Eylem Günlüğü 9. hafta; “GÖĞÜN FETHİNE ÇIKAN KOMÜNARLAR” gibi…

İki ayı aşıp 3. aya evrilirken, Fransız Sarı Yelekliler (Gilet Jaunes) eylemi, bu hafta devlete ve burjuvaziye meydan okuma noktasına geçti.

Günlerdir “nereye varacak” sorularıyla beraber, eylemcilerin hedefi, istifası istenen Macron ve hükümetiyle birlikte polisti bu hafta. Zaman zaman atılan sloganlarla, tutuklanan arkadaşlarının salıverilmesi istendi.

Sabahın ilk saatlerinden itibaren biraraya gelen ve yürüyüşe başlayan kitlenin katılımı, bu hafta daha yüksek ve daha disiplinliydi. Bercy ve Bastille yürüyüş hattıyla birleşen binlerce eylemci, geçen haftaki Paris Belediyesi önünden yine Macron’un istifasını isteyen ve polisi protesto eden sloganlar eşliğinde yürüdü. Polisin bir-iki gazlı müdahalesine rağmen, Grand Bulvar, Bulevard Hausseman istikametinden Champ Elysees Meydanı’na disiplinli bir şekilde ulaştı.

Zafer Takı Meydanı’na 3 haftadan beri girilemiyordu. Bu hafta zafer nidasıyla alana girilmesi çok dikkat çekiciydi.  Yine girişler ve ana yollar polis ve çeşitli polis araçlarıyla çevrilmiş, sıkı biçimde denetim altına alınmıştı. Tam bir çelişkili ortam. Madem meydana giriş bu kadar serbest, bu güvenlik önlemi neden?

Hafta içi eski eğitim bakanı askerin devreye girmesi, eylemcilere asker tarafından müdahale edilmesi çağrısını yapmıştı. Ardından içişleri bakanı da “eylemcilerin şiddete başvurması durumunda” sert müdahale yapılacağı tehdidini savurdu. Bu açıklamalara bakınca, ileriki saatlerde devletin tutumunun çok farklı olacağı anlaşılıyordu.

İçeride, Zafer Takı Anıtı, polis çemberiyle çevrili. Polis belli bir saate kadar sessizliğini ve demir barikatlarını koruyarak adeta “iyi polis” rolünü oynuyor. Zaman zaman eylemcilerle sohbet ediyor, bu da eylemcilerin bir kısmında karşılık buluyordu.

Bu arada, onbinlerce kişi alanı doldurmuş, Macron’u istifaya çağırıyor, polisin alanı terketmesini istiyordu.

Eylemciler Port Mailot tarafına yürümek isteyince, ilk gaz saldırıları yaşandı. Geri çekilen ve kısa sürede toparlanan eylemciler, bu defa geldikleri yöne yürümek istedi, ama polis çoktan bu hattı da kapatmış, tüm alanı ablukaya almıştı. Şimdi alan tamamen açık hapishaneye dönmüştü eylemciler için. Örgütsüz-öndersiz kitle yürümek isteyince, atılan yoğun gaz ve misket bombalarıyla sağa-sola kaçıştı; daha sonra elinde var olan şişelerle karşı koymaya çalıştı, ancak barikatları aşamıyordu.

Bir tarafta radikal, diğer taraftan birbirine güvensiz ve sokak çatışmasından -göğüs göğüse çatışmadan- habersiz ürkek bir kitle. Bu kitle psikolojisini iyi bilen polis, alanı istediği gibi kullanır olmuştu. İstediğinde alanı gazlıyor, gözaltı yapıyor; istediğinde kısmi geri çekiliyor, barikatları güçlendiriyor. Devlet adeta polisini “sokak çatışması eğitimi”nden geçiriyordu. Zaten 4. haftadan itibaren, uzun yürüyüşler sonrası yorgun düşen kitleyi tazyikli su kullanarak daha da güçten düşürüyordu. Gözlemlediğim kadarıyla, polis 3 ve 4. haftadan sonra eylemlere daha farklı yaklaşmaya başlamıştı.

8. haftadan itibaren ise, bazı bölgelerde plastik mermi tüfekli polisleri takviye güç olarak hazırda beklettiklerini gözlemledik, başka bölgelerden de bu yönde haberler duyduk. 9. haftada, özellikle anti-kapitalist bir kesim, savaşım araçlarından yoksun olmakla birlikte, yoldan sökülen taş ve cisimlerle, polise karşı bir direniş sürdürmeye çalıştılar. Güçsüz de olsa bu çabaları, psikolojik bir onur savaşına dönüştü.

Eylemler 10. haftaya doğru devrilirken, Macron hükümetinin herhangi bir geri adımı görünmüyor. İlk haftalarda verdikleri “tavizler”in de hayata geçip geçmeyeceği bilinmiyor. Onların bu tutumunu güvensiz bulan kitle de, bir biçimde eylemleri sürdürmeye kararlı görünüyor.

Devletin saldırısı kitlede bir tıkanma ve adeta yenilgi etkisi yarattı. Polisin denetlemesi de onur kırıcı bir etki oluşturdu. Buna rağmen kitlenin gecenin geç saatlerine kadar biraraya gelmesi ve yine polisin karşısına çıkarak sokaklarda eyleme devam etmesi, bu etkiyi kırıyor ve moralleri yükseltiyor. Ancak süreç yine dağınıklık ve başıboşlukla ilerlediği için, devlete geri adım attırmada yeterli olmuyor.

Bir başka nokta ise, kitle katılımının ne azalıyor ne artıyor olması. Devlet de en çok buna oynuyor. Sendikalar şu ana kadar direnişe dahil olup, grev ve direnişler örgütleyerek, eylemlerin bir üst aşamaya geçmesine zemin hazırlamadılar. Bu durum, birçok sendika içinde tartışılıyor.

Son günlerde eylemlerin gidişatı ve geleceği üzerine çeşitli şehir ve bölgede tartışma toplantıları organize edildi. Önce yerellerde düzenlenen bu toplantılar, önümüzdeki süreçte ülke genelinde merkezi bir tartışmaya doğru evrileceğe benziyor. Kimi gruplar, sürecin merkezileşmesine karşı çıkarken, yaşanan onca eylemden sonra, masada kaybetme korkusunu da taşıyor, olaya sıcak bakmıyorlar. Fransa’nın büyük şehirlerinden Marsilya’da bu durum kendini daha net ortaya koydu. Bir grup, şehirlerde yapılacak toplantılar sonrasında temsilciler bazında tartışma yürütüp, referandum ya da temsilcilerin devletle görüşmesi önerisinde bulunurken, diğer bir grup buna karşı gelerek grev ve direnişlerle eylemleri boyutlandırmak ve devlete geri adım attırmak istiyor.

Bilinmezlikler fazla. Yine de eylemler ’68 direnişinden bugüne en uzun süreli olması, Fransa’ya büyük ekonomik zararlar vermesi, diğer AB ülkelerindeki emekçilerin sempatisini kazanması ve onların da sokağa çıkmasını sağlamasıyla büyük önem taşıyor. Sadece Fransa’da değil, AB genelinde tekelci burjuvazi için çok önemli bir soruna dönüşmüş durumda. Ancak kitle hareketinin güçlü bir önderlik altında disiplinli bir savaşım gücüne sahip olmaması, dahası alternatif bir hedeften yoksun bulunması, en büyük handikapı oluşturuyor.

Bir başka konu, buralarda yıllardır yaşayan bizlerin, artık bu toplumun öznesi olduğumuz gerçeğidir. Kendimizi hala “yabancılar” statüsünde görüp bu ülkenin sorunlarının dışında tutarak yaşıyoruz. Bırakalım kendimizi, çocuklarımızı da bu statü içine hapsederek yaşamalarını istiyoruz. Oysa bu devletler içinde çıkarılan yasalar, bizi de kapsıyor; hatta bizlere çok daha ağır çalışma ve yaşam koşulları dayatıyor. Biz ise bunu unutarak bireysel kurtuluş yönelimine giriyor, kutuplaşmalar yaşıyoruz. Bizlerin bu “dışsal” statüden çıkıp, eşit yasalarla eşit yaşam koşullarını talep etmemiz gerekiyor.

Yaşamın her alanında ucuz işgücü ve rekabetin faturası, devlet desteğiyle bize kesiliyor. Taşeron sistemiyle birlikte, ödenmeyen çalışma ve ihtiyarlık vergilerimiz, uzun sağlıksız çalışma koşulları, son yıllarda emekli olmadan erken ölümlerin çoğalmasına yol açtı. Yapılan zamlarla birlikte alım gücümüzün düşmesi, işsizliğin artması, bizleri mafyavari bir yaşama, esrar satıcısı-alıcısı, fuhuş gibi “daha kolay” para kazanma yollarına, onursuzca yaşama teşvik ediyor. Daha şimdiden onbinlerce gencimiz bu bataklığa sürüklenmiş durumda.

Onun içindir ki, biz bugün Türkiyeli ve Kürdistanlılar olarak, devletin çıkarmış olduğu bu kanemici yasalara karşı yürütülen haklı savaşları sahiplenmeliyiz. Destekçi ve dayanışmacı bakıştan uzaklaşmalı, mücadelenin öznesi olmalıyız. Tıpkı Paris Komünü’nde çeşitli uluslardan kadın-erkek el ele yürek yüreğe barikatlarda savaşan enternasyonal birlikler gibi… GÖĞÜN FETHİNE ÇIKAN KOMÜNARLAR gibi…

Paris PDD

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …