Ekonomik krizin etkileri, kendisini her geçen gün daha fazla ortaya koyuyor. İnsanlar kendi yaşamlarında doğrudan bu etkileri hissediyorlar. Alım gücünün düşmesi, fiyat artışları, işsizlikteki artış, kapanan işyerleri gibi unsurlar, krizin doğrudan görüngüleri olarak hayatımızı kuşatmış durumda.
İşçi ve emekçilerin yaşamlarında görüp-tanık oldukları gerçekler, ekonominin farklı alanlarındaki rakamların açıklanmasıyla da kanıtlanıyor. Bütün veriler, ekonomik krizin giderek daha da sertleştiğini, daha da kötüsü, bir iyileşme ihtimalinin yakınlarda olmadığını gösteriyor.
Devletin temsilcileri, çeşitli biçimlerde bu rakamları çarpıtmaya, değiştirmeye ve maniple etmeye uğraşıyorlar. Amaçları seçim öncesinde kitlelerin bilinçlerini bulandırmak, demagojilerle kandırmak… Ancak onların çabaları bile, rakamları örtmeye, krizin sertliğini yumuşatmaya yetmiyor.
Büyüme değil küçülme
31 Mayıs günü açıklanan büyüme rakamlarına göre, Türkiye ekonomisi 2019’un ilk çeyreğinde yüzde 2,6 daraldı.
Gerçekte ekonominin yüzde 3,6 küçüldüğü, ancak kamu harcamalarında yüzde 7,2 artış olduğu için ekonomideki küçülmenin yüzde 2,6’da kaldığı hesaplanıyor.
AKP’li cumhurbaşkanı Erdoğan, bu durumu “eksi 2,6 büyüdük” diye, son derece anlamsız bir cümleyle ifade ediyor. Kitlelerin “büyüdük” kelimesini duymasını, “eksi” ifadesini ise anlamamasını umuyor. Gerçekte ise bu bir “küçülme”dir. Ve “küçülme”, ekonomik krizin en kötü evresidir.
Rakamlara göre son 10-15 yıldır ekonominin motoru olarak görülen inşaat yatırımları yüzde 10,9 azalmış durumda. En büyük krizin inşaatta olduğu biliniyordu zaten.
Daha kötüsü, sanayinin geneline damga vuran küçülme. Mesela dayanıklı madde üretiminde (otomobil ve beyaz eşyada) yüzde 19’a varan bir düşüş sözkonusu.
Sanayideki düşüş yüzde 4,3 gibi son derece önemli bir düzeyde. Peşpeşe fabrikalar kapanıyor ya da “yanıyor”. 2018’in başından bu güne, fabrika yangınlarında anormal artışlar görüldü. Patronlar doğrudan fabrika kapatmak yerine yakmayı tercih ediyorlar. Böylece hem işçilere karşı mali yükümlülüklerinden kurtulmuş oluyorlar, hem de sigorta parası alabiliyorlar.
Ancak kapanan ya da yanan fabrikalar, en başta büyük bir işçi kıyımı anlamına geliyor. Sadece Ağustos 2018-Şubat 2019 tarihleri arasında 2 milyon kişi işten çıkarıldı. (DİSK-AR Mayıs 2019 Raporu) Diğer taraftan bir fabrikanın kapanması, üretimde bir eksilme oluşturuyor. Bu da ekonomideki çöküşü hızlandırıyor.
Artış kamu harcamalarında
Açıklanan büyüme rakamlarında en çarpıcı veri, harcamalarla ilgili. Buna göre hane halkı harcamaları, 2019’un ilk çeyreğinde yüzde 4,7 azalmış iken, kamu harcamaları yüzde 7,2 artmış!
Bu rakamlar son derece önemli. İnsanların artık pazarlarda-marketlerde en temel gıda maddelerini bile “kilo” ile değil, “tane” ile aldığını biliyoruz. Herhangi bir harcama kalemi için artık bir değil, birkaç kere düşünülüyor. Hayatın olağan gerekleri konusunda bile “cimrilik” başlamış durumda. Yani “hane halkı”, bütçesini denkleştirebilmek için harcamalarını azaltıyor, kesenin ağzını kısıyor.
Devlet ise lüks harcamalarını, savurganlığını, yandaşlarına hortumla akıtılan kaynakları arttırdıkça arttırıyor. Rakamlarda ortaya çıkan “kamu harcamaları”, memur-işçi ücretleri değil, halkın yararına yapılmış yatırımlar değil, “sosyal-devlet”in gereği olarak kitlelerin refahını artırmaya dönük uygulamalar hiç değil.
Öyleyse nedir bunlar? Mesela geçilmeyen köprülere, gidilmeyen hastanelere, uçakların inmediği-inemediği havaalanlarına yapılan ödemelerde hiçbir kesinti-tasarruf yok. Onlara dolar üzerinden hortumla para akıtılmaya devam ediliyor.
Lüks harcamalardan kesinti de yok. Mesela İBB’de (İstanbul Büyükşehir Belediyesi) her yöneticiye yaklaşık 10 makam aracı düşüyor. Hatta, Ankara’nın “eski” belediye başkanı Melih Gökçek, görevden ayrıldığı halde, her biri 1 milyon lira olan 3 adet lüks-zırhlı makam araçlarını teslim etmiyor, gaspedip yanında götürüyor. Keza Binali Yıldırım, artık başbakan olmadığı ve meclis başkanlığından istifa ettiği halde, Çankaya Köşkü’nde kalmaya devam ediyor. Diğer yandan sarayın harcamaları azalmıyor, bütçesi artırılıyor.
Çiğdem Toker’in 10 Mayıs günü yazdığı yazıya göre, örtülü ödenek harcamaları 16 yılda 17,5 kat arttı; aynı dönemde kamu gelirleri sadece 7,3 kat arttı. Yasalara göre başbakanın kullanımında olan, ama Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasının ardından cumhurbaşkanının da kullanımına açılan örtülü ödenek, 16 yılda 14,5 milyar TL’ye ulaştı.
Kamu harcamalarındaki artışın önemli bir kalemi de, “seçim ekonomisi”ne ayrılmış durumda. Erdoğan’ın çay paketlerini otobüsten attığı, miting meydanlarında atılan çay paketlerini kapmak isteyen insanların kavga ettiği görüntüler henüz unutulmadı. Kitlelerin oylarını satın almak için doğrudan devletin bütçesi kullanılmıştı. Devletin uçağı, arabası vb. her tür aracı ile seçim çalışmaları yapılmış, seçim rüşveti olarak verilen her şey bütçeden karşılanmıştı. Erdoğan, seçim sonrasında yapılan bir değerlendirme toplantısında, “karnını doyuruyoruz, her türlü ihtiyacını karşılıyoruz yine de oylarını vermiyorlar” sözleriyle kendi oy tabanı olan kitleden şikayetlenmişti. Öyle ya, makarna kolileri, çay paketleri, taşlı-tozlu kömür torbaları dağıttılar; işe alma vaatleri savurdular; mitinglerine gelenlerin ellerine sandviç-ayran torbaları tutuşturdular… Daha ne yapsınlar?!…
Rakamlar ortada, “ödediğimiz her kuruş vergi”nin önemli bir bölümü, hükümet kadrolarının lüks harcamaları ve yandaşlarının zenginleştirilmesi için harcanıyor. Bu nedenle, “hane halkı” pazarda sebze-meyveyi “yarım kilo” alırken, ekonomik krize rağmen kamu harcamaları artmaya devam ediyor.
İşsizlik rekorları
Yukarıda son bir yılda işsiz kalan insan sayısının 2 milyona yaklaştığını söylemiştik. Ekonomik krizin yükünü en fazla ve en doğrudan taşıyan kesim, bu süreçte işsiz kalanlar. Bu 2 milyon işçi-işsizin önemli bir kısmı, kıdem tazminatı başta olmak üzere alacaklarından (kimisinin birkaç aylık ücreti içeride kaldı) mahrum biçimde kapı önünde buldu kendisini. Ve dışarıda bekleyen milyonlarca işsizden oluşan orduya katılıverdi.
Önemli bir kısmı ise, çeşitli biçimlerde işsizlik ödeneği hakkından mahrum bırakıldı. İşsizlik ödeneği alanların sayısı, Mart 2018’de yaklaşık 436 bindir. Bir yıl sonra, Mart 2019’da, işsizlik ödeneği alanların sayısı ise, yüzde 56 artışla 682 bini aşmıştır. Yani son 9 ay içinde 2 milyon işçi işini kaybetti ve sadece birkaç yüzbin kişi işsizlik ödeneği alabildi.
DİSK-AR’ın Mayıs 2019 tarihli raporu, işsizlik rakamlarının ulaştığı devasa tabloyu ortaya koyuyor. Buna göre, Şubat 2019 itibariyle dar tanımlı işsiz sayısı 4 milyon 730 bin, geniş tanımlı işsiz sayısı ise 7 milyon 699 bin. Dar tanımlı işsizlik, “son 4 hafta içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan” işsizleri kapsamaktadır. Ve TÜİK her zaman “dar tanımlı” işsizliği temel alır, bunun rakamlarını açıklar. Bu da gerçek işsizliği gizler, rakamları düşük gösterir. Ve bu rakamlara iş aramaktan umudunu kesmiş olan, iş aramayan ancak çalışmaya hazır olan işsizler, part-time çalışanlar, yılın büyük bölümünde işsiz kalan mevsimlik işçiler dahil değildir. Bu rakamları da eklediğimizde, Şubat 2919 tarihinde, 8 milyona yakın işsizden oluşan bir işsizler ordusu ile karşı karşıya kalırız.
Bu dehşet verici bir rakamdır ve ülkemizde “tüm zamanların rekoru” düzeyindedir.
Genç işsiz rakamları da rekorlar kırmaktadır. DİSK raporuna göre tarım-dışı genç işsizliği yüzde 26,1’e ulaşmış durumdadır.
CHP milletvekilinin hazırladığı Meclis Araştırma Önergesi’nde rakamlar daha da çarpıcı hale gelmektedir. Buna göre, OECD ülkelerinde genç işsizlik oranı ortalaması yüzde 10,9’lardadır; Türkiye’de yüzde 26,1. AB’nin resmi istatistik kurumu Eurostat’ın Nisan 2019’da yayınladığı “çalışmayan, eğitim ve öğrenim görmeyen 20-34 yaş arası gençler” araştırmasında, AB ülkelerinin ortalaması yüzde 16,5 iken, Türkiye’de yüzde 33,2’dir.
Ülkemizde milyonlarca genç, herhangi bir işte çalışmadan, herhangi bir okula devam etmeden sokaklara “atılmış” durumdadır. Üstelik bunların önemli bir kısmı eğitimli-kalifiye genç işsizlerdir. İçlerinde üniversite mezunları azımsanmayacak düzeydedir. Kamuda istihdam olanakları, bir avuç AKP yandaşı ile sınırlandırılmıştır. Özel sektördeki çalışma koşullarının çok ağır olması bir yana; son bir yılda sanayideki daralma, fabrika ve işyerlerinin kapanması gibi unsurlar, özel sektördeki istihdam olanaklarını da sınırlamaktadır. Yüzbinlerce genç, üniversiteyi bitirdikten sonra mahalle kahvehanelerine ya da işgüvencesiz-kayıtdışı çalışmaya mahkumdur. Azımsanmayacak sayıda üniversite mezunu genç, inşaatlarda çalışırken iş cinayetleri ile hayattan koparılmıştır.
İşsizler intihar ediyor
Son olarak Antep-Şahinbey Bele-diyesi’nin önünde gördük bir işçinin kendisini ateşe verdiğini. Eyüp Dal, belediyeden iş sözü alıyor, ancak seçim sonrasında bu sözün yerine getirilmeyeceğini öğreniyor. 16 Mayıs günü belediyenin önünde kendisini yakarak intihar ediyor.
İnsanın kendisini yakarak ölümü seçmesi, ölümlerin en korkuncu olmalı. Ancak işsizlik öylesine büyük bir ruhsal acı veriyor ki, fiziksel acılar içinde ölmek korkutmuyor insanları. Başka bir çıkar yol göremeyince, hayatlarına son veriyorlar. Eve ekmek götüremeyince, çocuğunun okulundan istenen pantolonu alamayınca, işe girme konusunda umudu kalmayınca, bir de iş ararken başvurdukları patronların alaylarıyla karşılaşınca, işsizlik bir karabasan gibi üzerine çökünce… işsizler çaresizce intihar ediyorlar.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), 2013 yılında en az 15 işçinin, 2014 yılında en az 25 işçinin intihar ederek yaşamını yitirdiğini tespit etmiş. 2015 yılında bu rakam 59’a çıkıyor, 2016 yılında en az 90, 2017 yılında ise en az 89 işçi, işyeri içinde ya da dışında intihar ederek yaşamını yitirmiş. Geçim sıkıntısı nedeniyle 2017’de intihar eden kişi sayısı ise 233. İSİG rakamları verirken “en az” kaydını düşüyor; çünkü bu rakamları basında yer alan olayları derleyerek elde ediyor; basına yansımayanlar ise kayıtlara giremiyor.
İşsizlik, ekonomik krizin en vahşi yüzüdür. Doğrudan insan sözkonusudur burada. Yemek yemesi, kira ödemesi, çocuklarının bakımını sağlaması, asgari yaşam malzemelerine ulaşması gereken insan. Kitap okumak, seyahat etmek, tiyatro-sinema gibi kültürel etkinliklere katılmak bile ortalama bir işçi için lüks haline gelirken, işsizlik insanı insanlıktan çıkartıyor.
Tüketici güven endeksi düşüyor
İşsizlerin böylesine büyük oranlarda ölümü seçmelerinin nedeni, iş bulmaya-işlerin düzeleceğine olan inançlarını tamamen kaybetmeleridir. Ekonomik kriz döneminde sadece işçiler değil, halkın genelinde ekonomiye duyulan güven azalıyor. 21 Mayıs günü açıklanan rakamlara göre, tüketici güven endeksi, son 16 yılın en düşük seviyesine geriledi.
Tüketici güven endeksi, “halkın maddi durumu, genel ekonomik durum, işsiz sayısı ve tasarruf edebilme beklentilerini” özetleyen bir tablodur. Ekonominin iyiye gittiği canlanma ve refah dönemlerinde, tüketici güveni yükseliştedir; kriz ve durgunluk dönemlerinde ise, tüketici güveni iniştedir. TÜİK ve TCMB (Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası) tarafından hazırlanan endekse göre, tüketici güveni 2018 yılı bahar aylarında biraz inmeye başlamış, Temmuz ayından itibaren ise adeta çakılmıştır.
Tablo, ülkede yaşanan ekonomik krizin özeti gibidir. 2018 yılı bahar aylarında gıda fiyatlarındaki sert artışlarla başlayan güven düşüşü, Ağustos ayındaki ani dolar yükselişi ile ters orantılı olarak ani biçimde düşmeye başlamıştır.
İlginç olan, bu düşüş eğilimini durduran, hatta aniden yükselten tek tarihin Nisan 2019 olmasıdır. Bu 31 Mart belediye seçimlerinin etkisidir. CHP’nin çok önemli belediyeleri alması, AKP döneminin artık sonunun geldiğinin ortaya çıkması, kitlelerde ekonomik krizin düzeleceğine dair de bir umut ve beklenti yaratmış görünmektedir. Ve hemen arkasından, Mayıs ayında mazbatanın iptal edilmesiyle, bu defa çok daha hızlı bir iniş görünmektedir.
Tüketici güven endeksi, ekonomik bir veri olmaktan çok, kitlelerin beklentisini yansıtan bir veridir. Ekonomi kötü durumda olsa bile kitlelerin geleceğe ilişkin umutlu olmaları, başka bir etki yaratmaktadır, umutsuz-karamsar olmaları başka bir etki. Mesela işsizlik rakamları yüksek iken, kitlelerde iş bulacağı umudu varsa farklı bir tablo ortaya çıkar, iş bulmaktan tamamen umudunu kesmişse farklı bir davranış biçimi oluşur.
Ve tüketici güven endeksinin alt başlıkları olan “hanenin maddi durum beklentisi”, “genel ekonomik durum beklentisi”, “işsiz sayısı beklentisi”, “tasarruf etme ihtimali” gibi konularda da, kitlelerin beklentilerinin hızla inmekte olduğu, raporda açıkça belirtilmektedir.
Durum öylesine vahimdir ki, ekonomistler, 2008-2009 krizi döneminde bile, tüketici güven endeksinin bu kadar düşmediğini ifade ediyorlar.
Türkiye’nin risk primi arttı
Sadece ülke içindeki “tüketici” değil, dünya ekonomisi de Türkiye’ye güvenmiyor. Ülke ekonomilerinin “risk primi”ni ölçen CDS sistemine göre, Türkiye’nin risk primi aşırı yükselmiş ve 500’e dayanmış durumda.
Risk primi’nin 500 olması “kırmızı alarm” anlamına geliyor. Dünyada bu kategoride olan ülkeler, Venezüella, Ukrayna gibi savaş riski içinde olan, bir de Arjantin gibi ekonomisini çok uzun zamandır toparlayamayan ülkeler. Bloomberg tarafından takip edilen 21 “gelişen piyasa” içinde Arjantin 1100 baz puanla en üstte (en riskli) ülke. Türkiye ikinci sırada, üçüncü sırada ise 192 baz puan ile Güney Afrika Cumhuriyeti geliyor. Brezilya, Meksika, Kolombiya, Endonezya gibi ülkelerde de baz puanları 100 ile 180 arasında yer alıyor.
Risk priminin bu kadar yüksek olması, Türkiye’de yatırım yapılmasını da, dışarıdan borç bulunmasını da olanaksız hale getiriyor. Borç bulunsa, bu defa devasa faizler sözkonusu; tam bir tefeci faizi gündeme geliyor. Bu faizle, ekonominin sürdürülebilmesi de mümkün olmuyor.
Ancak borç bulmadan da ekonomiyi sürdürmeleri mümkün değil. Bugüne kadar ülke ekonomisini borçla ve günlük politikalarla yürütmeyi başardılar. Dünyadaki genel refah ortamının yarattığı sıcak para akışı, ekonomide bir sahte bahar havası yaratırken, AKP’nin ekonomide başarısı olarak tanımlandı. AKP kamuya ait hem çok karlı hem de son derece stratejik işletmeleri-fabrikaları özelleştirerek de ülkeye para girişi sağladı ve geçici rahatlama noktaları oluşturdu. Keza Suriye savaşını kendisi için bir fırsata çevirdi. Savaştaki cihatçı çetelere verdiği desteğin karşılığı olarak, ekonomide en fazla sıkıştığı dönemlerde Körfez’den gelen kayıtdışı paralar, ekonominin iyi gittiği, sıkıntıların aşıldığı yanılsamasını yarattı.
Bugün ise AKP’nin attığı her adım, işlerin biraz daha kötüye gitmesini getiriyor. Sadece ekonomik kararlar değil, siyasi kararlar da ekonominin dengelerini etkiliyor. İstanbul seçimlerinin iptal edilmesi; ABD’den F-35, Rusya’dan S-400 alım pazarlığı; Türkiye’de FETÖ tutuklusu olan ABD vatandaşı NASA çalışanının Trump’ın uyarısı sonrasında cezaevinden ev hapsine alınması gibi bir çok unsur, dövizin seyrini değiştiriyor. Genellikle de TL’nin değerini düşürüp dolar ve euroyu yükseltiyor.
Özellikle S-400 ile F-35 alımları konusunda ortaya konan dengesiz dış politika, son dönemde ekonomi üzerinde doğrudan etkide bulunuyor. Rusya’nın S-400 satışı konusunda kararlı davranması, ABD’nin ise, bu satış gerçekleşirse Türkiye’ye uygulayacağı yaptırımlar, Türkiye’deki belirsizlik ortamını daha da derinleştiriyor.
Yanısıra Hazine ve Maliye Bakanı olan damat, ne zaman konuşsa, bir program açıklasa, işadamlarına hitap etse, döviz yine yükseliyor.
Sonrasında Merkez Bankası müdahale edip döviz satarak kuru dengelemeye çalışıyor. Bugün MB net rezervlerinin eksiye düştüğü konuşuluyor.
Bütçe açığı Nisan ayında 18.3 milyar dolara çıktı. Geçen yılın aynı ayına göre 6 kat artmış durumda. Dış borç 500 milyar dolara ulaştı ve Ekim ayının sonuna kadar 80 milyar dolar dış borç ödemesi yapılacak.
Bunun dışında da AKP’ye para lazım. En başta 23 Haziran seçimlerinde kazanmayı garanti altına almak için paraya ihtiyaçları var. Sonra yurtdışı hesaplara ve yandaşlara akıtılacak, lüks yaşamlarını sürdürmeleri için kullanılacak para da gerekiyor.
Bu koşullarda AKP yönetimi kendisine yeni gelir kaynakları yaratma çabasında. 2016’da, Türkiye Varlık Fonu adı altında bir kurum oluşturulmuş ve Ziraat Bankası’ndan TPAO’ya, PTT’den Botaş’a kadar Türkiye’nin en önemli ve en karlı kamu kurumları ve iştirakleri buraya devredilmişti. Sayıştay denetiminden yoksun olan bu fonun elindeki kurumlar, ilk akla gelenlerden birisi. Fonun elinde bulunan Milli Piyango ve at yarışlarının belli süreliğine özelleştirilmesi planlanıyor mesela.
Daha önemlisi Hazine’nin ‘ihtiyat akçesi’ denilen paranın peşine düşmüş durumda. Bu para, normal bir ekonomide asla dokunulmayan, adeta yaşlıların “kefen parası” gibi el sürülmeyen bir para aslında. Ancak AKP hükümeti buna da göz dikti.
Stagflasyon kıskacında
Ekonomiyle ilgili bütün rakamlar, krizin giderek büyüdüğünü, derinleştiğini, ekonominin tüm cephelerini kuşattığını gösteriyor. Üstelik bu rakamlar, sadece bir resesyonun değil, stagflasyonun (hem enflasyon hem de düşük büyümenin birarada olması) varlığını gösteriyor. 2018 büyüme oranı yüzde 2.6 iken, Şubat ayı itibariyle tüketici enflasyonu resmi rakamlara göre yüzde 20 olarak açıklandı. Gerçek enflasyonun, özellikle de gıda enflasyonunun çok daha yüksek olduğu biliniyor, sokakta görülüyor. Seçim nedeniyle ertelenen zamlar da kapıda; seçimden hemen sonra birçok üründe fiyatlar daha da fırlayacak.
Bugüne kadar zaten ülke ekonomisi sıcak parayla, borçla çevrilmiş, üretimden-yatırımdan uzaklaşılmıştı. Şimdi kriz koşullarında, varolan üretim de iyice sınırlandırıldı; bir tarafta şirket iflasları, diğer tarafta işsizlik katmerlendi. Böylece hem şirketlerin, hem de halkın borç-kredi ödemeleri kesintiye uğradı. Nisan ayı itibariyle tahsili gecikmiş alacaklar 103.9 milyar, karşılıksız çıkan çek tutarı 29.4 milyar lira ve bu rakamlar sürekli yükseliyor. Öyle ki bazı bankalar, vadesi geçmiş alacaklarını “satışa çıkardı”. Yani alacaklarının önemli bir kısmından vazgeçerek tefeciye devretti, artık borçlu kişiler ve şirketler tefeci baskısı ve faizleriyle karşı karşıya kalacaklar.
Kapitalizm krizi çözemez
Ekonomik krizler kapitalizmin doğasında vardır, kapitalist sistemin işleyişinin doğal sonucudur. Yani AKP yönetimi olmasaydı da, sistemin doğası gereği ekonomik krizler yaşanacaktı; ancak AKP yönetimi, sorunu büyüten, krizi daha da içinden çıkılmaz hale getiren bir yön çizdi. Çiftçiyi yıkıma uğratarak ülkeyi tarımda dışa bağımlı hale getirdi; sanayi üretimi hammaddede ithalata bağımlı oldu; kitlelerin daha ucuza daha sağlıklı ürünlere ulaşabildiği kamuya ait gıda fabrika ve kooperatifleri özelleştirildi ya da güçsüzleştirildi; devletin gelirleri betona gömüldü; yandaşları zengin etmek öncelikli hedef oldu; ekonomi borçla yönetildi, borç alarak borç ödendi…
Bütün bunlar krizin şiddetini artırdı; bugün dünya genelinde ekonomik krizin etkileri görülürken, Türkiye en ağır biçimde yaşayan ülkelerin başında yer aldı.
Şimdi krize “çözüm” bulmak için çeşitli manevralar gerçekleştiriyorlar, yeni programlar açıklıyorlar, bir şeyleri daha satarak para bulmaya uğraşıyorlar, İMF kapısına dayanmayı planlıyorlar. Açıkladıkları programlar işe yaramıyor, satılacak kurumların sonuna gelindi, İMF ise daha büyük bir kölelik, daha şiddetli bir yoksullaşma anlamını taşıyor.
Merkezi planlamadan yoksun bir üretim anarşisi; yani bazı ürünlerde aşırı üretim gerçekleştirilip stoklar eritilemezken, kitlelerin temel ihtiyaç maddelerine erişemez hale gelmesi; ekonomik krizleri doğuran unsurdur. Ve bu kapitalizmin doğasıdır.
Hele ki kamu kaynaklarını kendi özel kasası gibi pervasızca harcayan AKP yönetiminin, bu krize bir çare bulması ihtimali yoktur.
Krizin tek çaresi direnmektir. İşçi ve emekçilerin, “bu krizi biz çıkarmadık, faturasını da ödemeyeceğiz” diyerek sokaklara çıkması, açlığa-işsizliğe-hak gasplarına karşı mücadele etmesi, krize karşı tek çözüm yoludur.
Aksi taktirde burjuvazi ve onun hizmetindeki düzen partileri, bu kriz döneminde işçi ve emekçileri daha ağır bir baskıya, yoksulluğa ve çürümeye terkedeceklerdir. Unutmamak gerekir: Yaşam hakkımız, mücadele gücümüz kadardır!