüme anlamına geliyor, slumpflasyon ise yüksek enflasyon ve ekonomik küçülme demek. Yani ekonomide bizi “kötü” ya da “daha kötü” bir tablo bekliyor.

Ortaya çıkan rakamlar, stagflasyonu çoktan kesinleştirmiş durumda. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, büyüme rakamları düşük, daha düşük geliyor. Enflasyonun düşme ihtimali ise hiç yok. Bir taraftan tarım ürünleri imha edilirken, bir taraftan sanayi üretimi dibe vurmuşken, bir taraftan da yüksek kur nedeniyle ithalat ürünleri zamlanmayı sürdürürken, enflasyon düşmez. Bu koşullarda 2019 için stagflasyon kaçınılmaz bir gerçek.

Ve bunun daha kötüsü de var. Düşük büyüme rakamları, doğrudan ekonomik küçülmeye evrildiğinde; bu durum durdurulamayan enflasyon yükselişiyle birleştiğinde, işçi ve emekçiler için gerçek bir karanlık tabloya dönüşecek.

Devlet işsizlik rakamlarını düşük göstermek için büyük bir çaba harcıyor; ancak İŞKUR verilerine göre, Nisan ayından bu yana işsizlik rakamları 1 milyon kişi arttı. Yani 1 milyon kişi, son 7 ayda işini kaybetti. Bu durgunluk döneminde işten atılanların yeniden iş bulması mümkün değil. Ailece açlığa mahkum olmuş durumdalar.

Çalışanların da önemli bir kısmı açlığa mahkum olmaya devam ediyor. Tüm çalışanların yüzde 60’ı asgari ücret ve civarında (bir kısmı asgari ücretin altında, bir kısmı da biraz üstünde) ücret alıyor. Ve bu enflasyon koşullarında, asgari ücretin (AGİ-Asgari Geçim İndirimi dahil) 2020 TL olması, gerçekte ücret kaybı anlamına geliyor.

Üstelik devlet buna da göz dikmiş durumda. Yapılan yeni düzenleme ile, “aylık geliri 1500 liranın üzerinde” olanlar, yüzde 20’lik vergi dilimine alındı. Asgari ücretin altındaki gelirlerden bile artık yüzde 20 vergi kesilecek. Böyle bakıldığında, devletin asgari ücrete yaptığı zam gelmeden gitmiş oldu.

Sonuçta, 2018’den 2019’a geçerken, işçi ve emekçilerin geliri-ücreti artmadığı halde, giderleri çığ gibi büyüdü. Pazarda-markette taneyle alışveriş yapan, almak isteği sebzeyi evirip çevirip geri koyan insanların sayısında devasa bir artış var. Aldığı ücret yetmiyor, ne yiyeceğini, nasıl ısınacağını bilmiyor. Buna bir de işsizlik rakamlarını eklediğimizde, işçi ve emekçiler için kabus dönemi daha da derinleşecek demektir.

 

Işık nereden yükseliyor?

Ekonomik krizin en kötüsü yeni başlıyor. Bunu, yılbaşının hemen ertesi günü birdenbire yağan zamlardan görmek de mümkün.

AKP’nin gizleme çabasına karşılık, bu ekonomik tabloyu ortaya koymak zorunlu. Ancak bunu söylemek, bir “felaket tellallığı”na dönüşmemeli. Çünkü ekonomik kriz kaçınılmaz bir gerçek olmakla birlikte, kitleleri ne kadar etkileyeceği mücadelenin düzeyine bağlı.

Burjuvazinin ve onun temsilcileri olan devlet yöneticilerinin söylediği “hepimiz aynı gemideyiz” sözü doğru değil. Onlar her zaman lüks yatlarla gezerler, bize düşen şehir hatları vapurudur. Onlar geminin lüks kamaralarında otururlar, yoksulun yeri geminin ambarı-mahzeni-güvertesidir. Ekonomi büyüdüğünde, refahtan faydalanan burjuvazidir; işçiye düşen yine açlık ücretidir. Rakamlar da bunu gösteriyor zaten.

2017’nin 3. çeyreğinde “cari gayrisafi katma değer” içinde “işgücü ödemeleri”nin aldığı pay yüzde 32,5 iken, 2018’in aynı döneminde bu pay yüzde 31,6’ya düşmüştür. Yani 2017’deki ekonomik büyümeden işçilerin aldığı pay, bir yılda yüzde 32,5’ten yüzde 31,6’ya düşmüştür.

Aynı dönemde patronların aldığı pay ise, yüzde 46,8’den yüzde 51,8’e yükselmiştir.

İsviçre merkezli Credit Suisse Bankası’nın yayınladığı rapora göre, “küresel servet son bir yılda 14 trilyon dolar artarak 317 trilyon dolara ulaşmış”. Aynı dönem, dünyada ekonomik krizin giderek daha fazla etkili olduğunun görüldüğü bir dönemdir. Yani ekonomik kriz, dünyadaki zenginliğin 14 trilyon dolar artmasına engel değildir. Ancak bu 14 trilyon dolardan dünya işçi sınıfının payına düşen bir şey yoktur. Bu gelir zenginler arasında paylaşılmış, onların zenginlikleri büyümüş ve yeni zenginler türemiştir. Rapora göre, dünya genelinde bir yılda milyoner sayısı 2,3 milyon kişi artarak 42,2 milyona çıkmıştır.

Ülkemizde de aynı durum geçerlidir. Son aylarda ortaya serilen Sayıştay raporları, birilerinin sürekli olarak milyonlarca dolar fonlandığını göstermektedir. İşçi ve emekçiler, piyangodan çıkacak 70 milyon lira masalıyla uyutulurken, geçilmeyen yollar-kullanılmayan havalimanlarına, sarayın lüks harcamalarına, rektörün lüks aracına, milletvekillerinin “emireri” maaşlarına, servetler harcanmaktadır.

Burjuvazinin kar hırsı, dipsiz kuyu gibidir. Doymak bilmez bir hırsla, daha fazla kar, azami kar diye, önüne çıkan her şeyi yutar. Kriz karşısında da burjuvazinin tutumu, işçi ve emekçilerin cebindeki son kuruşları bile ele geçirmeye çalışmak olmuştur.

Mesela, dünyada petrol fiyatları indiği halde, konutlardaki doğalgaz, araçlardaki benzin fiyatları inmemiştir; buradan ekstra gelir elde etmeye devam etmektedir.

Mesela, trafikte artık sudan sebeplerle cezalar kesilmektedir; böylece devlete gelir oluşturulmakta, bu gelir de yandaşlara hortumlanmaktadır.

Mesela market poşetinin tanesine 25 kuruş fiyat konmuştur. Bunun 10 kuruşu markete kar kalmakta, 15 kuruş ise devlete aktarılmaktadır.

Mesela, BES (Bireysel Emeklilik Sigortası) yandaş sigorta şirketlerine gelir yaratabilmek için zorunlu hale getirilmiştir; BES’ten çıkan işçiler yeniden dahil edilmekte, zaten üç kuruş olan ücretlerinden bir de BES kesintisi yapılmaktadır.

Üretimin devam ettiği sektörlerde, işçiler aynı işi daha az sayıda işçi ile yapmaya mecbur bırakılmaktadır. Böylece patronlar işçi çıkararak “işçilik maliyetleri”nden kar etmektedir. İşsizlik korkusu, çalışan işçilerin başının üzerindeki Demokles Kılıcı’dır.

Krizden etkilenmeyen patronlar bile, kriz ortamının “nimetleri”nden faydalanmaktadır. Kimileri konkordato ilanları ile işçileri aylarca ücret almadan çalışmaya zorlamakta, kimileri de fabrikaları yakıp, işçileri ücretsiz-tazminatsız kapının önüne koymaktadır.

Burjuvazi, krizin faturasını işçilere ödetmek, kriz günlerinde bile azami karlar elde etmek için her yöntemi kullanmaktadır. İşçi sınıfı da bunun bilincinde olarak hareket etmelidir.

* * *

Yapılması gereken tek şey, krizin etkilerine karşı direnişe geçmektir. Zamların geri alınması, ücretlerin yükseltilmesi, devletin ve sarayın lüks harcamaları yerine işçi ve emekçilerin refah düzeyinin yükseltilmesi, işsizliğin ortadan kaldırılması için mücadele etmektir.

Sosyalist toplumda, zaten ekonomik kriz diye bir olgu yoktur. Karı değil işçilerin çıkarlarını düşünen, planlı ve merkezi üretim sistemi, doğası gereği kriz üretmez.

Azami kar peşinde koşan plansız ekonomik sistemi ile üretim anarşisini yaşayan kapitalist ekonomide ise kriz kaçınılmazdır. Ancak bu krizin kime fatura edileceği, mücadelenin düzeyine bağlıdır.

Ekonomik krizin “en kötüsü”nü yaşamamak için, işsizlik-açlık-enflasyon girdabında boğulmamak için tek çözüm yolu, mücadeleyi yükseltmektir.

Bunlara da bakabilirsiniz

Rojava’ya saldırılar İsviçre’de protesto edildi

Türkiye ordusunun Rojava’ya ve Irak Kürdistanı’na dönük saldırıları, İsviçre-Basel’de kitlesel bir yürüyüşle protesto edildi. Şehrin …

Yeni “çözüm süreci” kimin ihtiyacı?

TBMM’nin 1 Ekim’deki açılışında, Devlet Bahçeli’nin DEM Parti sıralarına gelip tokalaşması, “yeni çözüm süreci”nin başladığının …

Devrim Kartalı Remzi Basalak

Remzi Basalak, 1963 yılında Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Az topraklı çiftçi bir ailenin çocuğuydu. İlkokulu …