“Yeşil Devrim”in dünyaya ihraç edilmeye, yarı-sömürge ülkelere dayatılmaya başlandığı dönemde, 1974 yılında Roma’da düzenlenen Dünya Gıda Konferansı’da konuşan ABD Tarım Bakanı Earl Butz şunları söylüyordu: “Gıda, pazarlık sandıklarındaki en önemli araçlardan biridir. İnsanların size güvenip dayanmalarının, size bağımlı olmalarının ve bu şekilde sizinle işbirliği yapmalarının yolunu arıyorsanız, onları gıdaya bağımlı hale getirmek bana kalırsa mükemmel bir yöntem.”
ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in 1970’lerde yaptığı bir konuşma da benzer bir ifade taşıyordu: “Petrolü kontrol ederseniz ülkeleri ya da bölgeleri, gıdayı kontrol ederseniz, insanları kontrol edersiniz.”
Çünkü insanlar petrolü ya da çeliği yiyemezler, yaşamak için ekmeğe, ete, sebzeye ihtiyaçları vardır. ABD emperyalizmi, gıda üretiminin yaşamsal önemini farkettikten sonra, bunu bir hegemonya aracı olarak kullanmaya başladı. Sanayide gelişmişlik kapitalist-emperyalist ülkelere özgü bir özellikti. Bu nedenle sanayide hegemonya kurmak daha kolaydı. Tarımda kendine yeterlilik ise, bütün yarı-sömürge ülkelerde az çok görülebiliyordu. Tarımda hegemonya kurmak için çok daha fazla çaba harcamak gerekiyordu. Önce bu ülkelerdeki tarımı tekellere bağımlı hale getirmek, hükümetlerin gerçekleştireceği yasal düzenlemelerle tekellerin hakimiyetini artırmak, tarımda kapitalist gelişimi tekellere bağımlı olarak gerçekleştirmek, bunu yaparken küçük üreticiyi yıkıma uğratmak gerekiyordu. Kimi zaman doğrudan tarım tekelleri ile hükümetler arasında yapılan anlaşmalarla, kimi zamansa İMF, DTÖ, DB kararları aracılığıyla, dünya genelinde büyük bir tarımda yıkım saldırısı başlatıldı.
Tarımda desteklerin kaldırılması, bu saldırının en önemli parçasıydı. Emperyalist ülkeler, yarı-sömürge ülkelerde tarımsal destekleri kaldırırken, kendi ülkelerinde tarımsal desteklemeler için büyük kaynaklar ayırıyorlardı. Küçük bir karşılaştırma yapacak olursak; dünya genelinde her yıl tarıma ayrılan desteğin toplam miktarı 300 milyar dolar. Sadece 7 emperyalist ülkenin (G-7 ülkeleri) kendi çiftçilerine verdiği tarımsal destek 284 milyar dolar. Yani dünyanın geri kalan tüm ülkelerinin verdiği toplam destek 16 milyar dolar. AB ülkelerinde dolaylı destekler hariç, kişi başına düşen doğrudan destek oranı yıllık 2 bin 500 dolar, ABD’de 4 bin 500 dolar, Türkiye’de ise kişi başına düşen doğrudan destek sadece 40 dolar. Bu rakamlar emperyalist politikaların özünü ortaya koymaya yeterlidir. İMF ve DB reçeteleri ile tarımsal desteklemeleri kaldırmayı dayatan ABD ile AB ülkeleri, kendi tarım tekellerini desteklemek için devasa bütçeler ortaya koymaktadırlar. Böylece yarı-sömürge ülkelerin üreticileri, pazardaki rekabet gücünü kaybederek iflas etmektedir.
Ülkenin tarım üretimi kendine yeterli iken, “daha ucuz” olduğu gerekçesiyle ithalatı serbestleştirmek ya da tam hasat döneminde ithalata kapıları açmak da, çiftçinin yıkımı için atılan önemli bir adımdır. Kendi ülkelerinde hükümet tarafından desteklenen emperyalist tekeller, gerçekten de çok düşük fiyatlarla piyasaya girmekte, böylece ürünleri elinde kalan yerli üretici iflas etmektedir. Yerli üretici iflas ettikten sonra, emperyalist tekel artık ürünlerini ucuza değil, fahiş fiyatlardan satabilir.
Üreticiyi yıkıma uğratan bir başka etken ise, tohum üretme hakkının elinden alınmasıdır. Tekeller, hükümetlere yerli tohum stoku yapmayı yasaklamaktadır. Küçük üreticinin kendi ürününden tohumluk ayırması da yasaklanmıştır. Zaten kısa bir zaman içinde terminatör tohumlar piyasaya hakim hale geldiği için, bu tür yasaklara bile gerek kalmamaktadır. Terminatör tohumlar, üreme niteliği yokedilmiş tohumlardır. Tek bir defa ekilir, ikinci ekim için tohumluk ayrılmaz, yeniden tekelden satın almak gerekir. Tohumda ve tohuma en uygun ilaç ve gübrede tekele bağımlı olmak, küçük üretici için iflası kaçınılmaz kılan bir başka etkendir.
Küçük üreticilerin nasıl hızla yokedildiğine ilişkin, son 20 yıl, çarpıcı örneklerle doludur. Tarım tekelleri, özellikle ABD’nin “arka bahçesi” Latin Amerika ülkelerinde, “yeşil devrim” adını verdikleri talan programını çok engelsiz biçimde uygulamışlardı.
Arjantin bu örneklerden biridir. Arjantin’de Devlet Başkanı Carlos Menem, 1989 yılında, Rockefeller ailesi tarafından yazılan bir ekonomik reçeteyi uygulamaya koydu. Bu reçete, ithalat rejimi önündeki engelleri kaldırıyordu. ’91 yılında ise, Arjantin’in borçlarının kapatılması karşılığında, GD (Genetiği değiştirilmiş) soya fasülyesi ekimi dayatıldı. ’96 yılında Monsanto tekeli, Arjantin’de RR soya fasulyesi tohumlarının dağıtım lisansını aldı. GD soya üretimi daha az insan gücü gerektiriyordu. 2004 yılına gelindiğinde, Arjantin’de çoğu çiftçi topraklarını terk etmiş, GD soya ekili alan miktarı 14 milyon hektara yükselmiş, Arjantin’in tarımsal çeşitliliği yokolmuştu. Havadan yapılan ilaçlamalar sonucu, Arjantin topraklarında GD soyadan başka ürün yetişmez oldu. 2002 yılında ekonomik kriz ayaklanmaya dönüştüğünde, hükümet Monsanto ürünü soya katılmış hazır yiyecekleri bedava olarak dağıtmaya başladı. Arjantin’in üretiminden sonra, artık Arjantinlilerin beslenmesi de çeşitliliği kaybetmiş, soyaya bağımlı tek tip beslenme biçimi ortaya çıkmıştı. GD soya ile tanışmadan önce Arjantin’in sadece Pampa bölgesi, çok çeşitli sebze, meyve, mısır, buğday, ayçiçeği vb yetiştiriyor, nüfusun 10 katına yetecek kadar üretim yapıyor ve ihraç ediyordu. GD soya ile üretime başladıktan sonra ise, bu üretim bitti, gıda ithalata bağımlı hale geldi. Ve sadece 1991-2001 yılları arasında 150 bin Arjantinli çiftçi iflas etti.
Yine Monsanto tekeli, Hindistan’da ekilmek üzere Bollgard pamuğu tohumu geliştirdi. Bu tohum böceklere direnecek ve sözde Hindistanlı çiftçilere daha fazla kar sağlayacaktı. Temmuz 2005’te GD pamuk üretimi başladı. İflaslar ve işsizlik öylesine hızla büyüdü ki, 2007 yılına gelindiğinde, artık her 8 dakikada bir, çiftçi hayatına son veriyordu. İntihar etme biçimleri ise, son derece çarpıcıydı: Pestisit (tarım ilacı) içiyorlardı. Hindistan’da intihar eden çiftçilerin toplam sayısı ise 150 bini aştı. Hindistan bugün ekonomik gücü büyümekte olan ülkeler arasında sayılıyor. Ancak köylü arazisini kaybediyor, tarım tekellere bağımlı hale geliyor. Bu yıkım ve tarımda bağımlılık, yoksulluğu ve açlığı artırıyor. 1991 yılında kişi başına yıllık gıda tüketimi 177 kg olan Hindistan’da, bugün artık 152 kg’a kadar gerilemiş bir gıda tüketimi var. Artık her yıl beslenme yetersizliği nedeniyle 1 milyon çocuk ölüyor.
Tarım tekelleri için en kolay yağmalanan alan, işgal sonrası Irak oldu. ABD Başkanı Bush “Irak’ta yeşerdiğinde bütün bölgeye yayılacak demokrasi tohumlarını ekmek için bulunuyoruz” demişti. Bu cümlede “demokrasi” kelimesini çıkarıp “GD ürünler” kelimesini koymak gerçek durumu ifade etmeye yetiyor. İşgalin ardından Geçici Koalisyon Yönetimi’nin başkanı Paul Bremer, ilk iş olarak kapıları ithalata sınırsız ve koşulsuz bir biçimde açan, çiftçilere tohum saklamayı yasaklayan, terminatör tohumların alınmasını zorunlu kılan yasalar çıkardı. Bağdat’taki ulusal tohum bankası bombalandı. GD tohumlar çiftçilere çok ucuza dağıtıldı. Irak’ta yaygın bir biçimde GDO üretimi başladı.
Afrika ülkesi Gana, 1970’lerde kendine yeterli pirinç üreticisi olan bir ülkeydi. 2003 yılında ABD’li pirinç tekeli, Gana’ya 111 ton pirinç ithal etti. Bugün artık pirinç gereksinimin yüzde 64’ünü ithal eder durumda. Yine aynı dönemde, domates, salça ve kümes hayvanları üretimi çökerken, AB çiftçisinin ürettiği ürünlere bağımlı hale geldi. Kümes hayvanları piyasasında yerli üretimin payı 1992’de yüzde 95’ten, 2001’de yüzde 11’e kadar geriledi. Üretimde yüzde 84’lük bu gerileme, üreticilerin de sayısındaki çarpıcı azalmayı anlatmaya yetiyor.
Tarımın tekelleşmesi, küçük üreticinin yıkımı ve ülke tarımının çökertilmesi, açlığı giderek daha fazla yaygınlaştırıyor. Hem açlık sözkonusu olduğunda, hem de deprem vb felaketler sonrasında, ABD gıda yardımı konusunda fazla hevesli davranıyor. Özellikle Afrika ülkelerine neredeyse zorla gıda yardımı yapmaya çalışıyor. ABD bu yardımlarla bir taraftan GD soya fasülyesi, GD mısır gibi ürünlerdeki ihraç fazlasını eritmeye çalışıyor; ama daha önemlisi, Afrika ülkelerini veya felakete uğramış ülkeyi bir labaratuvar olarak kullanıyor. GD ürünlerin tüketilmesinin yarattığı etkiyi, koca bir ülkede topluca test ediyor.
2001 yılında Malawi hükümetine İMF ve DB’nin, dış borçlarını ödemesi için acil durum gıda rezervini elden çıkarmayı dayatmasının altında bu plan yatıyordu. Malawi bunu yapmak zorunda kaldı, hemen arkasından ABD 250 bin ton GD mısırı hibe etti. Ekim 2002’de ABD’nin altı Afrika ülkesine acil açlık yardımı yapma kararının altında yatan da buydu. Ancak, Zambiya ve Zimbabwe, GD mısır gönderileceğini görünce, açlığı tercih edip yardımı reddettiler.
Brezilya, ABD’li tarım tekellerinin “yeşil devrim” ihracı için ilk yöneldiği “arka bahçe” ülkelerinden biriydi. Burada yasadışı olarak GD soya yetiştirilmeye başlandı. 1997 yılında Monsanto, Brezilya’nın en önemli tohum üreten şirketi Agroceres’i satın aldı. Solcu olduğunu iddia eden Devlet Başkanı Lula da Silva ise, 2005 yılında imzaladığı bir kararname ile GD soya ekimini ve satışını yasallaştırdı. 2003’te Brezilya’da yetişen soyanın yüzde 30’u GD idi. Yasallaşmasının arkasından bu miktar hızla arttı. Bu süreçte Brezilya’da 3 milyon köylü tasfiye edildi.
Kolombiya da ABD tarımının ilk yayılma alanlarından biriydi. 1960’larda DB’nin tarım heyeti, Kolombiya’ya kırsal nüfusun azaltılmasını dayattı. Tarımda verimi ve üretimi artırmak gerektiğini, makineleşme ve ilerleme ile modernleşmenin sağlanacağını, bu nedenle üretim için bu kadar insana ihtiyaç kalmayacağını, küçük ölçekli çiftçilerden “kurtulmak” gerektiğini söylüyordu DB heyeti. Yaklaşık 4 milyon çiftçi bu politikalar doğrultusunda tasfiye edildi.
Endonezya’da kullanılan yöntemlerde ise, “satınalma” ve rüşvet öne çıkıyordu. Monsanto, Endonezya’daki 140 hükümet görevlisine 1997-2002 yılları arasında GDO’lu pamuk ekimi için 700 bin dolar vermişti. Yine hükümetten bir üst düzey yöneticiye GDO’lu ürünlerin kontrol edilmeden satışa sunulması için 50 bin dolar ödenmişti. Tarım bakanlığındaki bir üst düzey yöneticinin payına düşen ise 374 bin dolarlık lüks bir evdi. Bu rüşvetlerden bazıları kanıtlandı ve bunlar için 2005 yılında Monsanto’ya dava açıldı. Ancak tarımı yıkıma uğratma sürecinde Endonezya’da sistem dışına itilen köylü sayısı 5 milyonu buldu.
Ülkemiz tarımına da emperyalist müdahale benzer bir gelişme gösterdi. Tarım tekellerinin saldırılarının hız kazandığı ve peşpeşe yeni yasaların çıkartıldığı 2000-2006 döneminde, tarım üretiminde ciddi düşüşler yaşandı. 1999 yılında İMF ile imzalanan stand-by anlaşması ve 2001 yılında DB ile imzalanan Tarım Reformu Uygulama Projesi, Türkiye tarımında yapılması istenen talanın çerçevesini çiziyordu. Kemal Derviş, 2001 yılında “15 günde 15 yasa” sloganıyla meclise fazla mesai yaptırmış, emperyalist talan yasalarını, doğru düzgün konuşulmadan meclisten geçirmişti. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesini sağlayan, ülkedeki şeker pancarı üretimini azaltarak mısır ithalatına ve mısır şekeri üretimine izin veren şeker yasası, bu 15 yasadan biriydi. TEKEL’i özelleştirmeye açan, tütün ve üzüm üreticilerini emperyalist tekellerin dayatmaları karşısında yıkıma uğratan, tütün ve alkollü içecek piyasasını emperyalist tekellere bırakan tütün yasası da, yine bu 15 yasa kapsamında çıkartılmıştı.
Bu yasalar, tarımdaki tasfiyeyi hızlandırdı. 2000-2006 tarihleri arasında tütün üretimi 200 bin tondan 117 bin tona, patates üretimi 5.4 milyon tondan 4.3 milyon tona, şeker pancarı üretimi 18.8 milyon tonda 14.5 milyon tona, kırmızı et üretimi ise, 491 bin tondan 450 bin tona geriledi. ’80 yılında 80 milyon olan hayvan sayısı 41 milyon adete kadar düştü ve Türkiye hayvansal ürünlerde ihracatçı konumunu kaybederek ithalatçı oldu. Baklagiller de üretimdeki düşüşten nasibini aldı. 1999-2007 arasında nohut üretimi 860 bin tondan 512 bin tona, kırmızı mercimek üretimi 630 bin tondan 527 bin tona, yeşil mercimek üretimi 216 bin tondan 32 bin tona düştü. “Yoksulun eti” olarak bilinen fasulye 210 bin tondan 160 bin tona geriledi. Zeytinyağı üretimi 2006 yılında 242,200 ton iken 2007 yılında 206,981 tona düştü.
Üretimdeki bu gerileme, üreticilerin sayısında katlanarak gerilemeye dönüştü. Ülkemizde son 6 yılda 3 milyon çiftçi ve ailesi iflas etti, herşeyini kaybederek kırsal üretimden koptu. Yılda ortalama 680 bin çiftçi kente göçtü. 2007 yılında Türkiye’de her 50 saniyede bir çiftçi iflas etti.
Emperyalistler her saldırıyı mutlaka parlak bir ambalaj ve kulağa hoş gelen söylemlerle süslerler. Böylece saldırının gerçek boyutunu gözlerden gizledikleri gibi, bundan en fazla etkilenecek kesimleri bile buna gönüllü hale getirmeye çalışırlar. Tarımdaki yıkımı ve küçük üreticilerin ekonomiden silinmesi gerçeğini gözlerden gizlemek için de “tarımsal nüfusun toplam nüfusa oranının azaltılmasının bir gelişmişlik ve modernlik görüntüsü” olduğunu propaganda ettiler. İMF, DB reçeteleri, AB’ye katılım görüşmeleri vb. hep bu noktanın üzerinde durdu. Şöyle karşılaştırmalar yapıldı: ABD’de tarımsal nüfus, toplam nüfusun sadece yüzde 2’si kadardı. AB ülkelerinde ise bu oran yüzde 6 civarındaydı. Türkiye’nin de tarımsal nüfusunun yüzde 6-7 civarına çekilmesi, “modernleşme, kentleşme ve AB ekonomi standartlarına uyum” sağlaması açısından önemliydi(!) Oysa Türkiye’de, yaşanan bütün yıkıma ve her yıl yaşanan azalmaya rağmen, tarım nüfusu, halen nüfusun yaklaşık yüzde 30’unu, toplam işgücünün ise yaklaşık yüzde 40’ını oluşturmaya devam ediyor. Ve ABD’li emperyalistler kesin bir dille uyarıyorlar: “Bu fazlalık biran önce tarım dışına çıkartılmalı”.
ABD’de “tarımdaki fazlalık”ın tarım dışına çıkartılması süreci de, benzer bir evreden geçmişti. Küçük üreticinin tasfiyesi ve tarımda tekelleşme, onyıllar süren bir dönemi ifade ediyordu. En şiddetli evresi ise, iki dünya savaşı arasındaki dönemdi. ’29 bunalımından hemen önce başlayan tarım krizi, ’29 bunalımıyla beraber daha da şiddetli hale gelmişti. Bu kriz, bir taraftan milyonlarca çiftçi ailesini ikiyüz yıldır oturdukları topraklarından çıkartarak mevsimlik işçi olarak ülkenin dört bir yanına savurmuştu. Diğer taraftan, tonlarca ürünün yakıldığı, çöplere atıldığı, denize döküldüğü ve aç insanların bu imhayı izlemek zorunda kaldığı dönemler yaşanmıştı. Tarımda küçük üretimin tasfiyesi, büyük acılar, işsizlik, intiharlar ile birlikte gelmişti. Tüm bu acılara rağmen, ABD’de yaşanan süreç, iki emperyalist paylaşım savaşının eşliğinde ve koca bir kıtanın boşluklarına yayılan bir ekonomik gelişim dönemi içinde gerçekleşmişti. Tarımdan kopartılan insanların bir kısmı açlık ve ölümle yokolurken, bir kısmı da büyümekte ve dünya hegemonyasını kurmakta olan ABD içinde, yeni iş olanakları bulabilmişti. ABD’nin emperyalist bir ülke olması, üretiminin dünya pazarlarına hakim olması gibi etkenler, yeni iş olanakları yaratılmasına uygun koşullar hazırlayabiliyordu.
Ancak bugün küçük üreticinin tasfiye edilmekle karşı karşıya olduğu Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkeler, çok daha sancılı bir süreç yaşıyor. Hele ki, ekonomisi asıl olarak tarım üzerine kurulu yarı-feodal Afrika ülkelerinde, tarımın tasfiyesi, nüfusun tasfiyesi anlamına geliyor. ABD’li ve AB’li tarım tekelleri, bu ülkelerin tarımı üzerinde hegemonya kurmaya çalışırken, bu ülkelerin nüfusunu imha ile karşı karşıya bırakıyor. Yani nüfusun çoğunluğunu, çoluk çocuk, yaşlılarla birlikte işsiz bırakmasını, nüfusun tümünün sağlıksız, hormonlu, GDO’lu ürünlere mahkum edilmesini, toprağın, suyun, havanın, bitkinin, hayvanın ve insanın iliklerine kadar sömürülmesini dayatıyor. Tüm dünyada yaklaşık 3 milyar insanın (dünya nüfusunun yarısı) üretimden kopmasını, açlıktan ölmesini dayatıyor.
“Yeşil devrim” teorisinin sloganı “tüm dünyada açlığı bitirmek, tüm dünya nüfusuna yeterli yüksek kaliteli tarım üretimi gerçekleştirmek”ti. Ancak “yeşil devrim”, dünya nüfusun yarısını açlıktan, GDO’lu ürünlerden, susuzluktan, küresel ısınmanın getirdiği doğal felaketlerden ölümle karşı karşıya bıraktı. Diğer taraftan, “yeşil devrim” ABD halkının beslenmesinin niteliğini değil, ama aldığı kalori miktarını artırdı. Bir tarafta açlık, diğer tarafta obezite, “yeşil devrim”in yarattığı tek sonuç oldu.
Dergimizin Kasım 2008 tarihli 71. sayısında yeralan TARIMDA TEKELLEŞME ve KRİZ-II adlı yazıdan alınmıştır.