31 Mart seçimleri, Türkiye siyasetinde bir dönemin sonu olarak tarihe geçecek niteliği sahip. 25 yılın ardından en önemli belediyelerde ortaya çıkan değişiklik, 17 yılın ardından Türkiye siyasetinde de bir değişikliğin habercisidir.
Seçimin kaybedeni AKP’dir; kazananı ise, ekonomik kriz ve siyasal baskılar karşısında halkın AKP-MHP blokuna karşı artan tepkisi, öfkesidir. Seçim öncesi yapılan onca anti-demokratik uygulamaya, hiç adil olmayan koşullara rağmen, halkın öfkesinin sandığa dökülmesi ve atılan her oya sahip çıkma kararlılığıdır.
AKP kaybetti, kitle basıncı kazandı
Gerçekte Gezi Direnişi’nin ardından yapılan bütün seçimlerde, AKP kitle desteğini büyük oranda kaybetmişti. Ekonomik ve siyasi baskılar arttıkça, kitlelerin AKP’ye desteği de azaldı. Buna rağmen seçimlerde AKP kazanmaya devam etti. Elbette burada seçim hileleri devreye giriyordu. Her seçimde, bir öncekinden daha fazla ve daha yoğun biçimde seçim hileleri gerçekleştirildi.
Aslında AKP kitle desteğini kaybediyor, oy oranı düşüyordu; ancak seçimleri kazanan hep AKP oluyordu. Bu, AKP’nin başarısı değil, bir bütün olarak muhalefet partilerinin başarısızlığıydı. CHP’si, HDP’si ile bütün muhalefet partileri, AKP’nin seçimleri çalma politikasını onaylama rolünü üstlendiler.
2014 belediye seçimlerinde İstanbul ve Ankara’yı açık ara önde CHP kazanmıştı; referandumda “hayır” oyları fazlaydı (ki Kılıçdaroğlu sonrasında yüzde 52 oranında ‘hayır’ çıktığını açıkladı); cumhurbaşkanlığı seçimlerini Erdoğan ilk turda kaybetmişti. Gerçek seçim sonuçları bunlardı. Ancak seçim hileleri ile tüm bu sonuçlar değiştirildi. Erdoğan’ın ünlü “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözü, sahte seçim sonuçlarını kitleye dayatmanın sembolü oldu. CHP ve HDP ise, Erdoğan’ın zafer konuşmaları karşısında geri adım attılar. Öyle ki seçim öncesinde büyük vaatler sunan Muharrem İnce, seçim günü basının karşısına bile çıkamadı.
Tüm bu dönem boyunca, kitlelerin muhalefet partilerine, özellikle CHP’ye olan güvensizliği arttı. Seçimler öncesinde büyük vaatlerle ortaya çıkarken, seçim günü tam bir basiretsizlik ve pasiflik örneği sergileyen CHP yöneticileri, kitlelerin büyük tepkisini aldı.
Halkın muhalefete duyduğu bu tepki, yaşadığı ekonomik ve siyasi sorunlarla birleşti. Seçim sonucuru belirleyen de bu oldu.
“Durduramayacaklar halkın coşkun akan selini”
Kitlelerin AKP’ye olan tepkisi her geçen yıl çok yönlü biçimde gelişti.
En başta ekonomik krizin doğrudan sorumlusu olarak AKP yönetimi görüldü. Son bir yıldır gıda fiyatlarındaki durdurulamayan artış, işçi ve emekçilerin yaşam koşullarına önemli bir darbe indirdi. Temel gıda maddelerinde bile dışa bağımlı hale gelmek, patates-soğan gibi yoksulun sofrasının ana besini olan ürünleri ithal ve pahalı fiyatlar üzerinden almak, yoksullaşmayı çok hızlı büyüttü. Üstelik bu, bir taraftan çiftçinin ürettiği tarım ürünlerinin tarlada çürütülmesi, çiftçinin de yaygın iflasları ile aynı dönemde gelişti.
Özelleştirmeler bugüne kadar AKP tarafından “olumlu” bir hamle olarak gösteriliyordu. Son dönem özelleştirmeler ise, tersten AKP’nin demagojilerinin yerle bir olmasını doğurdu. Mesela şeker fabrikalarının özelleştirilmesi, ekonomisinin ağırlığını o fabrikaya bağlamış olan Anadolu kentlerinde, kentin tamamının birden yoksullaşmasını getirdi.
Buna son bir yılda ekonominin hızla çökmesi eklendi. Dolardaki artış, tüm yaşamsal ürünlerin fiyatlarında büyük tırmanışa yol açtı. Buna bir de işsizlikteki artış eklendi. Son bir yılda, 1 milyondan fazla insan işten çıkarıldı. İşsiz kalanlar, işsizlik maaşından ve yeniden işe girme umudundan yoksun biçimde, aileleriyle birlikte sefalete-açlığa mahkum edildi. Genel olarak işçi ve emekçilerin tamamı büyük bir yoksulluğa itildi. En büyük “motivasyon” unsuru açlık olduğu için, kitlelerin AKP’ye öfkesi büyüdü.
İkincisi, kitleler bu yoksulluğun içinde yaşam mücadelesi verirken, Erdoğan’ın ve AKP kadrolarının lüks ve sefahat içindeki yaşamaları, AKP’ye duyulan tepkinin önemli unsuru oldu.
Üçüncüsü, siyasal ve hukuki alanda kuralsızca ve pervasızca yürütülen baskılar, laik-aydın-eğitimli kesimler için yaşamsal bir hale geldi. Belli bir kesim ülkeyi terk ederek kendisine başka ülkelerde yaşam alanı oluşturmaya çalıştı. Ancak çok daha büyük bir kesim, ekonomik nedenlerle ülkeden ayrılamadı, ya da olanağı olmasına rağmen ülkeden ayrılmayı reddetti. “Bu ülke benim, kimse kovamaz” duygusuyla ülkede kalan bu kesim, çok daha güçlü bir AKP karşıtlığı oluşturdu. Öyle ki, kendisinin varoluşunun, AKP’nin yokolmasına koşut olduğu duygusuyla kuşandı.
Dördüncüsü, muhalefet kitlesi seçimlerde “yenilgi yorgunu” olmuştu. Her seçimde sandığa koştu, seçime katılım oranını Türkiye tarihinin rekor düzeylerine yükseltti. Üstelik kendisine verilen görevi de fazlasıyla yerine getirdi. Sandıkların üzerine oturdu; kimi yerlerde canı pahasına AKP müşahitleri-sandık görevlileri-polisleriyle tartıştı; ıslak imzalı tutanakları aldı; sabahlara kadar YSK’nın önünde bekledi… Ve her seferinde, muhalefet partilerinin kendisini ortada bıraktığını gördü. Bu durumda seçimlere, sandıklara, partilere güvensizleşti. AKP’ye tepki duyan, ama alternatif de göremeyen kitleler, sandığa küstü. Bu güvensizlik, doğrudan sisteme karşı bir güvensizliğe dönüştü.
Gelinen aşamada, kitlelerin tepkisi doğrudan sistem açısından bir tehdide dönüştü. Bu seçimlerde de aynı sonucun yaşanması durumunda, bu tepkinin ne zaman, nereye patlayacağı belirsizleşti.
“Erdoğan iktidarı” değil, “burjuva iktidar”
Yazılarımızda sıkça belirtiriz. İktidar gücü, ekonomiyi elinde tutan sınıfındır. Devlet, ekonomiyi elinde tutan sınıfın bir aracı olmaktan başka bir şey değildir. Yani iktidar egemen sınıfların; somutlarsak işbirlikçi tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinindir. Hükümet, cumhurbaşkanlığı gibi kurumsal yapılar ise, burjuvazinin yönetme araçlarıdır. Bu kurumlar ve kişilerle kitleleri yönetebildiği sürece onları kullanırlar; misyonu dolan, artık yönetemez hale gelenleri değiştirirler.
Erdoğan döneminin bu kadar uzun sürmesi, sanki Erdoğan burjuvazinin üzerinde bir güçmüş gibi bir algı oluşturdu. Devrimci kesimler bile “Erdoğan iktidarı” kavramını kullanmaya, Erdoğan’ın burjuvazi ile göstermelik kavgalarını gerçek zannetmeye başladılar.
Oysa Gezi Direnişi, sadece kitleler açısından değil, burjuvazi açısından da bir dönüm noktası olmuştu. Erdoğan’ın kitle desteğini kaybetmeye başlamasının göstergesiydi. Ve burjuvazi bunu gördü. Bu nedenle, sonraki seçimlerde burjuvazinin tercihi gücü paylaştırmak yönünde oldu. Bazı büyükşehirlerin CHP’ye geçmesi, AKP dönemini bitirecek koalisyon hükümetlerine yeşil ışık yakması gibi… Ama her defasında Erdoğan, kitleleri ancak ve ancak kendisinin yönetebileceği (kimisini sopayla, kimisini dini kullanarak vb) yönünde burjuvaziye sözler verdi. (“OHAL sayesinde grev erteleyebiliyoruz” dedi mesela) Bu koşullarda, kimi zaman kaybettiği seçimi yenileyerek (7 Haziran 2016 seçimlerini 1 Kasım’da tekrarladı), kimi zaman da baştan icazet alarak, bütün seçimleri kazandı.
Ancak AKP karşıtı kitle kemikleştikçe ve AKP’ye oy veren işçi-emekçiler bile tepki duymaya başlayınca, burjuvazi açısından AKP’nin miadı da dolmuş oldu.
Bu durum, burjuvazinin AKP döneminde artık ekonomik olarak karının azalmakta olmasıyla da birleşti. Erdoğan hükümetinin, ağır siyasi ve hukuksal baskıları, her tür norma aykırı yasaları ve mahkeme kararları, emperyalistler açısından güvensiz bir ortam oluşturmaya başlamıştı. Yabancı yatırımların azaldığı, Avrupalı turistlerin bile Türkiye’ye gelmeye korktuğu bir tablo oluştu. İç politika malzemesi olarak kullandığı jargon, emperyalist ülkelerde bir “tehdit” olarak algılanmaya başladı. Burjuvazi, artık bu dönemi bitirme kararı aldı.
Bu koşullarda, bugüne kadar “Erdoğan seçim kaybetmeyi asla kabullenmez”, “Erdoğan ne yapar eder yine kazanır” türü cümleleri boşa çıkartarak, önemli bir seçim yenilgisi almış oldu. Ve Erdoğan, seçim akşamı saat 22.10’da yaptığı konuşmada, bu seçim yenilgisini kabul edeceğini, seçimleri tekrarlamak ya da sonuçlara karşı çıkmak gibi bir adım atmayacağını açıklayan bir konuşma yaptı. Bu konuşma ile hem burjuvaziyi, hem emperyalistleri rahatlattı. Zaten bu kadar erken bir açıklama yapmasının nedeni de sermayeyi rahatlatmaktı. Konuşmasının en önemli bölümünü “ekonomik reformlar”a ayırması da, yine işbirlikçi burjuvaziye ve emperyalistlere biatını ifade ediyordu.
O saatten sonra AKP cenahından yapılan tüm atraksiyonlar, yaşanan şoku kendi tabanlarına anlatmak için üretilen demagojiler ve zaman kazanma çabaları oldu. Geriye kalan, AKP’nin oy deposu olan illerde bile CHP’nin seçim zaferleriydi.
HDP zayıf kaldı
HDP’nin toplamdaki oyunun düşmesinde, Ankara-İstanbul gibi büyükşehirlerde “Millet İttifakı”nı destekliyor olmasının büyük bir rolü var. Keza Şırnak başta olmak üzere Kürt illerinde yaşadığı ağır baskı koşullarında yeterince seçim çalışması yapamaması da önemli bir unsur. Bu yanıyla, bir önceki seçimlere göre bazı illeri kaybetmesi, kaçınılmaz hale geldi.
HDP’nin asıl kaybı ise Dersim’de gerçekleşti. Buradaki kaybın nedeni ne “Millet İttifakı”ydı, ne de seçim çalışmasını imkansız hale getiren devlet baskısı. Buradaki kaybın tek nedeni HDP’nin yanlış politikaları oldu.
HDP, devrimci aday M. Fatih Maçoğlu karşısında yanlış bir politika izledi. Son ana kadar Maçoğlu üzerinde “çekil” baskısını sürdürdü; “Dersim bizimdir” diyerek başka bir siyasete varlık tanımayacağını ifade etti; Dersim halkıyla gereksiz biçimde karşı karşıya geldi…
Oysa Maçoğlu orada önemli bir adım atmıştı ve bunun sürdürülmesi gerekiyordu. Bir önceki sayımızda belirttiğimiz gibi, eksiklikleri olsa da Maçoğlu’nun halkçı belediyeciliği, üretim kooperatifi kurup üreticiyi güçlendirmesi, Dersim sınırlarını aşan bir örnek oluşturmuştu. Ekonomik krizin ve tarımda yıkımın bu kadar derin olduğu koşullarda, AKP seçmeninde bile “komünist başkan”a karşı bir sempati oluştu.
HDP ise, Maçoğlu’na karşı çalışma yürütürken, bir taraftan kitlelerdeki bu arayışları reddetmiş oldu, diğer taraftan Dersim özelinde gereksiz mezhepçi saflaşmalara yol açtı. İki yönüyle de Dersim seçimlerinde HDP yanlış yaptı.
* * *
Bu seçimler bir dönüm noktasıdır. Kitlelerin AKP karşıtı tepkisinin, doğrudan sistem açısından bir tehdide dönüştüğü aşamada; burjuvazi, “sistemin bekası” açısından seçim sonuçlarını “düzeltme”ye mecbur kaldı.
Bu durum yeni bir dönemin başlangıcını ifade etmektedir.
Birincisi AKP için bir dönemin sonu gelmiştir. Bundan sonrası AKP’nin çözülmesi, içinden yeni parti ya da partilerin çıkması, AKP kadrolarının saf değiştirmesidir. Bu çözülmeyi Erdoğan ya da başkasının durdurması mümkün değildir.
İkincisi, bu sonuçlar, somut olarak kitlelerin eylemli gücüyle gelmemiştir; ancak kitleler büyük bir patlamanın eşiğinde durmaktadır. Ve burjuvazi bunu görmüş, patlama gerçekleşmeden önce durdurma zorunluluğu duymuştur. Çünkü işçi ve emekçiler öylesine büyük bir sıkışma içindedir ki, olası bir patlamanın nereye evrileceği belli değildir. Seçim sonuçları bu sıkışma içinde bir soluk borusu yaratma, deyim yerindeyse kitlelerinin “gazını alma” amacını taşımaktadır.
Üçüncüsü, tam da işçi ve emekçilerin taşıdığı bu patlama dinamikleri, burjuvazinin ekonomik kriz nedeniyle planladığı büyük “kemer sıkma politikaları”nı ertelemesini ya da zayıflatmasını getirecektir. Burjuvazi, saldırı paketini hafifletmek zorunda olduğunu görmüştür. Elbette burjuvazi krizin faturasını kitlelere yıkmak isteyecektir; ancak işçi ve emekçilerin öfkesi, bu faturada kısmi bir azalma oluşturmak zorundadır. Aksi halde çok daha büyük kitle eylemleriyle karşı karşıya kalacaktır.
31 Mart seçimleri bu gerçeği tüm kesimlerin suratına çarpmış durumdadır. Kaldı ki, gerek seçim öncesi uygulamalarla, gerekse seçim sırasında ve sonrasındaki baskı ve manipülasyonlarla geriletmeye çalıştıkları AKP karşıtı oylar, gerçekte gösterilenden çok daha fazladır. Kitlelerden gizlenen bu gerçekleri, onlar çok iyi biliyor, adımlarını da ona göre atıyorlar.
Bizler de bunu bilmeli, kitlelerin artan öfkesini AKP-MHP blokuyla sınırlamadan, sisteme yöneltmeyi başarmalıyız.