Suriye savaşında istediği başarıyı sağlayamayan ABD emperyalizmi, bir taraftan göstermelik “geri çekilme” açıklamalarını sürdürürken, diğer taraftan savaşı yeni mevzilere, yeni cephelere taşımaya çalışıyor. Son aylarda bu çabaları hız kazandı.
Geçtiğimiz Kasım ayında, Ukrayna ile Rusya arasında Kerç Boğazı krizi patlak vermişti. 25 Kasım günü, Karadeniz ile Azak Denizi’ni birbirine bağlayan Kerç Boğazı’ndan geçmeye çalışan üç Ukrayna gemisi, Rus donanmasının müdahalesi ile karşı karşıya kaldı. Rusya, gemilere el koydu ve mürettebatı tutukladı. Ukrayna hükümeti derhal sıkıyönetim ilan etti, NATO’yu müdahaleye çağırdı.
2013 yılı sonlarında Ukrayna’da başlayan ABD darbesi, 2014 yılında Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı ve Ukrayna’nın doğusunda iki kentin, Rusya’nın desteğiyle, Donbask adıyla bağımsızlığını ilan etmesiyle sonuçlanmıştı. Ardından Rusya, Avrupa’ya Ukrayna üzerinden giden doğalgaz boru hattının güzergahını değiştirmiş, doğalgazı Almanya’ya doğrudan ulaştıracak Kuzey Akım hattını hayata geçirmişti.
Ukrayna’da ABD’nin başlattığı, ancak Rusya emperyalizminin kazançlı çıktığı bu tablo, başlangıçta tepki ve yaptırımlara yol açsa da, sonuç olarak emperyalist devletler nezdinde kabullenilmişti. Bu koşullarda Ukrayna’nın ABD talimatıyla başlattığı Kerç provokasyonu ise, Rusya’nın tavizsiz duruşu ve ABD’nin provokasyonu büyütmeye hazır olmayan tutumu nedeniyle sönüp gitti.
ABD’nin sonraki hamlesi Venezuela’dan geldi. 22 Ocak günü Venezuela muhalefetinin lideri Juan Guaido, ABD’nin desteğiyle kendisini geçici devlet başkanı ilan etti. Venezuela Devlet Başkanı Maduro ise kitleleri sokaklara dökerek buna yanıt verdi. ABD, Venezuela’da yaşanan ciddi ekonomik ve siyasi sorunları, yönetme boşluğunun yarattığı sıkıntıları değerlendirerek, burada bir yönetim değişikliğine gidebileceğini; Venezuela’yı, 20 yılın ardından yeniden uydusu haline getirebileceğini umuyordu. Ancak bir taraftan Venezuela’daki kitlelerin ABD’ye duyduğu nefret, diğer taraftan Maduro’nun arkasındaki Rusya-Çin desteği, ABD’nin planlarının önündeki en önemli engeldi.
Guaido’nun başkanlık ilanının ardından, Venezuela’da bir dönem karşılıklı açıklamalar, mitingler vb. ile süreç uzatıldı, fakat kayda değer bir gelişme olmadı. ABD güdümündeki kimi ülkeler Guaido’nun başkanlığını tanıdıklarını açıkladılar, Maduro’yu seçim çağrısı yapmaya zorladılar vb. Ancak bu da etkili bir tutuma dönüştürülmedi. Bu arada, Rusya’nın nükleer bomba yüklü iki uçağının, Venezuela ile yapılan son ortak tatbikattan bu yana Venezuela’da kalmaya devam ettiği; diğer taraftan ABD’nin paramiliter güçlerinin Venezuela-Kolombiya sınırı ile Haiti’ye yığılmakta olduğu haberleri basına yansıdı. Guaido’nun başkanlık ilanı ile düğmeye basmasından bir ay sonra, 23 Şubat’ta ABD tarafından Kolombiya sınırına gönderilen “yardım tırları”nı bahane eden Guaido, Kolombiya’ya geçerek buradan ABD’ye askeri müdahale çağrısında bulundu.
Venezuela’daki darbe girişiminin başarıya ulaşmadığı ortada. ABD bir süre daha bu konuyu çeşitli biçimlerde kaşımaya devam edecektir; ancak Rusya ile Çin’in desteğini arkasında bulan, kitlelerin anti-ABD duygularını da iyi kullanan Maduro yönetimi, şimdilik güvence altında görünüyor.
ABD’nin arka arkaya yaptığı bu iki hamle de, nihayete eremeden sürüncemeye bırakıldı. Ancak ABD emperyalizmi, bu arada doğuya uzanıp, farklı noktaları alevlendirmeye girişti.
Keşmir niye alevlendi
Keşmir’in Hindistan sınırları içinde bulunan bölgesinde, Hint askeri aracına 14 Şubat günü bir bombalı saldırı gerçekleştirildi. 44 Hint askerinin öldüğü saldırıyı, Pakistan’da üslenmiş olan Ceyş-i Muhammed örgütü üstlendi. Bunun üzerine Hindistan, Pakistan sınırları içinde bulunan ve cihatçı örgütlerin yuvalandığı bölgeye dönük hava saldırısı başlattı. Pakistan ise, hava sahasına giren iki Hint savaş uçağını vurduğunu, birinin düştüğünü, pilotun da ellerinde olduğunu belirtti. Hindistan da bir Pakistan savaş uçağını düşürdüğünü duyurdu. Bu saldırıların arkasından, iki ülke arasındaki demiryolu seferleri durduruldu; hava savunma sistemleri harekete geçirildi; çatışmaların sürmesinden endişe eden halk bölgeyi terketmeye başladı.
Himalayaların eteklerinde bulunan Keşmir, iki ülkenin tarihindeki en önemli sorun olma özelliğini taşıyor. Hindistan’ın İngiliz İmparatorluğu’na karşı verdiği bağımsızlık savaşının ardından, 1947’de bölgeyi terketmek zorunda kalan İngiltere, geride ülkelerin sınırlarıyla ilgili devasa bir sorun bırakmıştı. Hint Yarımadası, Pakistan ve Hindistan olarak ikiye bölünürken, prenslik biçiminde yönetilen Keşmir, Hindistan ya da Pakistan’a katılma sorunuyla başbaşa kaldı. Nüfusunun yüzde 90’ı Müslüman olan Keşmir halkı Pakistan’a katılmaktan yana tavır alsa da, dönemin prensi Hindistan ile birleşmeye karar verdi. Pakistan ve Hindistan’ın bölgeye asker göndermesi üzerine, taraflar 1947’de ilk defa savaştı. 1965 ve 1999’da da yine aynı nedenle iki ülke arasında savaş yaşandı. Bu savaşların sonucunda, Keşmir’in yüzde 45’i “Cammu Keşmir” adıyla Hindistan’ın kontrolünde kaldı. Yüzde 35’i ise Pakistan’a katıldı ve “Azad Keşmir” ile “Gilgit Baltistan” adlı iki özerk bölge oldu. Bölgenin yüzde 20’si ise Çin’in kontrolüne geçti.
Keşmir, iki ülke arasında sürekli gerilim konusu oldu. 1962’de Çin, Keşmir’in doğusunu ele geçirirken, Hindistan ile karşı karşıya geldi ve Pakistan ile daha yakın ilişkiler kurmaya başladı. Daha o günlerde, bu bölge üzerinden Pakistan’ı Çin’e bağlayan bir yol inşa edilmişti. Çin’in Kuşak ve Yol Projesi’nin Pakistan hattı, bugün bu yol üzerinden inşa ediliyor.
Zaten Keşmir’de patlak veren çatışmalara da, Çin’in bu planları üzerinden bakmak gerekiyor. Çin, Asya-Avrupa ve Afrika’yı tek bir kıta olarak birleştiren kara-deniz ve demiryolları ağını kurmak için “Kuşak ve Yol Projesi” adını verdiği bir çalışma başlattı. Bu yolun en önemli güzergahlarından biri, Çin’den Pakistan’ın Gvadar Limanı’na uzanıyor. Bu liman, doğrudan Umman Körfezi’ne açılıyor. Ve İran petrolü-doğalgazı başta olmak üzere, Körfez ülkelerinin petrol ve doğalgazını Çin’e taşıyor; Çin ticaret mallarını da Körfez ülkelerine… Hatta bu yol, Afrika’ya kadar uzanıyor. Pakistan-Çin Ekonomik Koridoru adı verilen bu güzergah, 2015 yılından bu yana inşa ediliyor. Hindistan ise, bu ticaret yolunun Çin ve Pakistan’ın Keşmir’de kalıcı hale gelmesini, hatta genişlemesini sağlayabileceğini görüyor ve buna kesinlikle karşı çıkıyor.
Bu durum, bölgedeki çatışma ve gerilim ortamını sürekli kılıyor. Çin’in bölgeye dönük planları bir yıl önce yine bir çatışma unsuru olmuştu. Tibet, Butan ve Hindistan’ın Sikkim eyaletinin kesiştiği üçgende bulunan Doklam platosunda, bir yıl kadar önce Çin yol inşaatı başlatınca ortalık karışmış, karşılıklı tehditler yükselmişti. Sınırları belirsiz Doklam platosunda, komşu ülkelerin tamamı hak iddia ediyor. Özellikle Hindistan, Çin’in bölgeye dönük tüm girişimlerini kendisine doğrudan tehdit olarak görüyor.
ABD de, bu güzergahın hayata geçmesini engellemek için uzun zamandır çeşitli biçimlerde uğraşıyor. Kaşıkçı cinayeti nedeniyle tarihe “testere prens” olarak geçen Suudi Prens Selman’ın Şubat ayı ortasında gerçekleştirdiği Pakistan ziyareti bunlardan biriydi. Prens Selman, bu ziyarette 20 milyar dolarlık yatırım anlaşması imzaladı. Anlaşmadaki en önemli madde, Suudilerin, Gvadar’da 10 milyar dolarlık petrol rafinerisi kurması oldu. Bu anlaşma ile Suudi Arabistan ve ABD, Çin’in en önemli hedeflerinden birini sabote etmek istediklerini göstermiş oldular.
Pakistan’dan sonra Hindistan’a geçen Prens Selman, burada da 100 milyar dolarlık yatırım anlaşması imzaladı. İki ülke ilişkilerine yaklaşımdaki fark, yatırım anlaşmalarının miktarına da yansımış durumda.
Keşmir’deki bombalı saldırı, tam da Prens Selman’ın Pakistan ziyareti sırasında gerçekleşti. ABD destekli olduğu bilinen cihatçı örgütler, Keşmir bölgesini karıştırarak Pakistan-Hindistan çatışma ortamını yarattılar. İki ülke Keşmir için savaşa giriştiğinde, Çin emperyalizminin ticaret yolu planı da sabote edilmiş olacak.
Burada bir sorun da, hem Hindistan’ın hem de Pakistan’ın, nükleer silahlara sahip olması. Başlayacak bir çatışmanın kontrolden çıkması ihtimali, bölge halkları için en büyük tehdit.
İran da hedefte
ABD emperyalizmi, farklı bölgelerde çatışma noktaları oluştururken, uzun süredir hedefe çaktığı İran’ı ihmal etmiyor. Üstelik bunu, birçok hamleyi birleştirerek yapıyor.
Şubat ayının ikinci haftasında birçok gelişme birden yaşandı; son derece önemli gündemler, aynı günlere sıkıştı.
Soçi’de toplanan Türkiye, İran ve Rusya, İdlib başta olmak üzere Suriye’nin geleceği üzerine konuştular. Astana görüşmeleri ve Soçi toplantılarında atılan her olumlu adım, Suriye savaşında istediği hedefleri ele geçiremeyen ABD’nin başarısızlığını bir kere daha perçinlemiş oluyor. Bu nedenle ABD, Suriye’de Esad hükümetini güçlendiren her adıma karşılık yeni bir saldırı noktası oluşturmaya çalışıyor.
13 Şubat günü Polonya’nın başkenti Varşova’da ABD ve İsrail tarafından düzenlenen toplantının gündemi ve hedefi İran oldu. ABD, 80’lerde Sovyetler Birliği’ni yıkmak için operasyon üssüne çevirdiği Polonya’yı, bu defa İran karşıtı cepheyi güçlendirmek için kullandı. “Ortadoğu’da Barış ve Güvenliğin Geleceğini Desteklemek” başlıklı zirvede, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri dahil 60 ülke yer almıştı. Ve ABD, Avrupalı emperyalistleri İran’la imzalanan nükleer anlaşmadan çekilmeye, konferansa katılan bütün ülkeleri de İran’a karşı birlikte hareket etmeye çağırdı.
Aynı gün, İran’ın Pakistan sınırına yakın Zahidan şehrinde intihar saldırısı düzenlendi. İran İslam Devrimi’nin 40. yıldönümü kutlamalarının yapıldığı sırada gerçekleşen saldırıda, 27 Devrim Muhafızı öldü. Saldırıyı El Kaide ve IŞİD bağlantılı cihatçı bir çete üstlendi. Saldırının arkasında, Pakistan’da yuvalanmış, ABD destekli cihatçı çetelerin olduğu biliniyor. Çarpıcı olan ise, saldırının Suudi Prens Selman’ın Pakistan ziyaretinin başladığı bir günde gerçekleşmiş olmasıydı. Yani ABD-Suud ittifakı, bu defa Pakistan’ı kullanarak İran’a saldırmıştı.
Ertesi gün, yani 14 Şubat günü de Keşmir’deki bombalı saldırının ve çatışma ortamının fitili ateşlendi.
24 Şubat’ta ise bir başka zirvenin gündemi yine İran oldu. Şarm el Şeyh’de düzenlenen Birinci Arap Birliği-AB Zirvesi’nde, İran hedefe çakıldı.
Bu arada İsrail, Suriye topraklarında “örtülü” biçimde yürüttüğü savaşı artık açıktan sürdürüyor. İsrail’in eski genelkurmay başkanı, son iki yılda Suriye’de en az 2 bin hedefi vurduklarını açıkladı. İsrail, kendisi için en büyük sorunun İran olduğunu biliyor ve bunu her biçimde ortaya koyuyor. Suriye topraklarında İran’a dönük saldırıları, artık Rusya’nın savunma hatlarına doğrudan çarpıyor. Golan ve Dera cephesinde beslediği cihatçı çetelerin yokedilmesi de İsrail’in Suriye savaşındaki gücünü zayıflattı. Savaştan güçlenerek çıkan Esad hükümetinin, Golan’ı geri alma konusunu gündemine alması ihtimali, İsrail için oldukça ürkütücü. Gazze ya da Lübnan üzerinden bir saldırı başlatacak olsa, İran’ın buna çok güçlü yanıt vermesi ve savaşın İsrail’in kontrolünden çıkması, son derece yüksek bir olasılık. 20 Ocak’ta İsrail, Şam yakınlarında İran’a ait askeri tesisleri hedef aldığında, İran’ın tepkisi ve misillemesi son derece sert olmuştu.
Sonuçta İran, bölge genelinde üç ayrı ülkede (Suriye, Irak ve Yemen) ABD’ye karşı savaşırken tüm gücünü ve olanaklarını ortaya koyuyor. 2016’da Afganistan, Pakistan ve Irak’tan Suriye’ye 3 bin Şii savaşçı getiren Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani, bugün İran toprakları dışında 100 bin kişilik eğitimli ve tecrübeli bir orduya komuta ediyor. Suriye savaşına 16 milyar dolar harcadığı tahmin edilen, savaş gücü tartışılmaz hale gelen İran’a karşı savaşa girişmek de o kadar kolay görünmüyor.
ABD her şeye rağmen kaybediyor
Trump 2 Ocak’taki kabine toplantısında Suriye savaşı için “uzun zaman önce kaybedildi” ifadesini kullanmıştı. Pakistan, 20 milyar dolar getiren Prens Selman’ı coşkuyla karşıladıktan birkaç gün sonra Çin ile ortak askeri tatbikat düzenledi. Varşova toplantısının bir fiyasko olduğu düşünülüyor. Varşova’nın hemen ardından düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı’nda ABD’nin aşırı dayatmacı havasının AB emperyalistlerinin desteğini değil, tepkisini aldığı söyleniyor. İsrail 2005 yılında Hizbullah karşısında aldığı yenilginin ardından, Ortadoğu’ya açık bir savaş konusunda fazla cesaretli değil.
2001 yılında 11 Eylül saldırısından sonra III. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başladığını ifade etmiştik. Yükselen emperyalist Çin’in, kendisini tahtdan indireceğini gören ABD, o günden bu güne, sayısız hamle yaptı, provokasyonlar gerçekleştirdi, açık-gizli savaşlara girişti. Ne var ki, parçada kimi başarılar kazansa da, bütünde adım adım kaybetmekte olduğu gerçeğini gizleyemedi.
2008’de ve bugün yaşanan iki büyük ekonomik krizde, ABD’nin çöküşlerine karşılık Çin’in ekonomik hegemonyası hızla yükseldi, uzay araştırmalarından askeri tatbikatlara kadar, askeri gücünü de ürkütücü boyutlara çıkardı. Rusya ise, 2008’de Gürcistan’da ABD’yi yenilgiye uğratan, Suriye’deki savaşının kaderini değiştiren, Ukrayna’nın bir parçasını ilhak eden gücüyle, dünya dengelerindeki yerini ortaya koydu. İran ve Hizbullah, son 8 yılda devasa bir savaş ve caydırıcılık gücüne erişti…
Elbette ABD, bu tabloya teslim olmayacak, gidişatı tersine çevirmek için tüm gücünü ortaya koyacaktır. Yeni savaşlar, yeni çatışma alanları yaratacak; halkların kanı ve acıları üzerinden, zaferler kazanmaya çalışacaktır. İttifak ilişkileri kurmaya, işbirlikçiler yaratmaya ve varolanları korumaya çaba gösterecektir. Son günlere damgasını vuran olaylar ve yaşanan çatışmalar, bunun göstergesi. Fakat bütün bunlar, ABD’nin irtifa kaybı yaşadığı gerçeğini değiştirmeyecek…