Kasım ayının ortalarından itibaren başlayan ve genişleyerek büyüyen “Sarı Yelekliler” eylemi, sadece Fransa’yı sarsmakla kalmadı, kapitalizmi bir kez daha sorgulatmayı başardı.
Çok değil, ‘90’ların başında “kapitalizmin ebediliği”nden, “tarihin sonu”ndan dem vuruluyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılışı, “sosyalizmin başarısızlığı” olarak gösteriliyor, kapitalizme övgüler düzülüyordu.
Aradan geçen yaklaşık 30 yıl içinde kapitalizmin insanı ve doğayı katleden yüzü, tüm çıplaklığı ile gözler önüne serildi. “Sosyalizmin tehdidi”nden -en azından somut veya yakın bir tehdit olarak- kurtulmuş olmanın pervasızlığı ile en vahşi sömürü ve soygunu gerçekleştirdiler. İşçi ve emekçilerin yüz yıllık kazanımları gaspedildi. Zengin-fakir uçurumu hiçbir dönem olmadığı kadar açıldı. Dünyanın zenginliği, giderek küçülen bir kesimin elinde birikirken; milyonlarca insan açlığa terkedildi.
Artan sömürüyle birlikte dinci gericilik de hortladı. Emperyalist paylaşım savaşları “din-mezhep savaşları” görünümünde, en kanlı ve vahşi biçimlerini aldı. Öldürdükleri insanların ciğerini söküp yiyen caniler ordusu yaratıldı. “Yamyamlık” ya da “Yeni Ortaçağ” şeklinde tanımlanan bir dönem başladı.
Bunlar sadece “geri bıraktırılmış”, feodal kalıntıların halen varlığını sürdürdüğü yerlerle sınırlı kalmadı. Kapitalizmin en fazla geliştiği ABD ve Avrupa ülkelerini de içine alarak tüm sistemi sardı. Geçmişin “sosyal devletleri”, kendi yurttaşlarına görece refah sunan Almanya, Fransa, İngiltere gibi emperyalist-kapitalist ülkelerde bile, işçi ve emekçilere daha fazla yoksullaşma, işsizlik düştü.
Bunun bir yanını, artan hak gaspları ile gerçekleşen yoğun sömürü oluştururken, diğer yanında vergi soygunu ile vergi adaletsizliğinin “kör gözüm parmağına” şeklinde büyümesi duruyor. Fransa’da “bardağı taşıran” da bu oldu. Macron yönetimi, “servet vergisi”ni kaldırırken, işçi ve emekçilerin ödediği vergileri arttırdı.
Esasında tüm dünyada vergi yükü, işçi ve emekçilerin üzerinedir. Bir başka ifade ile emperyalist-kapitalist devletler, bu vergilerle ayakta dururlar. Öyle ki, gelir durumları çok farklı olduğu halde, zenginden de yoksuldan da “dolaylı vergi” adı altında aynı oranda vergi alınır. Devletlerin kasalarını dolduran da asıl olarak bu vergilerdir. Zenginler yasal olarak çok az vergi ödedikleri halde, çeşitli dalaverelerle vergi kaçırmaktan geri durmazlar. Yasaları değiştirerek, vergi affı çıkartarak, eksik ödeyerek vb. bir şekilde bu yükten kurtulurlar. İşçi ve emekçilerin ise böyle bir “şansı” yoktur! “Asgari ücret” dahil her şeyden vergiler zaten otomatikman kesilmektedir.
Vergi, sadece kapitalizmde değil, tüm sömürücü toplumlarda halkı soymak ve zenginliği tek elde toplamak için devletlerin kullandığı en önemli araçtır. Buna karşılık birçok halk isyanı da vergi yüzünden çıktı. Osmanlı’daki Celali ayaklanmalarından, 1789 Fransız Devrimine kadar, pek çok toplumsal patlamanın altında vergi vardır. “Vergi alanındaki mücadele, sınıf mücadelesinin en eski biçimidir” der Marks.
Günümüzde ise vergi soygunu, diğer bütün sömürü ve soygun biçimlerinde olduğu gibi daha aleni ve pervasız bir şekilde yapılıyor. Kapitalistler adeta “köpeksiz köyde” dolaşır gibi rahatça yasalar çıkartıyorlar. Nasıl olsa karşılarına dikilecek ciddi bir muhalefet yok! Komünistlerin ve devrimcilerin güç yitirdiği bir ortamda, düzeniçi muhalefetle işi çözmek, onlar için çocuk oyuncağı. Ya satın alarak, ya da korkutup sindirerek yollarını düzlediler ve kendilerine “dikensiz bir gül bahçesi” yarattılar. “Burjuva demokrasisi” denilen şeyin, işçi ve emekçilerin mücadeleleri ile elde ettiği kazanımlar olduğu, bunun gerilediği durumlarda, burjuvazinin gerici ve vahşi yüzünün ortaya çıktığı görüldü.
Ama yaşamın kendi diyalektiği var. Doğada ve toplumlarda “etki-tepki” denilen fiziksel reaksiyonlar oluşur. Kendiliğinden patlamalar olur. Tarihsel gerçekler bunun örnekleriyle doludur. Ne var ki, bunlar çoğu kez unutulur. Hele uzunca bir dönem durgunlukla geçmişse, hep böyle gideceği sanılır. Alttan alta birikenler farkedilmez. Çünkü onlar sessiz ve derindedir. Ama bir gün illa ki gün yüzüne çıkacak ve değişmez sanılan her şeyi alt-üst edecektir.
“Sarı Yelekliler” bu gerçekleri yeniden hatırlattı. Ve şimdiden tüm Avrupa’yı saran bir etki yarattı.
Sarı Yelekliler son 10 yılın zirvesi
Sarı Yelekliler, Sovyetler Birliği’nin dağılıp, emperyalist-kapitalist sistemin “tek kale maç” yaptığı dönemin ilk kitlesel eylemi değil kuşkusuz. Son 10 yıldır bu tür eylemler yaşanıyor ve yönetimleri zorluyor. 2011’de Tunus ve Mısır’daki kitle gösterileri, Kuzey Afrika’yı sarmış ve 40 yıllık diktatörleri yerinden etmişti.
Yıllar sonra “devrim” yeniden kitlelerin gündemine girdi, tartışılmaya başlandı. İşçi sınıfı da genel greve giderek, bu ayaklanmaya dahil oldu. Zaten diktatörlerin yıkılması, işçi sınıfının sürece müdahalesiyle gerçekleşti. Ne var ki, komünist ve devrimci bir önderlikten yoksundu. Dahası, en örgütlü kesimler dinci gericilerdi. Sonuçta böyle bir ayaklanmadan en fazla yararlananlar, onlar oldu. Diktatörlerin yerini dinci-gerici hükümetler aldı. Kitlelerin yaşadığı hayal kırıklığı ve “devrimimizi çaldılar” isyanı ile yeniden hareketlenmesi ise, askeri bir darbeye zemin yapıldı. Mısır’da askeri diktatörlük kurulurken, Tunus nispeten daha barışçıl bir geçişle dinci-gericiliği burjuva-laik hükümetlerle dengeleme yoluna gittiler.
Öte yandan başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler, kitlelerin diktatörlere ve varolan sisteme karşı tepkisini, kendi yağma savaşına alet etti. Libya ve Suriye’ye “demokrasi getirme” adı altında gerici iç savaşı körükledi ve yıllardır süren emperyalist savaşa payanda yaptı. Bir kez daha görüldü ki, doğru bir önderlik olmadığı taktirde, halk isyanları şu ya da bu gerici-faşist kesim tarafından kullanılabiliyor ve çıkış noktasından çok farklı yerlere çekilebiliyor.
Buradan hareketle Sarı Yelekliler eylemine mesafeli yaklaşanlar oldu. Hatta Fransa’daki faşist lider Le Pen’in ilk günlerdeki destek açıklaması üzerine, “faşist” damgası vuranlar bile çıktı. Her kitle eyleminde bu tür kafa karışıklığı yaşanıyor maalesef. Biz de bunu Gezi eylemleri sırasında bizzat gördük.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından 2000’li yıllarda başta Ukrayna olmak üzere birçok ülkede, adına “renkli devrimler” denilen kitle hareketleri olmuştu. Başını Soros’un çektiği ve arkasında ABD’nin bulunduğu bu tür hareketlerle Rusya’nın bölgedeki nüfuzu zayıflatılmıştı. Bunun üzerine birçok kitle eylemine şüpheyle yaklaşıldı. Arkasında Soros’un olabileceği ihtimali bile, eylemlerden uzak durmayı getirdi. Her ülkenin hükümetleri de bunu kullandı.
Gezi Direnişi’nin ilk günlerinde benzer bir kaygı ile başlangıçta uzak duran devrimci hareketler oldu. Sonrasında katıldılar fakat çoğu kendisini katılımla sınırladı. Devrimciler olarak birleşik hareket etme, direnişe önderlik etmeye çalışma, bu konuda yol ve yöntemler yaratma gibi bir çabanın içinde olmadılar. Böylece direniş, reformist kesimlerin ağırlığı altında adım adım gerileyerek sönümlendi.
Gezi’ye dair söylenecek çok şey var kuşkusuz. Direniş sırasında ve sonrasında birçok değerlendirme yapmıştık. (Bunları “Bu daha başlangıç: Daha Fazla Haziran” adlı kitabımızda ayrıntılı bir şekilde işledik. Merak eden bu kitaba bakabilir.) Amacımız yeniden Gezi’yi ele almak değil. Fakat Sarı Yelekliler eylemi ile birlikte Gezi Direnişi yeniden gündemleşti. Bir yandan AKP hükümetinin “Gezi fobisi” hortladı, diğer yandan Sarı Yelekliler ile Gezi’nin benzerlikleri üzerinden karşılaştırmalar arttı. Bu yönlerine yeniden döneceğiz.
Burada altını çizmek istediğimiz; Gezi Direnişi’nin Kuzey Afrika’daki halk direnişlerinden sonra gerçekleşen en büyük halk ayaklanması olduğu ve yine önderlik boşluğundan dolayı somut kazanımlar elde edemeden sönümlendiğidir. Diğer yandan Sarı Yelekliler’in Kuzey Afrika ve Türkiye’den sonra, en kitlesel ve yaygın eylemleri başlattığı; dolayısıyla son on yıldaki halk ayaklanmalarının zirvesini oluşturduğudur.
Ancak Sarı Yelekliler’in, Kuzey Afrika ve Türkiye’de gerçekleşen halk hareketlerine benzerlikleri kadar, -belki de daha fazla- ayrıştığı noktalar bulunuyor. En başta Sarı Yelekliler eylemi, Fransa gibi emperyalist bir ülkede gerçekleşiyor. Ama herhangi bir emperyalist ülkede değil; “devrimler ülkesi” Fransa’da! Bu noktada Fransa’nın özgünlüğü devreye giriyor. Şimdi biraz Fransa’nın tarihine ve bu tarihsel arka planın Sarı Yelekliler’in eylemine etkisine girelim.
Fransa’nın tarihteki özgün yeri
Yazımızın başında kapitalizmin ilk dönemindeki “vahşi”liğine geri döndüğüne, işçi sınıfının yüz yıllık kazanımlarını gaspettiğine değinmiştik. Öyle ki, 1886’da elde edilen 8 saatlik işgünü bile, bugün yeniden kazanılması gereken bir talep haline geldi. Ortalama 10-12 saat çalışılıyor, bunlar “zorunlu mesai”lerle daha da artabiliyor. Buna karşın ücretler olabildiğince düşük tutuluyor. Toplumun yaklaşık yarısı “açlık sınırı”nda bir ücretle yaşıyor. Her an işten atılma korkusuyla bu koşullarda çalışmaya razı ediliyor.
İşsizlik, özellikle de gençler arasında en üst seviyelere çıkmış durumda. Nitekim, Kuzey Afrika’daki halk ayaklanmaları, Tunuslu işsiz bir gencin kendisini yakması üzerine gerçekleşmişti. Ama işsizlik başta olmak üzere, düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, artan vergiler, sadece geri-kapitalist ülkelerde değil, emperyalist ülkelerde de yaşanıyor. Oranın halkı da benzer sorunlarla karşı karşıya. (Örneğin Fransa’da işsizlik yüzde 10-12 civarında.) Geçmişin görece refah dönemi uzunca bir süredir son buldu. Üstelik emperyalist savaşla birlikte artan mülteci akını ile göçmenler “ucuz işgücü” olarak kullanılıyor. Ya da emperyalist tekeller, fabrikalarını ucuz işgücünün bulunduğu ülkelere taşıyor. Böylece bu ülkelerde hem işsizlik artıyor, hem de daha kötü koşullarda düşük ücretle çalışmak zorunda kalıyorlar.
Bu durumu egemenler “yabancı düşmanlığı”nı körükleyerek, işçi ve emekçileri birbirine düşürerek yönetmeye çalışıyorlar. Milliyetçiliği öne çıkartıp faşizme kitle tabanı yaratıyorlar. Bir çok Avrupa ülkesinde son yıllarda faşist partiler ya hükümetteler, ya da oylarını bir hayli arttırmış durumdalar. Fransa’da da faşist Le Pen’in partisi oylarını arttırdı. Zaten 2017’de, Le Pen başkan olmasın diye Macron’u “ehveni şer” kabilinden seçtiler. Fransa’nın “iki turlu” cumhurbaşkanı seçiminde, hiçbir lider ilk turda kazanamadı. İkinci turda ise Macron ve Le Pen yarıştı. Kendilerine sol, sosyalist diyen partiler bile Le Pen’e karşı Macron’u desteklediler. Buna rağmen sandığa gitmeyenlerin oranı yüzde 25’ti. Ki bu oranın ‘60’lardan bu yana en yüksek sandığa gitmeme oranı olduğu söyleniyor. Sandığa gidenlerin yaklaşık yüzde 10’u da boş oy atmıştı. Macron, toplam seçmenin yüzde 18.5 oyuyla işbaşına geldi. Birçok ülkede olduğu gibi, Fransa’da da ciddi bir “temsil krizi” sözkonusuydu.
Buna karşın Macron, -büyük bir kitle temeline sahipmiş gibi- işbaşına geldiği andan itibaren çok önemli değişikliklere imza attı. Zenginlerden alınan “servet vergisi”ni kaldırdı mesela. Ekonominin yükünü zamlarla halkın üzerine yıktı. Çalışma ve sendika yasalarını, emeklilik koşullarını işçi ve emekçilerin aleyhine olacak şekilde değiştirdi. Üstelik bunları parlamentoyu devre dışı bırakarak, kararnamelerle yaptı. Son dönemin diğer otoriter liderleriyle aynı yolu izleyerek…
Sadece yönetim tarzıyla değil, halkı aşağılayan üslubuyla da onlara benziyordu. Yoksulları, taşralıları hor gören, küstah ve kibirli tavrıyla kitlelerin öfkesini üzerinde topladı. Ona “Zenginlerin Başkanı” dediler. Zaten Amerikan şirketlerinde çalıştıktan sonra siyasete atılmış, banka sermayesinin temsilcisi olarak adını duyurmuştu. Fransız egemenleri de, geleneksel sağ ve sol partileri ile başaramayacakları hamleleri, sözde sağ ya da sol olmayan bir “kurtarıcı” olarak sundukları Macron ile yapmaya yeltendiler. Ancak Fransız halkının tarihten gelen özelliklerini, başkaldırı geleneğini hesap etmediler.
Fransız halkı sadece yaşadığı zor ekonomik koşullara değil, bu şekilde aşağılanmaya, horlanmaya karşı da ayağa kalktı. Keza parlamento başta olmak üzere “burjuva demokrasisi”nin temel organlarının işlemez hale gelmesi; seçimlerin giderek daha fazla göstermelik olması; siyasi parti ve sendikaların burjuva anlamda bile muhalefet yapmaması vb. bir bütün olarak kapitalizmin yönetim krizine de başkaldırıdır. Görünürde Sarı Yelekliler eylemi, akaryakıt fiyatlarının yüzde 23 artmasıyla başladı. Fakat hep söylendiği gibi bu “bardağı taşıran son damla” idi. O güne dek bardağı dolduran pek çok şey oldu. Bunların arasında Macron’un yönetim tarzı ve üslubu da vardı. Bu, aynı zamanda bir “onur savaşı”ydı.
Sarı Yelekliler, sloganlarını yeleklerin üzerine de yazıyorlar. Bunlardan birinde, “sefalet eken öfke biçer” yazıyor. Öfkenin ana merkezinde ise Macron bulunuyor. Fransız halkı Macron şahsında, onun gibi davranan tüm liderlere halkın gücünü göstererek haddini bildiriyorlar. Köşeye sıkışan Macron, şimdi adeta halktan özür diliyor. Erdoğan gibi liderleri de en fazla bu durum rahatsız ediyor. Macron’un geri adım atmasına çok kızıyorlar. Bunun kendi halklarına “örnek” olmasından korkuyorlar çünkü.
Oysa eylemlerin ilk günlerinde Macron da Erdoğan gibi davranmıştı. Eylemi ve eylemcileri küçümsemiş, üzerlerine polisi salmış, şiddetle ezeceğini ummuştu. Bu olmayınca, muhatap olarak Çalışma Bakanı’nı öne sürdü, zamlar konusunda geri adım attı. Fakat eylemler durmadı, aksine tüm Avrupa’ya yayıldı. Bunun üzerine kulağı çekilmiş olmalı ki, “ulusa sesleniş” konuşmasıyla halkın karşısına geçti. “Sorumluluğumu kabul ediyorum, sözlerimle insanları kırdım” diyerek bir nevi özür diledi. Dahası, halkın öfkesini anladığını, haklı bulduğunu söyledi. “İnsanların kazandıkları ile onurlu yaşayacakları bir Fransa”dan, “hükümet ve parlamento ile birlikte” çalışacağından, “yeni bir vergi planını devreye sokacakları”ndan dem vurarak, eylemcileri yatıştırmaya çalıştı.
Ancak ne bu sözler, ne de “bir yıl boyunca akaryakıta zam yapılmayacağı”, “1200 euro olan asgari ücretin 1300 euroya çıkarılacağı” vaadleri, eylemleri durdurabildi. “Biz kırıntı değil, ekmeğin bütününü istiyoruz” diye yanıtladılar Sarı Yelekliler. “Servet vergisi”nin yeniden getirilmesini ve Macron’un istifasını istediler. Zaten hazırladıkları 42 maddelik talepler listesiyle, ekonomik olduğu kadar siyasi talepler de ileri sürüyor ve esasında bugünkü sistemi karşılarına alıyorlar. Örneğin sadece “asgari” olanın değil, “azami ücret”in de belirlenmesi talebi, “azami”nin ortalama ücreti aşmamasını istemeleri en dikkat çekenidir. Keza “borçlara kaynak olarak en fakir ve az varlıklı kesimin parasını almak yerine, 80 milyarlık vergi kaçakçılığının peşine düşülsün” demeleri; “büyükler büyük, küçükler küçük vergi ödesin” talepleri; “kadrolu çalışma hakkı” istemeleri; esnek ve güvencesiz çalışmaya karşı çıkmaları, azami kar için dizginsiz sömürüyü gerçekleştiren burjuvazinin kabusu niteliğinde taleplerdir. (Diğer taleplere de yeri geldikçe değineceğiz.)
Son 30 yılda dolu-dizgin at koşturan burjuvaziye karşı en ciddi karşı koyuşun Fransa’da ortaya çıkması tesadüf olabilir mi? Marks’ın “Louis Bonapart’ın 18. Brumaire” adlı eserinin 30 yıl sonraki baskısına “önsöz” yazan Engels, Fransa’nın özgünlüğünü bakın nasıl anlatıyor:
“Fransa öyle bir ülke ki, orada sınıf kavgaları -diğer ülkelerden daha çok olmak üzere- her defasında kesin bir karara varılana kadar sürdürülmüştür. Bu yüzden değişen politik davranışlar en belirli şekilleriyle orada ortaya çıkmaktadır. Sınıf çatışmaları, bu davranışlar içinde devinmekte ve sonuçlara bağlanmaktadır.” Devamında bu durumu Fransa’nın tarihine gönderme yaparak şöyle açıklıyor:
“Ortaçağ’da bir derebeylik merkezi, Rönesans’tan bu yana monarşi ülkesi olan Fransa, Büyük Devrim’de derebeyliği yıkmış ve burjuva egemenliğine Avrupa’da başka hiçbir ülkenin erişemediği klasik bir saflık karakteri vermiştir. Dahası var, devrimci proletaryanın iktidardaki burjuvaziye karşı savaşı, Fransa’da başka ülkelerde bilinmeyen keskin şekillere bürünür.” (Yorum Yayınları sf:26)
Buradan hareketle Marks’ın Fransa tarihine özel bir ilgi gösterdiğini, “oluş içindeki tarihi” böylesine ayrıntılı ve açık kavrayabildiğini ve olaylar içinde serinkanlı kalmayı başardığını söyler.
Sadece Marks ve Engels değil, Lenin de Fransa’daki gelişmeleri yakından izlemiş, geleceğe dair sonuçlar çıkarmıştır. Özellikle Paris Komünü “Devlet ve Devrim” adlı eserinin temel kaynağıdır. Bu “ilk proleter devlet” biçimi, sosyalizmde devletin, proletarya diktatörlüğünün nasıl olması gerektiği konusunda fikir veren en somut deneyimdir. Nitekim Marks ve Engels, ünlü eserleri “Komünist Manifesto”nun sonraki baskılarında, tek değişikliği Paris Komünü üzerinden yaptıklarını söylerler.
Büyük Devrim’le feodalizme karşı burjuvazinin iktidarını, Paris Komünü ile kapitalizme karşı proletaryanın iktidarını en net haliyle ortaya koyan Fransa’nın, Sarı Yelekliler ile tarihe bir şerh daha düştükleri kesindir. Ve geleceğe dair sunduğu ipuçlarıyla, birçok yönden incelenmeyi hak etmektedir.
Sarı Yelekliler eyleminin içeği,
talepleri
Sarı Yelekliler de devrimci geleneklerine sahip çıkıyor ve eylemlerinde ona gönderme yapıyorlar. Pankartlarında ve konuşmalarında sıkça bu tarihleri hatırlatıyorlar. “1789, 1848 Devrimi, Paris Komünü… Bugün bir sonraki aşamaya geçmememiz için bir neden yok” diyor bir Sarı Yelekli konuşmacı mesela. Yanısıra ‘68’i hatırlatıyorlar. ’68 gençlik eylemlerinin başlangıç vuruşu da Fransa’dan olmuştu. Oradan dalga dalga tüm dünyaya yayıldı.
Sarı Yelekliler’in eylemleri sürerken, liseli gençliğin de boykot ve işgallerle buna katılması; uzun süredir ayrı kanallardan akan işçi-emekçi hareketi ile gençlik hareketinin birleşmesi bakımından önemli. Elbette liseli gençliğin kendi talepleri var. Daha önce de hükümetin eğitim politikalarına karşı sokağa çıkmışlardı. Sarı Yelekliler’in eylemleri ile bir kez daha bu taleplerini dile getirmek için eyleme geçtiler. Yüzlerce lisede boykot başladı. Bu eylemlerde polisin öğrencileri gözaltına alırken dizüstü çöktürmesi ve arkadan kelepçelemesi, büyük tepkilere yol açtı. Sarı Yelekliler de dizüstü çökerek polisin bu uygulamasını protesto ettiler.
Sarı Yeleklilerin sınıf bileşimine dair pek çok şey söyleniyor. Gezi’de olduğu gibi bir “orta sınıf” tanımı ortalığı kaplamış durumda. “Orta sınıf” ya da “orta kesim” dedikleri, ekonomik zorluklardan dolayı şehir merkezlerinin dışında yaşamak zorunda kalmış, “eski ayrıcalıklı konumlarını kaybetmiş” çoğu emekli, ya da “güvencesiz çalışan” kesimlerden sözediliyor. Esasında “orta sınıf” diye bir sınıf yoktur. Orta ya da küçük-burjuvaziden bahsedilebilir olsa olsa. Ki bunlar “ara sınıf”tırlar ve sürekli olarak proletaryanın saflarına itilirler. Son yıllarda ise, bu kesimlerin daha fazla yoksullaştığı sır değil. Örneğin “güvencesiz çalışanlar” eskiden küçük ve sınırlı bir kesimi tanımlarken, bugün giderek genişleyen bir kesimi oluşturuyor. (Kaldı ki, eylemin başladığı günden bu yana katılımın sürekli artmasıyla, eylemcilerin sınıfsal bileşimi de farklılaştı. İşçisinden öğrencisine hemen her kesimin katıldığı tam bir halk hareketi halini aldı.)
Günümüzde servet uçurumunun ulaştığı boyutlar, burjuva kurumları dahi ürkütüyor. Örneğin 1900’lerin başında, dönemin en zengini olan Rockfeller’in 1 milyar dolar servete ulaşması, büyük bir olay olmuş. 1990’larda 100 milyar dolar sahipleri parmakla sayılıyor. Şimdi ise trilyon dolar sahipleri var. Sadece Çin’de 500 kişinin milyar dolar sahibi olduğu söyleniyor. İki üç kişinin servetinin Afrika kıtasına denk olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Marks’ın ifadesiyle “bir kutupta servet birikirken, diğer kutupta sefalet birikiyor.” Bir başka ifadeyle milyonlarca insanın sefaleti üzerinden bu servetler oluşuyor. Sarı Yelekliler, akaryakıta zamla ayağa kalktı fakat en büyük tepkilerinin “servet vergisi”nin kaldırılmasına olduğu biliniyor. Şimdi de en önemli talepleri bu verginin geri getirilmesi. Yani “servet uçurumu” işçi ve emekçinin gözünden kaçmıyor. Aksine kendi yoksulluklarından daha fazla bu adaletsizliğe öfke duyuyorlar.
Sarı Yelekliler eylemini ilk başlatanlar, “taşra” olarak tanımlanan şehrin uzağında oturan emekçilerdi. Ki bunlar, şehirdeki yüksek kiralar nedeniyle kırsal bölgelere yerleşmiş düşük gelirli işçi ve emekçilerdi. Fransa, en ücra köşesinde bile altyapı ve kamu hizmetleri götürmesiyle tanınan bir ülkeydi. Son yıllarda devlet, küçük yerleşim birimlerindeki okul, hastane, postane, tren istasyonu gibi kurumları “zarar ediyor” diyerek kapatmaya başladı. Toplu ulaşım araçları da ortadan kalkınca, buralarda yaşayanlar kamu dairelerine ulaşabilmek için araba almak zorunda kaldılar. Başlangıçta kolayca kredi verip herkesi araba sahibi yaptılar. Bu sayede hem bankaları, hem de otomotiv sektörünü ihya ettiler. Ama akaryakıt zamları dur durak bilmedi. En son yüzde 23’lük zam halkı çileden çıkardı.
Kamu hizmetine ulaşmasının tek yolu, arabasıyla şehir merkezine gitmek olan bu kesimlerin, akaryakıt zammından ne kadar etkileneceği ortadadır. Ayrıca Fransa’da her gün 17 milyon kişinin yaşadıkları yerin dışında bir yere çalışmaya gittiği söyleniyor. Bunların üçte ikisi de kendi aracını kullanıyor. Hal böyleyken Fransa, araç yakıtından vergi alımında Avrupa üçüncüsü. Keza yurtiçi milli hasılasının neredeyse yarısını vergi gelirlerinden sağlıyor.
Bu koşullarda halkın akaryakıt zammına karşı patlaması kadar doğal ne olabilir? Üstelik “vergi adaletsizliği” gibi önemli bir konuya dikkat çekerek… Örneğin 42 madde ile oluşturdukları talepler listesinde Amazon, Google, Carrefour gibi büyük tekellerin daha fazla vergi ödemelerini istiyorlar. Bu çokuluslu büyük tekeller, bırakalım fazlasını, vergi bile vermiyor. Sadece Londra borsasında ve sadece 1 saniyede ortalama 33 milyon para transferi işlemi gerçekleşiyor ve sanal ortamdaki bu işlemler, vergiye tabi değil!
Durum buyken, Sarı Yelekliler’in taleplerini “ekonomik” diyerek küçümsemek olası mı? Bu ancak halktan kopmuş elitist aydınların işi olabilir. Nitekim Fransa’da da öyle oldu. Sarı Yelekliler’in isyanını, “bunlar ancak kendilerine dokunulduğunda seslerini çıkarıyorlar” diyerek “bencilce” buldular. Daha “siyasi” değerlendirme yapanları ise, “bu burjuva bir hareket, geleceğe dair en ufak bir stratejileri yok” dedi. Macron’un akaryakıt zammını “ekoloji” ile açıklama cambazlığına kanarak, eylemcileri “ekolojiyle en ufak ilgileri olmamakla” suçladılar. Kimisi ise, “göçmen karşıtı”, “milliyetçi” “anti-semitik” diyerek, eylemcilere burun kıvırdı.
Üstelik bunların birçoğu kendilerini “solcu” hatta “sosyalist” olarak tanımlıyor. Oysa bunlar, sadece halktan kopmakla kalmayıp düzene entegre olmuş, hem statü hem de parasal olarak düzenden nasiplenen kişi ve kurumlardır. Sarı Yelekliler’in bu tür kurumlardan uzak durmaları, internet üzerinden örgütlenmeye çalışmaları boşuna değil! Siyasi partiler başta olmak üzere, sendikalar ve birçok kitle örgütü, düzenin bir parçası haline gelmiş durumda. Doğal olarak halka güven vermiyorlar. Sarı Yelekliler de bunlardan hiçbirinin kendilerini temsil edemeyeceğini söylüyor. Bugüne dek birçok eylemde bu kurumların nasıl uzlaşıcı bir rol oynadıkları, direnişleri kırdıkları, grevleri sattıklarını deneyimleriyle biliyorlar.
Buradan hareketle Sarı Yelekliler’in varolan örgütlenmelerden uzak duruşunu, “örgütsüzlük” addedip buna methiyeler düzenler oluyor. Ya da eski biçimlerin artık geçerliliğini yitirdiğini, “yeni bir örgütlenme biçimi”nin bulunması gerektiğini söylüyorlar.
Oysa Sarı Yelekliler’in varolan örgütlerden uzak durması, örgütsüzlüğü savunmalarından değil, onların bugüne dek izledikleri yanlış çizgilerinden kaynaklanıyor. Kaldı ki bu tür patlamaların, başlangıçta örgütsüz olması doğaldır. Örgüt biçimleri zaten eylemlerin içinde şekillenir. Nitekim Sarı Yelekliler de kendi içinde örgütlü bir yapı oluşturmaya başlamışlar. Her kavşakta çadırları var ve bunlar bir işbölümü dahilinde çalışıyor. Röportaj için gelen gazetecilere bile, çadırın temsilcisi ile konuşması isteniyor. Bütün bunlar, belli bir hiyerarşi ve örgütlenme içinde olduklarını gösteriyor.
Örgütsüz hiçbir hareket başarıya ulaşamaz. Örgütsüzlüğe övgü dizmek de, -niyetleri ne olursa olsun- o hareketi yenilgiye uğratmak, burjuvaziye hizmet etmek demektir.
Örgüt biçimleri elbette değişebilir. Zaten adı üstünde “biçim”dir. Önemli olan onun özüdür. Ve o öz, kendine uygun biçimi mutlaka yaratacaktır. Komün’den Sovyetler’e devrimin temel organları bile, mücadelenin içinde oluşmuştur. Bunun aksini hiçbir komünist savunamaz. Lenin’in de belirttiği gibi, örgüt biçimlerini masa başında belirlemeye kalkmaz. Fakat asla örgütsüzlüğü yüceltmez. Mücadele içinde ortaya çıkan örgüt biçimlerine bilinçli bir ifade vermeye çalışır ve onu devrimin kaldıracı haline getirmeyi hedefler. Diğer “sol”, “sosyalist” kesimlerle temel farkı budur.
Sarı Yelekliler’in “göçmen karşıtı” oldukları da boş bir savdır. Nitekim 42 maddenin arasında “sığınmacılar” ile ilgili talepler de var. “Zorunlu göçün sebeplerine çözüm üretilsin. Sığınmacılara iyi davranılsın. Onlara barınak, güvenlik, temel gıda ve çocuklarına eğitim sağlamak bizim sorumluluğumuz” deniyor mesela. Bunun yanı sıra milliyetçi ögeler taşıyan “Fransa’da yaşamak Fransız olmayı gerektirir” ya da “gerçek bir entegrasyon sağlanmalı” gibi sözler de bulunuyor. Bu kadar heterojen bir hareketin içinde milliyetçi etkilerin görülmesine şaşmamak gerek. Fakat asla “göçmen karşıtı” bir çizgide değiller. Nitekim Sarı Yelekliler’in eylemlerine orada yaşayan Türkler ve Kürtler dahil pek çok göçmen katılıyor ve hiçbir sorun yaşanmıyor.
Tabi ki, Sarı Yelekliler eylemlerinde birçok eksiklik, hatta yanlış olabilir. Ancak bunlar her halk hareketinde görülebilecek şeylerdir. Hiçbir halk hareketi bunlardan muaf “steril” olamaz. Bir hareketi desteklemek ve içinde yeralmak için, böyle olmasını bekleyenler; ya gerçeklerden iyice kopmuştur, ya da pasifizmine, burjuva dalkavukluğuna gerekçe uydurmaktadır. Bırakalım halk hareketlerini, devrimlerde bile kitleler en canalıcı sorunları üzerinden harekete geçerler. Bunlar da çoğunlukla “ekonomik”tir. Ama ekonomik bir talep için halkın ezici çoğunluğu ayağa kalkmış ve yönetimi hedefe çakmışsa, bu zaten politik bir içerik kazanmış demektir.
Sonuç yerine
Sarı Yelekliler ve eylemleri hakkında daha pek çok şey söylenebilir, söylenecektir de… Kaldı ki, halen sürmekte olan bir eylemden bahsediyoruz. Yani süreç henüz tamamlanmış değil. Buna karşın bugüne dek yapılanlarla, tüm projektörleri üzerlerine çekmeyi başardılar.
“Devrimler ülkesi” Fransa, bir kez daha tarihsel bir çıkışa sahne oluyor. ‘90’lardan bu yana kulakları sağır eden kapitalizme övgü dolu manipülasyonlara işçi ve emekçi cephesinden en sert yanıtları veriyor. Henüz sosyalist bir içerik ve devrim hedefi olmasa da, sistemi sorgulatıyor ve ona meydan okuyor.
Üstelik sadece kapitalistleri ve onların akıl hocalarını sarsmakla kalmıyor, siyasi partilerinden parlamentoya, sarı sendikalardan “sivil toplum örgütleri”ne, günümüzün düzen kurumlarını da saf dışı bırakıyor; bu kurumların güvenilmezliğini ortaya seriyor. “Zenginleri temsil ediyorlar, halkı değil” diyerek gerçek yüzlerini sergiliyorlar. Kısacası sistemin ve ona entegre olan tüm kesimlerin maskeleri birer birer düşüyor.
Bu yönüyle reformist partilerin, bürokratlaşmış sendikacıların saltanatı yıkılıyor. “Avrupa Komünizmi”nin başını çeken Fransa’da, reformizme indirilen bu güçlü darbe, sadece “Avrupa Komünizmi”nin değil, reformizmin de artık miadının dolduğunu ilan ediyor. Düzenle barışık parti ve kurumlardan bıkmış olan kitleler, kendi sorunlarına gerçekten sahip çıkacak devrimci ve militan bir öncü ve örgüt istiyor. Ve bunu kendi eylemi içinde yaratmaya çalışıyor.
Kapitalizme karşı isyanın yeni adı; “Sarı Yelekliler” olmuştur. Araçlarda kaza halinde acil durumlarda fark edilmek için giyilen bu yelek, bir simgeye dönüşmüştür artık. Sarı Yeleklerle sokağa çıkan kitleler, egemenlere ve onları görmemekte, karanlıkta bırakmakta ısrar edenlere “görün bizi” demiştir. Ve gerçekten görülmeyi başarmışlardır. Kendilerini küçük görerek eylemlerine dudak bükenleri de, üzerlerine polisi salıp ezmeye çalışanları da hüsrana uğratmıştır.
Ne polis şiddeti, ne de ağızlarına çalınan bir parça bal, onları durdurabildi. Her Cumartesi “yasak” ilan edilen Şanzelize Bulvarı’na çıkmak için sokak sokak çatıştılar, çatışıyorlar. Bugün Macron’a evsahipliği yapan Elize Sarayı da bu bulvarda bulunuyor. Sarı Yelekliler’in Saray’ı hedeflemesi üzerine, Macron da tıpkı “bizimkiler” gibi “bu bir darbedir” demeye başladılar. Halkın yüzde 18,5 oyuyla işbaşına gelenler, halkın yüzde 80’inin desteğini alan bir hareketi, “darbecilik”le suçluyor!
Bu tablo, burjuvazinin demagojide ve riyakarlıkta sınır tanımadığını gösterir sadece. Aynı demagoji, bugüne dek eylemcilerden 10 kişi öldüğü halde tek bir polis ciddi bir şekilde yaralanmazken, eylemcileri, etrafa zarar veren “vandallar” olarak lanse etmelerinde görülüyor.
Her halk hareketi gibi, Sarı Yelekliler de, yönetimin kalbine, saraya yöneliyorlar. Macron ise her an onu kaçırmak için bekleyen helikoptere ve yüzlerce korumaya karşın sarayda korku içinde bekliyor. Eylemlerin halen devam ediyor olması, korkularını büyütüyor. Fransa’da yayınlanan bir dergi, “panzerlerin suyunun içine gazmaskelerinin dayanamayacağı, insanları öldürmeden yere serebilecek bir kimyasal madde kattıkları”nı yazdı. Yani daha fazla şiddete başvurmaya hazırlanıyorlar.
Sadece Fransız burjuvazisi değil, tüm Avrupa burjuvazisi teyakkuz halinde. Tarihte yaşandığı gibi Fransa’daki hareketlilik, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya yayılıyor ve egemenleri titretiyor. Mısır’dan Türkiye’ye pek çok ülkede “sarı yelek” satışının durdurulması, operasyonlarda “sarı yelek”in suç unsuru haline gelmesi bunun ilk emareleri.
Dünyanın bütün burjuvaları ve onların çanak yalayıcıları, korksun ve beklesinler…“Tek kale maç” yaptıkları dönemin sonuna gelindi. Elbette bir eylemle bu sistem yıkılmayacak. Fakat bundan sonra bu eylemler sürecek ve eskisi koltuklarında rahat oturamayacaklar.
Kasım ayının ortalarında başlayan Sarı Yelekliler eylemi, Aralık ayının sonlarına kadar sürdü. Zayıflayacağı beklenirken, daha kitlesel ve militan bir hale büründü. IŞİD militanlarının pazar yerinde bombalı saldırısı gibi provokasyonlar da eylemleri durdurmaya yetmedi. Yeni yıl tatili ile ara verilen eylemlerin, sonrasında devam etmesi bekleniyor.
Eylemin temel sloganı haline gelen Macron’un istifasına kadar eylemler sürecek mi, yoksa bir yerde kırılacak ve sönümlenecek mi bilinmiyor. Ancak bugüne kadar yaptıklarıyla, somut kazanımlar elde etmenin ötesinde, çok önemli siyasi mesajlar da verdiler.
Biz burada belli başlı noktaların altını çizdik. Engels’in deyimiyle “oluş içindeki tarihi” incelemeye, sonuçlar çıkarmaya çalıştık. Elbette sadece tespitlerde doğruluk yetmiyor; aslolan değiştirme gücü ve iradesini ortaya koymaktır. Buna uygun örgüt ve mücadele biçimleriyle, taktik ve politikalarla kitlelere önderlik edebilmektir.
Sarı Yelekliler, komünist ve devrimcilere görevlerini hatırlatıyor. Buna yanıt olmak gerekir. “Sarı” Yelekliler’in “kızıl” bayraklarla yürümeleri, ancak bu şekilde sağlanabilir. Ve gerçek kurtuluşun yolu, böyle açılacaktır.