CHP lideri Kılıçdaroğlu’na Ankara-Çubuk’ta bir asker cenazesi sırasında linç girişimi yapıldı. Seçimlerin ateşi henüz sönmemişken gerçekleşen bu olay, faşist-gerici blokun saldırılarını arttıracağı bir döneme işaret ediyor.
Linç girişiminin tam da İstanbul’da 17 gün gecikmeli olarak mazbatasını alabilen İmamoğlu’nun Maltepe’de miting yaptığı saatlere denk getirilmesi, tesadüf değil. Saldırının zamanlaması kadar, yapılış biçimi de her şeyin önceden planlandığını, örgütlü ve organize bir saldırı olduğunu ortaya koyuyor. Böyle bir saldırının başka türlü yapılabilmesi mümkün değil zaten…
Göz göre göre…
Linç girişimi, devletin güvenlik güçlerinin en üst düzeyde temsil edildiği bir ortamda gerçekleşiyor. Başta Milli Savunma Bakanı olmak üzere, Emniyet Genel Müdürü, Ankara Emniyet Müdürü, Jandarma Genel Müdürü gibi, güvenlik teşkilatının en üst düzey temsilcileri cenaze töreninde yer alıyorlar.
Sadece bunların korumaları bile yüzlerce sivil-resmi polis demek. Yanı sıra devlet erkanının bu şekilde temsil edildiği her cenazede olduğu gibi, özel harekat, jandarma, polis yığınağı da var. Yani her tarafın güvenlik güçleriyle sarıldığı son derece güvensiz bir ortam mevcut… Bir de bunlara köyün dışından getirilmiş bir grup faşist militanı ekleyin… Saldırı için her şey hazır demektir…
Öyle olmasa, anamuhalefet partisinin lideri ve yanındakiler, etrafını saran güruhun darbeleri arasında 50 metrelik yolu yarım saatte aşabilir mi? Sığındıkları ev “yakın bu evi” bağırışları arasında taşlanabilir mi? Atılan taşlardan, kırılan camlardan korunabilmek için evin koridorunda yaklaşık iki saat ölüm korkusuyla bekletilir mi?
Organizasyon öyle hazırlanmış ki, Kılıçdaroğlu daha cenaze törenine girer girmez “Bay Kemal, senin burada ne işin var?” diye bağırıyorlar. Cenaze namazı kılınırken sözlü saldırılar devam ediyor. İmamın zar-zor kıldırdığı namazın ardından, üst düzey asker-sivil bürokrat, cenaze arabasının arkasında saf tutup ayrı bir yola girerken; Kılıçdaroğlu ve yanındakiler kitlenin içine sürükleniyor. Kılıçdaroğlu’nun korumaları dışında ne bir polis, ne bir asker var… Kılıçdaroğlu ve CHP’liler, saldırgan güruhla başbaşa bırakılıyor. Bu arada arabaları da taşlarla parçalanıyor…
Sonrasında evi saran güruhu dağıtmak için de hiç bir şey yapmıyorlar. Ne havaya ateş açmak, ne gaz bombası kullanmak, hiçbir şey… CHP’lilerin bu yöndeki önerilerine ise, “cenaze töreninde yapamayız” diyorlar! Bu duyarlılık, bu hassasiyet göz yaşartıcı gerçekten…
Akıllara hemen devrimcilerin cenazeleri geliyor… Kaç cenaze töreninin polis-asker saldırısı ile dağıtıldığı, cenazenin ortada kaldığı ya da polis tarafından kaçırıldığı… Dahası, 10 Ekim’de Ankara Garı’nda gerçekleşen katliamın ardından, yaralılarını kurtarmak isteyen kitlenin üzerine polisin nasıl gaz sıktığı… Kaybolan çocuklarının kemiklerini isteyen “Cumartesi anneleri”nin nasıl sürüklendiği… Bunlar kitlelerin hafızasında capcanlı…
Bir de Sivas-Madımak… Aynı kışkırtılmış güruh, aynı devlet destekli tezgah ve aynı söz: “Yakın bunları…”
Bu filmi çok gördük
Devletin “duyarlılık” gösterdiği, havaya ateş açmaktan bile imtina ettiği tek kesim, linç girişiminde bulunan, taş ve sopayla saldıran, “yakın bu evi” diye bağıran bu faşist-gerici güruhlardır. Onun dışında haklarını arayan işçi-emekçi, iş isteyen işsiz, “acım” diyen yoksul, çocuğunu soran ana, hepsi en vahşice saldırılara maruz kalmıştır.
Linç girişiminin öncesi ve o sırada yaşananlar, her şeyin göz göre göre yapıldığını ortaya koyuyor zaten. Bir de sonrası var… Cumhurbaşkanından bakanlara kadar devletin en üst yetkilileri, arka arkaya yaptıkları açıklamalarla bu faşist güruhu değil, cenazeye giden Kılıçdaroğlu’nu ve CHP’lileri suçladılar!
Sormadan, hassasiyetler dikkate alınmadan cenazeye gidilir miymiş! AKP-MHP blokunun yüzde 70 civarında oy aldığı bir bölgeye girilir miymiş! İçişleri Bakanı zaten önceden uyarmadı mı!? “Valilere emir verdim, CHP’liler cenazeye gelmeyecek” demedi mi!? “Buna rağmen gidiyorlarsa, bu saldırıyı da hak ediyorlar” demeye getiren bir dizi laf…
Ardından gözaltına alınan üç-beş kişinin de salıverilmesi… Ki aralarında “yakın bu evi” diye bağıran kadın ve Kılıçdaroğlu’na yumruk atan kişi de var… Bunlar, “galeyana gelmiş kişiler” üstelik “protesto haklarını” kullanmışlar…
Sadece bu güruhların “acılı günü”, “gaz sıkışması” vardır; bir tek onların “galeyana gelme” özgürlüğü, “protesto hakkı” bulunur ve bir tek onlara devlet “anlayışlı, hoşgörülü” yaklaşır… Bir twit atan hapishaneyi boylar da, yumruk atan, silah sıkan katiller, caniler serbest bırakılır. Hatta sırtı sıvazlanır, bayraklı hatıra fotoğrafları çekilir, kahraman ilan edilir!…
Biz bu filmi çok gördük… Bugüne dek başta komünist ve devrimciler olmak üzere işçi ve emekçilere, Kürt halkına, ulusal-mezhepsel topluluklara karşı ne çok saldırı, katliam, linç girişimi yaşandı; ve bunların üzeri hep bu tür yalan ve demagojilerle örtülmeye çalışıldı…
Bu kez farklı olan, bir anamuhalefet liderine karşı yapılmasıdır. Elbette daha önce de liderlere dönük çeşitli saldırı veya suikast girişimleri oldu. Fakat ilk kez böyle bir linç girişimi yaşandı. Bunun nedenleri üzerine durmak gerekiyor.
Hangi mesaj veriliyor?
Kılıçdaroğlu ve yanındaki CHP’lilerin sığınmak zorunda kaldıkları evi kuşatan güruha, orada bulunan Hulusi Akar’ın sözleri çok çarpıcıdır ve bu saldırıyla neyi amaçladıklarını ele verir niteliktedir.
Elleriyle yaptıkları kurt işaretleriyle, ağızlarından köpükler saçarak bağıran “yakın o evi” diyen, evi taş yağmuruna tutan güruha, “değerli arkadaşlar” diye sesleniyor Hulisi Akar. “Tepkinizi gösterdiniz, mesajınızı verdiniz” diyor ve artık dağılmalarını rica ediyor. Olayların üzerinden iki saat, eve sığınmalarının üzerinden bir saat geçtikten sonra hem de…
Bu kadar sürenin amaçlarına ulaşmaya yeterli olacağını düşünmüş olmalılar! Peki amaçlanan nedir? Bir başka ifadeyle Akar’ın “mesajınızı verdiniz” sözüyle kastettiği mesaj nedir?
O Akar ki, 15 Temmuz darbesi sırasında kendi emri altındaki subaylar tarafından esir alınmış, sonrasında “başıma silah dayanmıştı” diyerek tepkisiz kalışını açıklamaya çalışmış, zamanın Genelkurmay Başkanı’dır. Esasında darbenin bir parçası iken, son anda dönenlerdendir. Bu şaibeli geçmişi mecliste CHP tarafından yüzüne vurulduğu için, CHP’ye özel bir düşmanlığı da olabilir.
Tabi ki, bu linç girişimi, Hulusi Akar’ın kişisel tutumuyla açıklanamaz. Ancak orada önemli bir rol üstlendiği kesindir. Faşist güruha seslenişi ve “mesajınızı verdiniz” sözüyle damgasını vurmuştur zaten. Hulusi Akar ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, bu olayda öne çıkan önemli iki figürdür. Bir de Devlet Bahçeli’yi eklemek gerekir.
Fakat öncelikle bu linç girişimiyle neyin amaçlandığı deşifre edilmelidir. Zamanlaması dikkat çekicidir örneğin. Gün ve saat olarak İstanbul Belediyesi’ni kazanan CHP’nin Maltepe mitingine denk getirilmiştir. Oysa cenazenin bir gün önce ikindi namazında kaldırılması gerekiyordu. Yani miting günü ve saatiyle örtüşmesi tesadüfi değildir, aksine özel bir çabanın ürünüdür.
Miting alanındaki kitlenin galeyana gelmesi, sonrasında çıkacak olaylarla işin büyümesi gibi hesaplar yapılmış mıdır, bilemiyoruz. Çünkü CHP’nin kitleyi yatıştırmaya, pasifize etmeye çalışacağı kimse için sır değildir. Nitekim mitingde konuşan İmamoğlu da bunu yapmıştır. Keza CHP’li yetkililer sürekli “sağduyu” çağrısı yaparak, durumu hafifsetmeye çalışmıştır. Dolayısıyla kitlenin galeyana gelmesi, ancak CHP’yi aşan kendiliğinden bir taşma hali olurdu ki, bu da gerçekleşmemiştir.
Fakat şunu başardıklarını söyleyebiliriz: Alana toplanan yaklaşık iki milyon kişi, AKP-MHP faşist blokunu sandıkta yenmiş olmanın mutluluğunu ve coşkusunu yaşayamadı. Seçimlerden bu yana yapılan karşı ataklarla bu coşkunun yaşanması hep engellendi. Kitlelerin yeniden umutlanması, kendine güven duyması istenmedi ve sürekli baskı altında tutuldu. Böylece kazanma duygusu ve kutlaması sekteye uğrayan, sevinci buruk kalan bir kitle yaratıldı. Kürt illerinde HDP’ye kurulan KHK tuzağı, İstanbul’da halen sürüncemede bırakılan seçim sonuçları ile, kitlelerin sevinçleri zaten kursaklarında bırakılmıştı. Bir de üstüne bu linç girişimi yaşatılarak, yeniden korku, karamsarlık, sinme hali hakim kılınmak istendi.
Diğer yandan bu linç girişimi, AKP ve MHP’nin İstanbul seçimlerine “olağanüstü itiraz”larının görüşüleceği günün öncesinde gerçekleşti. Böylece YSK üzerinde bir basınç oluşturma ve seçimlerin yenilenmesini sağlamayı amaçlamış olabilirler. 7 Haziran 2015’teki seçimler gibi, beğenmediği seçimi tanımama ve ortamı terörize ederek yeniden seçilme çabası olarak görülebilir. Ki, bu yönde yorumlar yapılmaktadır.
Ancak “akan suyla iki kez yıkanılamaz.” Bir başka ifadeyle tarihte tekerrür yoktur. Dört yıl önceki iç ve dış koşullar aynı değildir. Kitlelerin ruh hali ve reaksiyonları da aynı olmayacaktır. Dolayısıyla AKP-MHP’nin arkasındaki güçler, benzer yöntemlerle aynı sonuçları elde edeceklerini sanıyorlarsa, yanılırlar.
Esasında bu tırmanışta, -seçimlerle sınırlı olmayan- kendileri için tehlike çanlarının çalıyor olması belirleyicidir. 31 Mart seçimleri bu durumu su yüzüne vurmuş, daha görünür kılmıştır. Başta İstanbul olmak üzere büyükşehirleri kaybetmiş olmak, hem moral, hem de ekonomik olarak AKP’yi sarsmıştır. Çünkü bu iller, ülkedeki ekonominin yüzde 70’ini üretmektedir. Nemaların kesilmesi, faşist blokun arkasındaki güçleri endişelendiren en büyük gelişmedir.
Faşizmin handikaplarından biri, kendi içinde birliği kolay kolay sağlayamamasıdır. Çıkar çatışması, klikler arası çelişkileri arttırır. “Hep bana cup bana” denilerek bir kesimin nemalanması, diğerlerinin tepkisini çeker. Pastadan daha fazla pay kapmak isteyenlerin kavgası şiddetlenir.
Bugün hem AKP içinde, hem de AKP MHP arasında çıkar kavgası giderek büyüyor. Ayrıca muhalefet partilerinin arkasında yer alan güçler de artık sıranın kendilerine gelmesini istiyor. Bütün bunlar burjuva klikler arasındaki mücadeleyi daha sert ve şiddetli hale getiriyor.
Diğer yandan ekonomik krizle birlikte daha da artan işsizlik ve pahalılık altında ezilen milyonlarca işçi ve emekçinin tepkileri iyice büyümekte, patlama dinamikleri birikmektedir. Bu birikim, düzen içi değişikliklerle ve kimi rötuşlarla azaltılamaz ise, nerede patlayacağı bilinmeyen bir hal alır ki, sistem için asıl tehlikeli olan budur. Egemenler bu tehlikeyi bertaraf etmek için “at değiştirme”yi tercih ederler. Hükümet değişikliği, bunun ilk ve en kolay yöntemidir.
AKP, 17 yıl gibi Türkiye açısından çok uzun bir dönemdir işbaşında. CHP’nin tek parti döneminden sonra en uzun kalan hükümettir. Değiştirme zamanı çoktan gelmiştir. Esasında AKP, Gezi’den bu yana uzatmaları oynuyor. Seçim hileleriyle, ittifaklarla ömrünü bugüne dek uzattı. Ama onun da sonuna gelindi.
Fakat AKP gibi siyasal İslamcı bir partinin, eline geçirdiği bu fırsatı kolay bırakmayacağı görülüyor. Bugüne dek AKP benzeri partiler, ya halk hareketleri ya da askeri darbelerle yıkılabildi. Seçimle giden bir örnek yok gibidir. AKP’nin bugüne dek izlediği çizgi de bunu gösteriyor.
O halde bu gerçeği bilerek hareket edilmelidir.
Sonuç yerine
Ne var ki, CHP başta olmak üzere düzen partileri, AKP’yi sandıkla yenebilecekleri hayalini yayıyorlar. Kitlelerin öfkesini yatıştırmaya, sokağa çıkmasını engellemeye çalışıyorlar.
Seçimlerden bu yana bir aya yakın zaman geçtiği halde, AKP-MHP bloku seçim sonuçlarını tanımış değil. HDP’nin kazandığı 9 belediye gaspedildi. İstanbul seçimleri ise halen sürüncemede…
Hal böyleyken bu duruma tepki duyan kitleleri sürecin dışında tutmaya çaba harcıyorlar. İstanbul-Maltepe’deki sayımlara gerici-faşist güruhların saldırısı gerçekleşene kadar, CHP kitlenin yığılmasına engel oldu. Oysa seçimden hemen sonra kitleler il ve ilçe seçim kurullarının önüne yığılabilirdi. Ve seçim sürecinin bu kadar uzamasının önü alınabilirdi. Ama sıkça belirttiğimiz gibi CHP de kitlelerin sokağa çıkmasından en az AKP kadar korkuyor.
Linç girişiminden sonra da CHP, kitleleri yatıştırmayı esas aldı. Haberin duyulması ile birlikte CHP Genel Merkezi’ne toplanan kitleyi “sağduyu”ya çağırdı. Oysa bu linç girişimini yapanlar ve arkasında duranların yargılanması veya istifa etmeleri sadece sözle olmaz. Kitleyi harekete geçirmeden, eylemleri büyütmeden bu faşist-gerici bloku geriletmek mümkün değildir.
Nitekim, CHP’nin bu pasif tutumu karşısında AKP-MHP’nin kurmayları daha pervasız davranmaya başladılar. Göstermelik bir tutuklama bile yapılmadı. Hatta cezalandırılmayacakları konusunda güvence verdiler. Dahası, CHP’yi suçladılar.
Bunun karşısında CHP, yapılan saldırıya denk düşen bir tutum içine girmiyor. İmamoğlu başta olmak üzere belediyeleri kazanan başkanlar da sürekli “kucaklaşmaktan” sözediyor. Elinde silah olanlara gül uzatarak kavgayı durduracaklarını sanıyorlar. Ya da Erdoğan’ın “kızgın demiri soğutmaktan” sözetmesi, “Türkiye ittifakı” demesi, hemen gevşemeye, umutlanmaya yolaçıyor. Oysa bu sözün üzerinden iki gün geçmeden Kılıçdaroğlu’na linç girişimi oldu.
Faşist aç kurtları tavizlerle doyuramazsınız! Aksine daha da cesaretlenirler. Eğer bu linç girişimine karşı ciddi bir karşı duruş sergilenmezse, yeni ve daha büyük saldırılar sökün edecektir. Durum bu denli kritik ve hayatidir.
“Faşist savaş kışkırtıcılarının yumuşak ikazlarla durdurulamayacağı, uzun tecrübelerden sonra ancak anlaşılabilmiştir” diyor Dimitrov, Komüntern’in faşizm tahlilinde. Ve ekliyor: “Bunları dizginlemek için tek etkili yol, kitlelerin gerek ulusal, gerekse uluslararası çapta faşizme karşı merhamet tanımayan birleşik mücadelesidir.” (Faşizme Karşı Birleşik Mücadele, Ekim Yay. sf: 307)
1 Mayıs’a sayılı günler var. Bu linç girişimi, kitleler üzerinde korku yaratmak, hak arama mücadelesini sekteye uğratmak içindir. 1 Mayıs gibi tarihsel bir güne kitlesel katılımı azaltmayı da amaçlamaktadır.
Bu amaçlarına ulaşamayacaklarını başta 1 Mayıs olmak üzere kitle eylemlerini büyüterek gösterelim!
Faşizme ve her tür gericiliğe karşı tek yumruk olup üzerlerine yürüyelim! Dimitrov’un dediği gibi “merhamet tanımayan” dişe diş bir mücadeleyi yükseltelim! Faşizmi yıkmanın tek yolu budur.
Linç ne zaman ve nasıl ortaya çıktı?
“Vatandaşın tepkisi”, “gaz sıkışması”, “hassasiyetler” gibi demagojilerle ne kadar masumlaştırılmaya çalışılsa da, LİNÇ; ırk, din, milliyet, mezhep temelinde kışkırtılarak gerçekleştirilen insanlık dışı bir saldırıdır. Ve her yerde bizzat devlet eliyle organize edilmiştir. İlk ortaya çıktığı andan itibaren dünyada ve Türkiye’deki linç olaylarına baktığımızda, bu gerçek çok net biçimde görülür.
Lincin isim babası ve yaratıcısı, toprak ve köle sahibi olan Amerikalı Albay Charles Lynch’tir. Çiftliğindeki kölelere yaptığı vahşice işkencelerden almıştır bu kötü ününü. Ve en yaygın biçimiyle linç olayları Amerika’da siyahlara karşı gerçekleşmiştir. Irkçı Ku Klux Klan örgütünün kurulmasıyla da hız kazanmıştır. 1880 ile 1915 yılları arasında, neredeyse her hafta linçle siyahlar öldürülürken, bu yıllarda hiçbir beyaz, bu yüzden tutuklanmamıştır.
Sadece bu tarihsel bilgi bile, lincin devlet eliyle organize edildiğini, yapanların korunup kollandığını görmeye yeter. Türkiye tarihinde de bunun örneklerini bolca görürüz. 6-7 Eylül’de gayri-müslimlere dönük saldırılardan, Maraş, Sivas, Çorum gibi katliamlara kadar onlarca olay vardır, devletin sivil faşistlerle birlikte gerçekleştirdiği linç harekatı olarak sayabileceğimiz…
AKP hükümetleri dönemi ise, linç saldırılarıyla daha sık karşılaştığımız bir dönem oldu. 2005 yılında Trabzon’da TAYAD’lılara karşı saldırıyla yeniden başlatılan bu saldırılar, devrimcilere, Kürt halkına, Alevilere, azınlıklara karşı onlarca kez tekrarlandı. 2005 yılından bu yana 50’den fazla gerçekleşen linç olayı vardır. Artan sayıyla birlikte, linç girişimleri kanıksatılmaya çalışılmış ve her yerde bu tür saldırılar ortaya çıkmıştır.
Bunun son halkası, Kılıçdaroğlu’na yapılan linç girişimi oldu. Yani anamuhalefet partisinin başkanına kadar uzanan bir tırmanış sözkonusudur. Ve çok ciddi bir karşı duruş ortaya konmadığı sürece, bu insanlık-dışı saldırılara yenileri eklenecektir.
Bu tehlikeli gidişi durdurmak zorundayız. Buna herkesin karşı durması ve daha örgütlü bir tavır geliştirmesi şarttır.