Kartal’da 6 Şubat günü, gün ortasında 8 katlı bir bina yerle bir oldu. Durup dururken! Kendiliğinden!
Yani binaların yıkılması için deprem, sel vb. bir doğa olayına da ihtiyaç yok artık. Ülkedeki binalar öylesine sağlıksız, kalitesiz ve denetimsiz ki… İnşaat sektörü öylesine karadüzen yürütülüyor ki… Bir dış müdahale olmadan da kendi kendi yıkılabiliyor.
Yaşanan facia yürekleri dağladı. Üstelik kitlelerde deprem korkusunun yeniden depreşmesine neden oldu. En çok da, vahşi sömürü sisteminin, insan hayatını nasıl hiçe saydığını, her cephede sömürü çarklarının nasıl pervasızca işlediğini gözler önüne serdi. Ve bütün boyutlarıyla, enkazın altında kalan devlet oldu.
Binada kayıtlı olarak 43 kişi oturuyordu. En alt katta bulunan tekstil atölyesinde ise kaç işçinin çalıştığı belli değildi. Çünkü Suriyeli ve Afgan işçiler, kayıtdışı olarak çalışıyordu; bazıları geceleri de atölyede yatıyordu. Enkazdan 21 kişinin cansız bedeninin çıkartıldığı açıklandı. Buna tekstil atölyesindeki Suriyeli ve Afgan işçiler dahil miydi, belli değil. Çalışırken kayıtdışı olan işçiler, ölürken de kayıtlara geçememişti.
2017 yılında, binanın zemin katında bulunan işyerinin “işletme ruhsatı” bulunmadığı ortaya çıktı. Ve bu ruhsatsız çalışan tekstil atölyesinin sahibi, alana daha fazla makina sığdırabilmek için kolonları kesmişti. Bu kararı alan atölye sahibi, kolonu kesme işini gerçekleştiren inşaatçı, buna müdahale etmeyen devlet yetkilileri, bu işyerinin ruhsatsız çalışmaya devam etmesine göz yuman belediye, bu binanın çökmesinde doğrudan sorumluluk sahibiydiler.
Binanın en üstteki iki katı da kaçaktı. 1992 yılında inşaatına başlanan binada, 1998 yılında iki kaçak katta bulunan 4 dairenin sahipleri, bina vergi beyanında bulunmuştu. Ama bu kaçak katlara bir yıkım tutanağı ya da para cezası uygulanmamıştı.
“İmar Barışı” neyi barıştırıyor
2018 yılı haziran ayında devletin, “Yapı Kayıt Belgesi Verilmesine İlişkin Usul ve Esaslar” adıyla yayınladığı tebliğ, Kartal’daki binanın çökmesinin en önemli sorumlusudur.
Kısaca “İmar Barışı” olarak tanımlanan bu tebliğ ile, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı verilerine göre toplam 20 milyon civarındaki yapı stoku içindeki 13 milyon bina, “kaçak” olmaktan kurtulacak ve “yasal” hale gelecek.
Bu yasa ile, hiçbir inceleme yapılmadan, hiçbir kriter gözetilmeden, denetim gerçekleştirilmeden kaçak yapılara ruhsat verilecek. Sadece e-devlet üzerinden 3 dakikalık bir işlem yaparak ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın banka hesabına “makul” miktarda para yatırarak, kaçak binayı ruhsatlı hale getirmek mümkün oluyor.
İnşaat Mühendisleri Odası’nın yaptığı açıklamaya göre, İstanbul’da bulunan yapı stokunun önemli bir bölümü, ya kaçak, ya ruhsatsız, ya da mühendislik hizmeti almadan yapılmış binalar. Bunlara, dere yatağına, dolgu alanlarına yapılanları da eklemek gerekir.
Bunların herhangi bir depreme, sele, bir doğal afete dayanamayacağı zaten bellidir. Yani bu binaların herbiri, içinde yaşayanlar için “mezar” niteliğindedir.
Hal böyleyken, “imar barışı” adı altında, kaçak binaların devlet güvencesine kavuşturulması, akıl almaz bir durumdur.
Alınan karar, insan hayatının ne kadar değersiz olduğunun bir kere daha ortaya konulması demektir. Hükümetin paraya ihtiyacı var. Boşalan hazineyi doldurması gerekiyor. Bu koşullarda, insanları diri diri mezara gömmek anlamına gelen bir karara imza atmakta bir sakınca görmüyorlar. Neye benzediğini, içinde kaç insan yaşadığını bilmedikleri binalara, ruhsatları veriyorlar… Yeter ki parası yatırılmış olsun… “Can güvenliği”nin ne önemi var…
Kartal’daki binada da, kaçak katlar için imar affı başvurusu yapılmış. Paralarını yatırdılarsa, imar affı süreci tamamlanmış, “kaçak”lar “yasallaşmış” demektir.
Sonuç: Kartal’da çöken bina ve enkaz altında kalan 21 can.
“Kentsel dönüşüm” değil, “rantsal dönüşüm”
Bir deprem ihtimali, bu depremde binaların dayanıksız olduğu gerçeği kitleleri ürkütüyor. Depreme dayanıklı binaların inşası ve dayanıksız olanların dönüştürülmesi konusunda devletin sorumlu olduğu da biliniyor. Devlet ise, deprem ve doğal afetler konusunda çok duyarlı olduğu izlenimi yaratmaya çalışıyor. Gerçekte, sadece “rant” kaynağı olan alanlar “dönüşüm” kapsamına alınıyor. Bu bölgelerde oturan emekçiler üzerinde devlet baskısı kuruluyor; polis-jandarma zoruyla insanlar evlerinden çıkartılıyor; sözkonusu alanda yandaş inşaat tekellerinin gökdelenleri yükseliyor; mahallenin eski sakinleri ise, asla oturamayacakları bu sitelerden en uzak bölgelere sürülüyor. Emekçiler üzerinde terör estirilerek mülkü çok ucuza gaspediliyor, inşaat şirketi süper lüks dairelerle vurgunlar vuruyor, devlet de bu ranttan payını alıyor.
Çark böyle dönüyor.
Gerçekten yıkılması gereken, dönüştürülmesi gereken emekçi semtleri ise, eğer rant vaadetmiyorsa, kaderine terkediliyor.
Kartal’da çöken bina, “arama-kurtarma” ve “enkaz kaldırma” konusunda da gerçek bir fiyasko tablosu ortaya serdi. Tek bir binanın arama-kurtarma-enkaz kaldırma faaliyeti, günler sürdü. Tek bir binanın…
Yani deprem olduğunda, öngörüldüğü gibi İstanbul’daki binaların üçte biri yıkıldığında, insanlar canlı canlı betonların içine gömülecekler. Kimse kurtarmaya gelmeyecek… Enkaz altında kalan ve sağlam olan insanların da kurtulması mümkün olmayacak.
Yani sistem her tarafından dökülüyor. “Can” değersiz. Tekellerin kar elde etmesi ve devletin de payını alması dışında önemli olan hiçbir şey yok. Ve kökünden değiştirmediğimiz sürece, bırakalım “insanca yaşama”yı, sadece “yaşama” hakkına bile sahip olamayacağız.