Her 1 Mayıs bir barometredir aslında. Sınıf mücadelesinin barometresi…
Hem siyasal, ekonomik, toplumsal vb. varolan duruma ayna tutar; hem de geleceğe dair önemli işaretler çakar. Sınıflar mücadelesinin en billurlaşmış, en çıplak haliyle kendini ortaya koyduğu gündür çünkü 1 Mayıs…
Sınıflar ve onların temsilcileri, o gün güçlerini sınar, birbirlerini tartarlar; sonraki adımlarını da ona göre atarlar. Bu yanıyla bir ibre işlevi görür. Elbette doğru okuyabilmek koşuluyla…
2019 1 Mayısı’na da bu gözle bakmak gerekir. Neyi resmetmiştir ve geleceğe dair ne tür emareler sunmuştur? Yani 2019 1 Mayısı’nın ibresi neyi göstermektedir?
Hem ülkemizdeki, hem de dünyadaki 1 Mayıs kutlamalarına böyle yaklaşmalı ve oradan doğru sonuçlar çıkarabilmeliyiz. Bunu başarabildiğimiz oranda bugünü doğru tahlil edebilir, yarına dair isabetli öngörülerde bulunma ve kendimizi buna göre konumlandırma şansına sahip olabiliriz. Aksi halde birbirinin tekrarı gibi görünen bir 1 Mayısı daha geride bırakır, kaldığımız yerden devam ederiz…
Oysa hiçbir 1 Mayıs, diğerinin benzeri değildir. Öyle görünmesi yanıltıcıdır. Suyun yüzeyindeki köpüklerin onun derinliği hakkında bir fikir vermesi gibi; her 1 Mayıs’ta görünen küçük-büyük farklılıklar, o dönemi ve sonrasını tahlil edebilmekte bize fikir verir.
Örneğin ülkemizdeki 2013 1 Mayısı’nda, gelmekte olan bir halk ayaklanmasının sesleri duyulmuştur. Gezi Direnişi ve Haziran ayaklanmasının ilk habercisidir 2013 1 Mayısı… Elbette günü, biçimi, patlama şekli tam olarak kestirilemez; ama farklı bir döneme girildiğini hissettirmiştir. Çünkü 2013 1 Mayısı’nda Taksim’e çıkma hedefiyle binlerce kişi saatlerce polisle çatışmış, korku duvarlarını yıkmıştır. Ve bir ay gibi kısa bir süre sonra “yasaklı alan” Taksim, milyonlar tarafından zaptedilmiş, günlerce süren bir direnişin mekanı olmuştur.
2013 1 Mayısı gibi olmasa da, 2019 1 Mayısı da bize umut verici şeyler söylüyor. Şimdi onu çeşitli yönleriyle irdelemeli ve sonuçlar çıkarmalıyız.
Kapitalist metropoller ayakta
Dünyada 1 Mayıs’ın nasıl geçtiğine dair bilgilerimiz doğal olarak daha sınırlı. Birçoğunu basında yer aldığı kadarıyla biliyoruz. Ancak bu sınırlılıkla bile çıkarabileceğimiz sonuçlar var.
İlkin şunu belirtelim; günümüzde tüm dünya emperyalist-kapitalist sistemin bir parçası olduğu için, işçi ve emekçilerin sorunları aşağı-yukarı aynıdır. Hele ki emperyalist savaş ve kriz koşullarında bu benzeşme, giderek artmaktadır.
En başta servet-sefalet uçurumu, tüm dünyada devasa boyutlara ulaştı. Son verilere göre, günümüzde 26 kişi, dünyadaki zenginliğin yüzde 40’ına sahip. Bir başka ifadeyle 26 kişinin malvarlığı, yaklaşık üç buçuk milyar insanın zenginliğine eşit! Öyle ki, 1900’lerin başında dönemin en zengini Rockfeller, 1 milyar dolar servete ulaştığında büyük bir şaşkınlık yaşanıyor. Şimdi ise trilyon dolar sahipleri var. İki-üç kişinin serveti Afrika kıtasının tamamına denk düşüyor. Servet-sefalet uçurumunun bu denli açılması, tüm dünyada yoksulluk ve açlığın daha fazla artması, milyarlarca kişinin bu girdabın içine çekilmesi demek.
Öte yandan emperyalist-kapitalist sistem, krizsiz ve savaşsız yaşayamıyor. Kriz giderek daha sık ve daha yıkıcı bir hal alıyor. Buna bir de savaş eklendiğinde, hem varolan durum katmerleniyor, hem de ölüm ve göç gibi yeni sorunlar doğuruyor. Bu sorunlar, daha baskıcı rejimlerin, faşizmin ve gericiliğin nesnel temelini de oluşturuyor aynı zamanda. Son yıllarda başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada faşist partilerin büyümesi, hatta hükümet olmaları, bu gelişmelerin sonucudur.
Kısacası tüm dünyada işçi ve emekçiler, ekonomik olarak daha yoksullaşmışken; siyasal olarak büyük bir baskı ve zorbalık altındadır. Son yılların 1 Mayısları bu koşullarda gerçekleşiyor. 2019 1 Mayısı’nı farklı kılan; kitlelerin bu koşullara karşı artan tepkilerinin artık isyan boyutuna varmasıdır. Bu 1 Mayıs’ta Fransa’nın öne çıkması da bununla ilintilidir. Kasım 2018’den bu yana her hafta sokaklara dökülen “Sarı Yelekliler”, Fransa’daki 1 Mayıs’a damgalarını vurdu. Paris gibi Avrupa’nın en büyük şehirleri, kitlesel ve militan gösterilere sahne oluyor. Ve 1 Mayıslar daha çatışmalı geçiyor.
“Sarı Yelekliler”de somutlanan; emperyalist-kapitalist ülkelerdeki işçi ve emekçilerin de vergi soygununa, işsizliğe, yoksullaşmaya karşı ayağa kalkmasıdır. Açlık ve yoksulluk, sadece yarı-sömürge, bağımlı ülke halklarını değil, kapitalizmin en gelişkin olduğu ülkelerin işçi ve emekçilerini de tehdit etmekte ve ona karşı mücadelenin şiddeti artmaktadır.
2019 1 Mayısı hem bu gerçeği dışavurmuştur, hem de bu ülkelerde halk ayaklanmalarının giderek büyüyeceğini göstermiştir. Önceki yıllarda Kuzey Afrika ve Latin Amerika’da görülen isyanlar, artık emperyalist metropollerde yaşanmakta ve devrim korkusu, her yerde egemenleri titretmektedir. Sefalet ekenlerin öfke biçtiği ve bunun artık kendisini eylemlerle de ortaya koyduğu, bu 1 Mayıs’ta çok net biçimde görülmüştür.
Umut yeniden filizleniyor
Uzun yıllar emperyalist-kapitalist sistem, adeta “tek kale maç” yaptı. Kendisini rakipsiz ilan etti, hatta “tarihin sonu” diyerek sonsuza dek yaşayacağını iddia etti. “Sosyalizmin tehdidi”nden kurtulmuş olmanın pervasızlığı ile en vahşi sömürü ve soygunu gerçekleştirdi; insanlığın ilerici birikimlerini yok etmeye kalktı. “Yeni Ortaçağ” olarak tanımlanan karanlık bir dönem yaşattı. İnsanlık adeta sonu olmayan bir tünele girmiş gibi büyük bir karamsarlığa, umutsuzluğa itildi.
Bütün bunlardan ülkemiz de payını fazlasıyla aldı. Ancak hem dünyada hem ülkemizde bu dönemin sonuna gelindiğine dair belirtiler artmaya başladı. 2019 1 Mayısı, bunun daha belirgin biçimde ortaya serildiği bir gün oldu.
Ülkemizde 17 yıldır işbaşında olan AKP’nin gerici-faşist uygulamaları, yasa tanımaz keyfi tutumu halkın üzerine bir karabasan gibi çökmüştü. Elbette bu yıllar içinde (başta Haziran ayaklanması olmak üzere) pek çok direniş yaşandı. Fakat devrimci bir önderlik boşluğu, bu direnişlerin zaferle taçlanmasını ve hükümetin alaşağı edilmesini engelledi. Düzen muhalefetinin ise, son derece silik ve pasif tutumu, onları daha fazla cesaretlendirdi, pervasızlaştırdı…
AKP-MHP gerici-faşist blokuna karşı kitlelerin artan öfkesi, en son 31 Mart seçimlerinde kendini ortaya koydu. Başta İstanbul olmak üzere, 25 yıldır yönettikleri büyükşehirleri kaybettiler. Her seçimde daha fazla arttırdığı hilelere rağmen AKP’nin yaşadığı bu yenilgi, gerçekte kitle desteğini çok büyük oranda kaybettiğini ortaya koyuyordu.
31 Mart seçimleri AKP için “sonun başlangıcı” olurken; kitleler açısından yeniden umutlanma ve kendi gücüne güvenme dönemini başlattı. 2019 1 Mayısı bunun üzerine geldi ve yeni döneme dair umutvar bir tablo sundu.
Ülkemizdeki 1 Mayıs mitingleri ve gösteriler, önceki yıllara göre daha yaygın ve kitleseldi. Türk-İş gibi sarı sendikacılığın sembolü bir konfederasyonun mitingi bile, işçi ve emekçilerin coşkulu katılımı, öfkeli sloganlarıyla geçti. Krizle birlikte artan işsizliğe, yoksulluğa ve hak gasplarına karşı kitlelerin büyüyen tepkisiydi bu. En öne çıkan konunun kıdem tazminatı ve zorunlu BES olması da bunun göstergesiydi.
Her ne kadar “son kale” olarak addedilen haklar için bir savunma refleksi sözkonusuysa da, kriz sonrası saldırıya geçen patronlara ve hükümete ciddi bir uyarıydı. İşbirlikçi sarı sendikaları dahi sert açıklamalar yapmak zorunda bırakan, işçi sınıfında biriken bu öfkenin farkında varılmasıydı.
İstanbul-Bakırköy’de başını DİSK’in çektiği, birçok sendika, kitle örgütü ve partinin katıldığı miting de, bir yıl önceki 1 Mayıs’a göre çok daha kitleseldi. Ne var ki, kitlelerin bu yılki isteğini, özlemini karşılamaktan uzaktı. Onun için de daha buruk ve coşkusuz geçti. Bakırköy Pazarı’nın çukuruna mahkum edilen, pankartından sloganına kadar her şeyin devletin icazetinden geçtiği bir 1 Mayıs’ın, bu koşullarda kitleleri tatmin etmesi düşünülemezdi zaten. Sonuçta kitle ne alana sığdı, ne de alandan mutlu ayrıldı. En fazla miting güzergahı boyunca tepkilerini ifade edebildiler, zaten daha birçok kortej alana giremeden miting dağılmıştı…
Mitingi organize eden kurumlarla, kitlenin ruh hali arasındaki açı, mitingin bütününe damgasını vurdu. Kürsü ile kitle, su ile zeytinyağı gibi birbirinden ayrıktı. Bir de kürsü ile kitle arasında metrelerce boşluk bırakılarak bariyerlerle çevrilmişti. Bu fiziksel kopukluk, ruhsal kopukluğun ifadesi gibiydi. Kürsüde konuşmalar sürerken kimse dinlemiyor, bir tarafta halay çekiliyor, diğer tarafta insanlar alanı terk ediyordu. Son derece dağınık, disiplinsiz, ruhsuz bir miting tablosu vardı. Kürsüden temsilcilere enternasyonal marşını söyletmek de, bu olumsuzlukları kapatmaya yetmedi.
Bu yanıyla Bakırköy mitinginin Kocaeli ve Ankara mitinglerinden daha sönük geçtiğini söylemek yanlış olmaz. Oralardaki öfkenin dile getirilişini, coşkuyu ve disiplini Bakırköy’de görmek mümkün olmadı.
Keza başta Diyarbakır olmak üzere Kürt illerindeki 1 Mayıslara damgasını vuran “beyaz tülbent”li girişlerde sergilenen direngenlik ve coşkudan da eser yoktu. Yani Bakırköy’de kitlesel olarak daha kalabalık olması dışında hiçbir özelliği bulunmayan bir 1 Mayıs mitingi gerçekleşti.
Sendikalar ve partiler,
kitlenin gerisinde kaldı
İstanbul-Bakırköy mitinginin, diğer mitinglere göre daha sönük geçmesinde, 4’lü olarak ifade edilen (DİSK, KESK, TMMOB, TTB) sendika ve kitle örgütlerinin tutumları belirleyici olmuştur.
Bu kurumlar, 31 Mart seçimlerinden hemen sonra Nisan ayı başında yaptıkları açıklamayla, bu 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak istediklerini duyurdular. Kitlelerde artan morali ve umudu arkalarına alarak böyle bir açıklama yaptılar. Fakat bu, her ne olursa olsun Taksim’de olunacağı şeklinde bir kararlılık ifadesi değil, bir temenniden ibaretti. Dahası, Taksim’i bir blöf olarak masaya sürmekti.
Nitekim 6 Nisan’da aralarında PDD’nin de bulunduğu birçok kurumla birlikte gerçekleşen toplantıda, valilikle görüşmede Taksim’i isteyeceklerini, ama Saraçhane veya Kadıköy’e de razı olabileceklerini söylediler. Yani devlete, “Saraçhane veya Kadıköy’ü vermezseniz Taksim’e çıkarız” diyecekler, devlet de bunun karşısında geri adım atacaktı! Sanki devlet onların amacını, dahası Taksim konusunda ne kadar titrek olduklarını bilmiyormuş gibi!… Başından itibaren kararlı bir duruştan yoksun oldukları için, daha ilk görüşmede yelkenleri suya indirdiler.
Devletin Taksim’e izin vermeyeceği ortadaydı. Öyle de oldu. Bu kez Kadıköy dediler, ama oraya da izin çıkmadı. Buna karşın 18 Nisan’da yapılan toplantıya “4’lü olarak kararımız Kadıköy” diye geldiler. İzin verilmese de Kadıköy’de olacaklarını söylediler. Bu yıl Maltepe ve Yenikapı’ya gitmeyeceklerini, hatta “kırmızı çizgimiz” diyerek önceden belirtmişlerdi. (Ki geçen yıl CHP’nin kitlesini yığacağını söyleyerek Maltepe’ye gitmişler ama hüsrana uğramışlardı. Geçen yıl gittikleri yeri bu yıl neden ‘kırmızı çizgi’ ilan ettiklerini de açıklamadılar) İstanbul’un bir diğer miting alanı Bakırköy ise, çukur ve dar yapısından dolayı rağbet görmemişti. Sonuçta 4’lünün Kadıköy kararı, birçok kurumun da olurunu aldığı için, kesin gözüyle bakılan bir yer oldu.
Aralarında PDD’nin de olduğu “her koşulda Taksim’de olmalıyız” diyen kurumlar, bir elin parmakları kadardı. Fakat Kadıköy’ü isteyen, hatta kitlesellik adına Kartal ve Maltepe’yi dile getiren (TKP ve EMEP) kurumların bile kitlesinde Taksim isteği güçlüydü. Keza sendika ve meslek odalarının üyeleri dahil işçi ve emekçilerde 31 Mart seçimlerinin ardından Taksim’e çıkma isteği artmıştı. Yani bu kurumlar bir kez daha kitlenin gerisinde kaldılar. Öyle ki, ortak bildiride Taksim’in adının geçmesine EMEP itiraz edebildi. “Yanlış anlaşılma olur”, “Taksim kararı alındığı sanılabilir” diyerek, Taksim’i geçirmek istemediler.
Buna rağmen 1 Mayıs alanının Taksim olduğu bildiride yer aldı. Fakat sadece kağıt üzerinde! Onlara göre Taksim, geleceğe dönük bir hayaldi, bugünün talebi olamazdı. Oysa 1 Mayıs günü yaşananlar, Taksim’in geleceğin değil, bugünün hedefi olduğunu; giderek artan Taksim isteğini ortaya koydu.
18 Nisan’daki toplantıdan Kadıköy kararı ile kalkan kurumlar, 25 Nisan’da Bakırköy sürprizi ile karşılaştılar. 1 Mayıs’a sayılı günler kala, DİSK Başkanlar Kurulu kendi arasında toplanıp Bakırköy kararı almış ve bu kararı diğer kurumlara bildirmişti. Sanki bir hafta önce, yasak da olsa Kadıköy’de olacaklarını söylememişler gibi, yeni bir kararla geldiler ve hiçbir açıklama yapmadan Bakırköy’ü dayattılar. Kaderlerini baştan 4’lünün eline terk edenler, bu durumu sorun dahi etmedi. Daha önce Bakırköy’e, “1 Mayıs kitlesini alamayacak kadar dar ve çukur” olduğu için muhalefet edenler de, 4’lünün kararına boyun eğdiler.
Sonuçta sendikalar, Taksim açıklaması ile başlattıkları bu süreci, önce Kadıköy’e fit olarak (ki başından itibaren plan buydu) sonra Bakırköy ile noktaladılar. Üç yıl önce 2016’da 1 Mayıs için Bakırköy’e geldiklerinde DİSK’in o dönemki başkanı Kani Beko, “bu ilk ve son olacak, bir defalığına kabul ettik”demişti. Oysa ertesi yıl yeniden Bakırköy’e gittiler, 2018’de ise Maltepe’yi bile kabul ettiler. Ne o dönemki sözlerini tuttular, ne de bu yıl 1 Mayıs toplantılarında söylediklerini…
Son iki yıldır başta DİSK olmak üzere 4’lü kurum, CHP’nin kuyruğuna takılmış durumda. 1 Mayıs’ı seçimlere kurban ediyorlar. 1 Mayıs mitingleri, seçim mitinglerine dönüşüyor. Böyle olunca kitlelerin 1 Mayıs’tan beklentileri karşılanmıyor, hayal kırıklığı ve burukluk yaşanıyor.
Sonuçta kendisine devrimci, sosyalist diyenler de dahil birçok kurumun 4’lünün arkasına takıldığı, 4’lünün ise CHP’nin izinden yürüdüğü bir tablo ile karşı karşıyayız. Oysa sözkonusu olan 1 Mayıs kutlamasıdır. Herhangi bir ekonomik-siyasi talepli miting değil!
1 Mayıs devletin icazetine de, sendikaların inisiyatifine de bırakılamaz. Çünkü 1 Mayıs, sadece işçi ve emekçinin değil, onların davasını savunan komünist ve devrimcilerin de günüdür. 1 Mayıs’ın tüm dünyada kutlanmasını sağlayan kurum, Komünist Enternasyonal’dir. O yanıyla son derece politik bir gündür ve politik öznelerin belirleyiciliğinde geçmelidir. Esasında komünist partilerin güçlü olduğu ülkelerde böyle de olmuştur. Ne var ki bizde bu yöndeki zayıflık, 1 Mayısları sendikaların inisiyatifine terk etmeye yolaçtı. Fakat bu durum, her koşulda sendikaların kuyruğuna takılmayı meşru göstermez. Devrimci bir basınç yaratılmadan, sendikaları daha ileriye çekmek de mümkün olmaz.
Taksim iradesini gösterenler kazandı
4’lünün çağrısıyla gerçekleşen toplantılarda, “Taksim” diyen kurumların sayıca azlığı, kitlelerdeki Taksim isteğinin azaldığı anlamına gelmiyordu. Aksine 2019 1 Mayısı’nda bu istek daha da güçlenmişti. Nitekim 1 Mayıs gününde yaşananlar, bu gerçeği kanıtladı.
Taksim alanı, bir kez daha polis bariyerleriyle bir gün önceden çevrildiği halde, 1 Mayıs sabahı Taksim’e girmek isteyen gruplar tarafından kuşatılmıştı. Devletin resmi kayıtlarına göre Taksim’e çıkmak isteyen gruplar 16 noktadan harekete geçti. Sabah saatlerinden itibaren Taksim’i çevreleyen bölgelerden; (Beşiktaş, Zincirlikuyu, Mecidiyeköy, Şişli, Tepebaşı, Cihangir vb.) birçok grup “Taksim 1 Mayıs Alanıdır”, “Meydanlar Halka Kapatılamaz” sloganları ve pankartlarıyla gösteriler yaptılar. Toplamda -yine resmi rakamlara göre- 145 kişi gözaltına alındı. Çoğu daha karakola götürülmeden polis arabasının içinde işkenceye uğradı.
Taksim ve çevresinin polis kordonu altına alınmasına, gözaltı ve işkencelere rağmen, 1 Mayısı Taksim’de kutlama isteğini ve iradesini kıramadılar. Kaldı ki, Taksim’e çıkmak için gelenler, gözaltına alınanlardan çok daha fazlaydı. Birçok kişi Taksim civarına geldiği halde çeşitli aksiliklerden eylemlere katılamadı. Ayrıca Taksim’e çıkmak isteyip de şu ya da bu nedenle gelemeyen çok daha fazlası vardı.
Sonuçta tüm engelleri, aksilikleri aşarak Taksim için eylem yapabilenler, hiç de azımsanmayacak bir orandır. Bu durum, kitlelerde artan Taksim isteğinin göstergesidir. Taksim’in meşruluğu, burjuva-liberal kesimler tarafından bile kabul görmekte, açıkça ifade edilmektedir.
Geçen yıl Taksim’e girenlerden hiç sözedilmemiş, görmezden gelinmişken; bugün geniş bir kesim Taksim’in meşruluğundan, sendikaların Taksim dışında başka bir yeri kabul etmesinin doğru olmadığından bahsediyorsa, bu her koşulda Taksim’e girme iradesi gösterenler sayesindedir. Keza geçen yıl Maltepe’de Taksim’in ismi bile anılmazken; bu yıl Bakırköy’de kürsüden Taksim’in 1 Mayıs alanı olduğu söyleniyorsa, bu kitlelerdeki Taksim isteğinin basıncındandır.
Sonuçta kitleler sendikaların kararı doğrultusunda şu ya da bu miting alanına gittiklerinde bile yürekleri Taksim’de atmaktadır. Sözkonusu mitinglerin kitlesel bile olsa daha sönük geçmesi bu yüzdendir. Sadece İstanbul’da değil, tüm Türkiye’de 1 Mayıslara katılan hemen herkesin gözü-kulağı Taksim’dedir. 1 Mayıs ve Taksim birlikte anılan birer simgedir. Yıllardır verilen mücadelenin bir sonucu olarak bu iki kavram, birbirinden ayrılmayan, aksini birbirini tamamlayan simgeler olmuştur. Bundan kaçabilmek, yok sayabilmek mümkün değildir.
Bakırköy’deki mitingin ardından, DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun bir televizyon kanalında bu yöndeki bir soruya verdiği yanıt oldukça çarpıcıdır. Sunucunun, DİSK’in üç yıl önceki Bakırköy mitingini hatırlatıp, “o zaman ‘bir seferlik’ demiştiniz, ama yine buradasınız, bu durum işçilerde ‘sendikalar Taksim için ısrar etmiyor’ kanaatini uyandırıyor, gerçekten böyle mi” mealindeki sorusuna; “bu sadece sendikaların kararı değil, yaklaşık 80 kurumun ortak iradesidir” yanıtını vermiştir.
Oysa yukarıda belirttiğimiz gibi Bakırköy kararı DİSK tarafından alınıp toplantıya çağrılan kurumlara bildirilmiştir. Bu kurumların ezici çoğunluğunun Bakırköy’ü kabullenmeleri, onların “ortak iradesi” olduğu anlamına gelmez. Çerkezoğlu verdiği yanıtla, hem bu gerçeği örtbas ediyor; hem de -daha önemlisi- aldıkları kararın arkasında duramıyor. Bu, “1 Mayıs alanı Taksim’dir” diyenlerin; sendikaların reformist demagojilerini, devletin polisiye engellerini aşarak 1 Mayıs günü Taksim’e çıkmaya çalışanların başarısıdır.
Şurası çok açıktır ki; tüm demagojilere ve engellere aldırmadan 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama iradesini gösteren büyük-küçük gruplar olmasa Taksim, devletin ve sendikaların çabasıyla iyice silinecek, sözü bile edilmeyecektir. Amaçlanan da budur. Elbette tarihe kazılmış bir günü tümden unutturmak mümkün değildir. Ama ne kadar gündemden düşürür ve geriye itilirse, onlar açısından o kadar iyidir.
Ama ne dün ne de bugün bunu başaramadılar. Taksim iradesini ortaya koyan komünist ve devrimciler olduğu sürece de başaramayacaklar…
Sonuç yerine
2019 1 Mayısı, dünyada ve ülkemizde önceki yıllara göre daha kitlesel, direngen ve militan geçti. Bu tablo, gelecek adına umut vericidir.
Kitleler kriz ve savaş ortamında daha çekilmez hale gelen çalışma ve yaşam koşullarına karşı alanları doldurdu ve egemenlere “biz varız ve güçlüyüz” dedi.
İşçi ve emekçiler biraraya geldiklerinde ne kadar güçlü olduklarını, en net biçimde 1 Mayıslarda görüyorlar. Çünkü 1 Mayıslar, sadece kendi ülkesinde değil, dünyanın dört bir yanında milyonlarca sınıf kardeşinin aynı sorunları yaşadığını ortaya koyuyor. Zaten 1 Mayıs’ın gücü ve önemi de, enternasyonal bir gün olmasından; işçi sınıfının mücadelesi içinden çıkıp, sınıfın öncüleri tarafından “birlik, mücadele, dayanışma” şeklinde formüle edilmesinden geliyor.
İşçi ve emekçiler güçlerini birleştirdiklerinde önlerinde duracak hiçbir güç yoktur! Son olarak Sarı Yelekliler, bu gerçeği bir kez daha gösterdi. Onlar sadece devlete karşı değil, işbirlikçi sendikacılara karşı da ayağa kalktılar ve tabandan bir tepki ortaya koydular. Ve 2019 1 Mayısı’na damgalarını vurdular.
Fakat Marks’ın “işçi sınıfı ya devrimcidir, herşeydir; ya da hiç” sözü, asla unutulmamalıdır. İşçi sınıfının gerçek kurtuluşu, kendi davasını savunan ML bir partinin önderliğinde devrim ve sosyalizm için savaşmasıyla mümkün olacaktır.
2019 1 Mayısı, işçi ve emekçilerin hem ML bir partiye, hem de devrimci sendikal bir örgütlülüğe ihtiyacını bir kez daha su yüzüne vurmuştur. Bununla birlikte kitlelerin kendiliğinden tepkilerinin bile, son 30 yıldır hüküm süren vahşi kapitalizme, “yeni ortaçağ” denilen karanlık döneme karşı nasıl büyük bir öfke içinde olduğunu göstermiştir.
Kapitalizme övgüler dizilen, “ebediliği” üzerine teoriler üretilen dönem bitti! Şimdi egemenler “kamuculuk”, “demokratik sosyalizm” gibi ambalajlarla yeni arayışlar peşinde. Elbette bu işçi ve emekçilerin mücadelesinin bir sonucudur. Ama hangi ambalaja sararlarsa sarsınlar, bu sömürücü sistem yokolmadan, insanlık kurtulamaz. İşçi sınıfının kurtuluşu, insanlığın da kurtuluşu olacaktır…