Suriye’de savaşın sonunun yaklaştığı belli olunca, her kesim buna uygun olarak politikalarını gözden geçirmeye başladı. Şimdi herbiri kendi hamlesini yapıyor, kartlar yeniden karılıyor.
Suriye-Rusya-İran-Çin cephesi için artık süreç daha belirgin, daha net. Bir taraftan Suriye’nin tamamında kontrolü sağlamak hedefiyle hareket ederken, diğer taraftan yeniden inşa sürecine odaklandılar, buna uygun girişimler ve anlaşmalar yapıyorlar.
Suriye’yi parçalamak, yönetimini değiştirmek isteyen karşı cephe için ise, durum biraz daha karmaşık.
ABD, önce Suriye’den asker çekeceğini açıkladı, sonrasında bu çekilmenin “uzun süreli” olacağını belirterek aslında çekilmeye niyetinin olmadığını gösterdi. Zaten bugüne kadar “çekilme” açıklaması yaptığı hiçbir ülkeden gerçekten çekilmemişti. Mesela Irak’tan 2011’de çekilme kararı aldı; ancak ordu çekilirken ABD’nin Bağdat Büyükelçiliği’nin nüfusu “16 bin diplomat”a yükseltildi. Keza Blackwater adlı kanlı taşeron çete de, ABD askerlerinin görevlerini üstlendi.
Arap Birliği bir taraftan Suriye’ye sıcak mesajlar gönderiyor, Birliğe yeniden katılması gerektiğini söylüyor, elçiliklerini yeniden açıyorlar; diğer taraftan da Birlik üyesi Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır, Suriye’de ABD’nin çıkarları doğrultusunda konuşlanacak bir askeri birlik hazırlığı yapıyorlar.
İsrail, savaşın sonunda İran’a doğru bir yön değişimi oluşturmaya çalışıyor. Bu doğrultuda İran’ın Suriye’deki askeri varlıklarının üzerine füzeler yağdırıyor; ancak bu füzelerin önemli bir kısmı Suriye’nin Rus yapımı hava savunma sistemleri tarafından imha ediliyor. Böylece İran fazla zarar görmemiş oluyor.
Türkiye ise, büyük belirsizliklerin içinde kendisine çıkış arıyor.
“Tampon bölge” isterken İdlib’den olmak
Savaşın dengeleri yeniden oluşturulurken, emperyalistlerin Türkiye’yi yanlarına çekme çabaları da hız kazandı. ABD heyetleri Türkiye’yi yol etti, yöneticileri peşpeşe gidip geliyor; Erdoğan Rusya’yı ziyaret ediyor; AKP hükümeti dört bir yandan görüşmeler yaparak Suriye’de kendilerine boşluk oluşturmaya çalışıyor. Bir taraftan işgal ettikleri toprakları ellerinde tutmaya çalışırken, diğer taraftan yeni işgal bölgeleri yaratma hedeflerini açıkça ifade ediyor.
Erdoğan önce Menbiç’i hedefe çaktı. ABD aylardır “Menbiç’te ortak devriye” konusunda Türkiye’yi oyalayıp duruyordu. Şimdi ise Menbiç’e girmesine yeşil ışık yaktı. Ancak ABD’nin bu hamlesi Kürt hareketinin barajına çarptı. Hemen Suriye ordusunu bölgeye çağırdılar, sınır bölgesinden YPG çekilirken Suriye ordusu bayrak çekti. ABD’nin boşaltmak istediği bölgelere Türkiye’yi alma çabasının hayata geçmeyeceği, boşlukların Suriye tarafından doldurulacağı belli oldu.
Ancak Erdoğan, Suriye’den toprak koparma konusunda kararlıydı. “Fırat’ın doğusu” tartışması bunun üzerine başladı. ABD, Kürt hareketini kaybetme tehlikesine girmeden Türkiye’ye bir taviz vermek istiyordu. Bu doğrultuda Tel Abyad üzerine senaryolar tartışılırken, Trump “güvenli bölge” konusunu ortaya atıverdi. ABD’li yetkililerin herbiri, bir taraftan “Kürtleri korumaya devam etmek”ten sözederken, bir taraftan da PYD’nin Türkiye sınırından içeri çekileceği, 30 km.lik alanda Türkiye ile ABD’nin birlikte tampon oluşturacağı bir bölgeyi tartışmaya açtılar. Bu ikisinin birarada olması mümkün değildi. Zaten ABD’nin niyeti de Türkiye’ye sözler vererek zaman kazanmaktı.
Rusya ise, bu durumu hızla lehine çevirdi. Erdoğan’ın 24 Ocak’ta gerçekleştirdiği Rusya ziyaretinde, Putin tampon bölgeye gerek olmadığını söyledi. Bir “tampon” gerekiyorsa, Suriye ordusu tarafından sınır güvenliğinin sağlanması en doğal “tampon”u oluşturabilirdi. Erdoğan’ın Kürt güçlerini bahane etmesi karşısında ise, “Adana Mutabakatı”nı hatırlattı ve yeniden devreye sokmak gerektiğini belirtti. Erdoğan da bunu kabul ettiğini basına açıkladı.
Aslında Erdoğan cephesinden bu bir kazanım değil, kayıptır. Adana Mutabakatı, 1998 yılında Suriye ile Türkiye arasında, asıl olarak Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve PKK faaliyetlerinin durdurulması hedefiyle yapılmış bir anlaşmaydı. Ve o dönem Türkiye başarılı da olmuş, Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması, Kürt hareketi açısından tarihi bir süreci başlatmıştı.
Bugün Adana Mutabakatı’nı yeniden gündeme getirilmesi, Erdoğan’ın Suriye politikasının yenilgisinin resmileştirilmesidir. Çünkü birincisi, savaşın başından itibaren “Esad gitsin” üzerine çalışan Erdoğan, Adana Mutabakatı’nı kabul etmekle Esad hükümetini resmen muhatap almış oldu. İkincisi, 1998’de Suriye Türkiye’nin isteklerini kabul etmiş ve Öcalan’ı sınırdışına çıkmaya zorlamıştı. Bugün ise Rusya Türkiye’ye kısaca “Suriye topraklarına girerek tampon bölge oluşturmana gerek yok; kimi tehdit olarak görüyorsan Suriye hükümeti sana teslim etsin ya da etkisizleştirsin” demiş oldu. Böylece hem Türkiye’ye Suriye topraklarında yeni bir alan açmayacağını kesin bir dille belirtti, hem de AKP’nin hedef göstereceği Kürt liderler konusunu zamana yayma olanağı kazandı. Dahası, bugün gündeme getirilen Adana Mutabakatı bir “karşılıklılık” unsuru da taşıyor. AKP Suriye’den Kürt hareketinin liderlerini etkisizleştirmesini talep ederken, bugün Türkiye sınırları içinde AKP korumasında yaşayan cihatçılar da Suriye’nin talebi haline gelecektir.
Rusya ile görüşmesinde Erdoğan’ı çıkmaza sokan bir konu da İdlib’dir. Putin ve Erdoğan, 17 Eylül’de Soçi’de bir mutabakata imza atmıştı. Buna göre İdlib’in etrafına tampon bölge kurulacak, bölgedeki cihatçı çeteler bölgeden çıkartılacak, ağır silahlar teslim edilecek, M-4 ve M-5 otoyolları temizlenerek açılacaktı. Rusya’nın İdlib’e askeri operasyon için hazırlandığı bir dönemde, Erdoğan bu mutabakatı hayata geçirme sorumluluğunu üstlenmişti. İdlib’deki cihatçı çetelerin bir kısmı zaten Türkiye’nin besleyip büyüttüğü çetelerdi. HTŞ (Heyet Tahrir El Şam) ise Türkiye’yi lojistik olarak kullanıyordu; üstelik Rusya’nın askeri saldırısı yerine Türkiye’nin hamiliğini kabul edeceği varsayılıyordu. Bu koşullarda AKP hükümeti İdlib’i uzun bir süre elinde tutmaya devam edeceğini umuyordu.
Ancak planlar hayata geçmedi. İdlib’de asayiş sağlandığına ilişkin göstermelik bir-iki fotoğrafın ardından, HTŞ İdlib’deki diğer cihatçı çetelerle savaşa girişti. Ve hepsini kendisine bağlayarak İdlib’in tamamına yakınını ele geçirdi. Erdoğan da Rusya’ya verdiği sözü tutamamış oldu. İdlib’e dönük Rusya-Suriye saldırısını durdurmak için gerekçesi de kalmamıştı.
Türkiye’nin Suriye politikası yerle bir oldu
ABD’nin “Suriye’den asker çekeceğiz” açıklaması elbette gerçeği yansıtmıyor. Rojava bölgesinde 22 civarında askeri üs kurmuş, milyarlarca dolar harcamış, bölgenin petrolüne ilişkin planlar yapmış olan ABD’nin, bırakıp gitmesi mümkün değil. Ancak onun bu sözleri, Türkiye’nin ABD sonrasında Rojava’yı hegemonya altına alma hayallerinin yeniden depreşmesine yol açtı.
ABD ise başlangıçta “Türkiye Kürtlere saldırırsa onu mahvederiz” dedikten hemen sonra çark etti. Türkiye’yi kaybetmemek hedefiyle “güvenli bölge” konusunu ortaya attı ve gerçekten de Kürt hareketi ile kurduğu ilişkiyi ikinci plana atabileceğini göstermiş oldu. Tıpkı daha önce Türkiye’nin Afrin ve Cerablus’a girme izni vermesinde olduğu gibi.
Ancak ABD’nin bu tavizi, Rusya’nın engeline takılmış görünüyor. Rusya bir taraftan ABD karşısında hayalkırıklığı yaşayan PYD’nin, Suriye hükümeti ile masaya oturmasını zorluyor. ABD, Türkiye’nin Menbiç’e girmesine yeşil ışık yaktığında da YPG Suriye ordusunu Menbiç’e çağırmıştı. Sonuçta Rusya, Kürt hareketinin ABD’ye mesafe koyacağı ve Suriye’nin bir parçası olarak kalacağı her yolu kullanıyor.
Diğer taraftan Türkiye’ye “güvenli bölge” için izin vermektense, Suriye hükümetini resmi olarak tanıması anlamına gelen Adana Mutabakatı’nı ileri sürüyor. Böylece hem Kürt hareketine Rojava’yı olası bir Türkiye işgalinden koruma gücü olduğunu gösteriyor. Hem de Esad hükümetinin meşruiyeti ve siyasi gücünü artırıyor. Üstelik Türkiye’nin “Esad gitsin” politikasını yerle bir ederek.
Bu arada, İdlib’deki Türkiye varlığına ilişkin sorunu çözebilmek için de bir zemin hazırlamış oluyor.
Sonuçta Erdoğan’ın Suriye politikasının yerle bir olduğu açığa çıkarken, Rusya ve Suriye’nin “zaferi” daha net biçimde ortaya seriliyor.