Bütün sınıflı toplumlarda işkence vardı. Henüz elektrik icat edilmemişti; Prometus’un vücudu bir kartal tarafından parça parça edilip öldürüldü. Henüz Filistin askısı keşfedilmemişti; Börklüce’nin vücudu tek tek parçalandı, sussunlar diye halka teşhir edildi. Avrupa, kentlerin meydanlarında isyancıları çarmıha asıp vücutlarını gererken; Ortadoğu’da insanlar kızgın çöl kumlarına gömülüyordu. İngiliz askerleri Kalküta’da çocukları “açlık ve kurşunla terbiye ederken”; Rus Çarı dayakla erimiş bedenler için sayısız darağacı kuruyordu.
Teknoloji ilerledikçe işkence yöntemleri de “çağdaş”laştı. Artık tankların ardına bağlanıp sürükleniyordu insanlar. Elektrik, sadece enerji elde etmek için kullanılmıyordu. “Manyeto” diye birşey icat edilmişti. Anlaşılacağı üzere, işkencenin tarihi, sınıflı toplumların tarihi ile değişti, gelişti.
Ancak özel bir yanı vardı işkencenin. Kimi dönem, zamanın kafasını karıştıracak denli çağ atladı, geriye, ileriye gitti. 20. yüzyılın sonlarında Türkiye’de, komünistlerin dilini kopararak öldürüyorlardı örneğin. Şili’de kadınların rahmine fare sokuyorlardı ya da…
İşkenceciler işkence yaparken, ona karşı olanlar da çağlar boyu mücadeleye devam ettiler. İşkenceyi teşhir etmek, yaygın bir muhalefet geliştirmek, onun düzenle bağlarını ortaya çıkarmak için uğraştılar, bu uğurda hayatlarını kaybettiler. Ancak bu mücadeleler içinde genelde eksik kalan bir yan vardı. Elbette işkencenin teşhiri olmazsa olmaz, gerekli bir mücadeledir. Ama işkenceyi gerileten belirleyici etken, işkencede direniştir! Bu yan, hümanist gösterilerin çoğu zaman boğuntuya getirdiği bir gerçektir. “Susma hakkı”nı kanunlara geçiren en önemli etken, işkencede susanlardır. İşkencede direniş cephesi, kalemle, sözle değil dişle tırnakla, kanla, ölümle yaratılmıştır.
Ülkemizde de işkencenin ve ona karşı direnişin özel bir tarihi vardır. Ulusal savaştan sonraki dönemlerde sosyalistlere, Kürt yurtseverlerine ve diğer muhaliflere yapılmadık işkence kalmamıştır. Kürt ulusal isyanlarının (1920-1940) bastırılmasında olsun; TKP’ye yönelik periyodik tevkifatlar olsun, işkencenin akıl almaz ölçülere vardığı günler yaşandı. Baba İshak’tan Şeyh Bedrettin’e, Hikmet Kıvılcımlı’dan, İbrahim Kaypakkaya’ya uzanan ‘kahraman’lar dizisi de yaratmıştı bu tarih.
İhtilalci komünistlerin önderliğinin tamamı, kadrolarının çoğunluğu işkencede yiğitçe ve korkusuzca direnmişlerdir. İşkencede direnme, birbirlerinden farklı alanlarla ilgili olsalar da tıpkı grev, işgal, barikat savaşı, partizan eylemi gibi işçi sınıfının siyasal mücadele kültürüne mal olmuş devrimci bir gelenektir. Komünist ve işçi sınıfı hareketinden çok daha eski olan bu gelenek, zaten yüzyıllardan beri ezilen sınıfların ilerici öncüleri tarafından kendi varlıklarını korumak için bir savunma silahı olarak kullanılmaktaydı. Dünya proletaryasının öncü bölükleri bu devrimci mirası kendilerinden önceki devrimci demokratik hareketlerden veya birbirlerinden devralarak, kendi hazinelerine kattılar, onu koruyup zenginleştirdiler. İhtilalci komünistlerin direnişi, bu geleneğe ülkemiz cephesinden bir katkı idi. Bu katkı, aylara yayılan işkencelere, adını-adresini söylemeden, tek bir tutanağa imza atmadan ölümüne bir direnişle yaratıldı. İşkencehanelerde şehitler verildi. Diyarbakır işkencelerinden İsmail Gökhan Edge’nin, Gayrettepe işkencelerinden Ataman İnce’nin susan ve can veren bedenleri çıkmıştı. Bu isimlerin yanına yeni isimler eklendi… “Adressiz Sorgular” böyle yaratıldı.
Mehmet Fatih Öktülmüş, direnme geleneğinin ihtilalci komünistlerin saflarına yerleşip gelişmesinde, hem bir mimar rolü oynamış hem de bu gelişmeyi kendi şahsında bir barometre gibi yansıtmıştır. Fatih, en son 1981 yılında yaralı olarak yakalanmıştır. O halde iken 90 gün boyunca ağır işkenceler görmesine rağmen sahte kimliğinde direnmiş, ifade vermemiş ve tutanakları imzalamayı reddetmiştir. Fatih’in attığı bu adım, direnme geleneğinde bir yenilik bir sıçramaydı. Bu tavır, daha sonra başka yoldaşlar tarafından da günümüze kadar sürdürülecektir. Bu geleneğin sürdürücülerinden Remzi Basalak, ‘92 Ekim’inde teşhir masasına inen tekmesiyle Fatih’in iyi bir öğrencisi olduğunu bir kez daha kanıtlarken, geleneğe yeni bir halka daha ekledi, bir adım ileriye taşıdı.
Mehmet Fatih Öktülmüş, Türkiye devrimci hareketinin 1971-1984 kesitinde direnme geleneğinin en önünde yürümüş, bununla da kalmayıp onun alt aşamalardan üst aşamalara yükselişlerine önderlik etmiş bir direniş ustasıdır. Onun 1971’de İzmir’deki, 1976’da Adana’daki, 1978’de İstanbul’daki ve 1981’de Adana/Ankara/İstanbul emniyetlerindeki direnişleri, her defasında bir yenilik ve yükseliş içermekle de kalmamış, zirveye tırmanışla tamamlanmıştır. Sahte kimliğinde direnme, ifade vermeme gibi tavırların Türkiye Devrimci Hareketinde bir gelenek olarak yerleşmesinde onun rolü belirleyicidir. Buna bir bakıma, direnme geleneğinin devrimci demokrasi düzleminden alınıp proleter sosyalist mevzilere taşınmasının tarihidir de denilebilir. Bu yüzden Mehmet Fatih Öktülmüş adı, ülkemiz ve dünya devrim tarihinde işkencede direniş konusunda özel bir yere sahiptir.
“Bozuk bir plak: ‘Adım Dilaver Yanar'”
“Bozuk bir plak”… Benzetme tuhaf görünebilir size… Aslında bi-ze ait değil bu sözler. ’81 yılında bir gazete böyle vermişti haberi. “Polise hiçbirşey söylemiyor sadece bozuk bir plak gibi adım Dilaver Yanar” diyormuş… ‘Dilaver Yanar’, işkencede direnmeyi, doğal bir görev haline getiren bizim Fatih’imizden başkası değildi…
Faşist darbenin üzerinden henüz bir yıl geçmişti. Avrupa yolları kalabalıklaşırken, Fatih ve yoldaşları fabrikaları, varoşları, sokakları terketmiyordu. Yoğun kuşatmaya rağmen, çalışma devam ediyordu onların tarafında.
Böyle günlerin birinde Fatih’in Adana’da bir randevusu vardı. ’74 yılı artık geride kalmış, o dönemin açık kitle çalışmasının ye-rini, şimdi daha profesyonel bir örgüt çalışması almıştı. Her tarafta mekik dokuyan insanlar yerine, artık il komiteleri, bölge komiteleri işin başındaydı ve Fatih’in sorumluluğunda bir saat gibi çalışıyorlardı.
Fatih, bir süre önceden randevu yerini kontrol etmeye gitti. Yılların getirdiği bir alışkanlıkla etrafını tarayan o bir çift komünist göz, o gün sokakta bir anormallik olduğunu anlayıverdi. Polis pusu kurmuştu… Yanlarında, polis olmadığı belli olan biri daha vardı. Bu kişi Fatih’in beklediği yoldaşı değildi. Kendisiyle ilgisi olmadığını ve sakince buradan uzaklaşırsa atlatabileceğini düşündü önce… Ancak bir yandan da arkasından randevu için aynı sokağa gelecek yoldaşından endişeleniyor, bir çözüm üretmeye çalışıyordu. O ilerledikçe, polisler de ona yönelerek yürüyordu. Polisler adımlarını hızlandırıp Fatih’e doğru koşmaya başladıkları anda, o da hızını arttırıp bölgeden uzaklaşmaya çalıştı. Kovalamaca böyle bir süre devam etti. Adana’yı sokak sokak bilen Fatih, bir süreliğine de olsa izini kaybettirmeyi başarmıştı. Ancak polis bölgeyi ablukaya almış, bütün çıkış noktalarını tutmuştu. Bir duvarın önünde yine karşılaştı polisle. Duvardan atladı, polis de hemen onun ardından… Boğuşma başladı aralarında. Fatih, polisin elinden silahını almak için uğraşıyordu. Tam bu sırada etraftan yetişen diğer bir polisin kurşunu Fatih’e isabet etti.
Yaralı halde sorguya aldılar.
“Kimsin sen” sorularıyla başladılar önce…
Yakaladıklarının Fatih olduğunu bilmiyorlardı çünkü. Randevu yerine polisi getiren, farklı bir örgütün taraftarı biri idi. Kötü bir tesadüf ki, aynı yerde onların da randevusu vardı! Polis yakaladığı bu taraftara sordu;
“Beklediğin bu muydu?”
“Evet” dedi utangaç bir sesle… Belki korkusundan, belki de herhangi biridir diye polise zaman kaybettirip kendi arkadaşını kurtarmak istediğinden…
Fatih, polisin henüz onu tanımadığını fark ederek uygun bir ifade ile atlatabilir miyim düşündü. Üzerindeki kimlikte Dilaver Yanar adına düzenlenmiş sahte bir kimlik vardı. Esnaf olduğunu, İzmir’den geldiğini, buradan mal alacağını söyledi.
“Peki kimlerden alacaksın bu malları?”
“Ben müşterilerime polisi götüremem” diye geçiştirdi bu soruyu.
İzmirli bir kadın polisi getirdiler karşısına. Polis, sadece İzmirli olanların bilebileceği yerleri sordu Fatih’e. Fatih bu soruların tümünü büyük bir ustalıkla cevapladı. Bunun üzerine gidip, İstanbul’da dükkanları olan, ama İzmir’le iş yapan esnafları getirdiler. Ne Fatih onları tanıdı, ne de onlar Fatih’i… Fatih, polisin bütün manevralarını boşa çıkardı, ancak onlar, önemli bir kişi yakaladıklarını sezmişlerdi.
Neden sonra Fatih’in karşısına kayınpederini getirdiler. Polisler kayınpederine,
“Bu senin damadın mı” diye sordular.
“Evet”
Fatih, büyük bir soğukkanlılıkla kayınpederine baktı,
“Amca, git kendine başka bir damat bul”…
Kayınpederi durumu anladı ve düzeltmeye uğraştı:
“Yanlış oldu, bu benim damadım değil, benzettim herhalde…”
Polis, kayınpederi sıkıştırmadı ama yakaladığı kişinin Fatih olduğundan da emindi artık.
Kayınpederinin hemen arkasından o dönem polis muhabirliği yapan Savaş Ay girdi içeri. Savaş Ay ile okuldan tanışıyorlardı. Kısa bir süre yalnız kaldıklarında, Savaş Ay ısrarla, “Fatih, bir isteğin var mı” diye sordu. O da, yoldaşlarının yakalandığını duyabilmesi için bir resminin yayınlanmasını istedi. ’81 Mayısı’nın Milliyet gazetesinde, “firari terörist yakalandı” başlığı ile yayınlanacaktı haber…
Fatih, kan kaybediyordu.
Yaralı halde alındığı sorgunun ardından, Adana Numune Hastanesine kaldırdılar onu. Artık işin rengi değişmiş, direnişin doruklarına doğru bir tırmanış başlamıştı.
Faşist cuntanın üzerinden henüz 7-8 ay geçmişti ve kitlelerde devrimcileri sahiplenme duygusu hala çok tazeydi… Fatih, hastane odasında Dilaver adında bir devrimciydi onların gözünde… Kısa sürede etrafında bir sevgi halesi oluşturuverdi. Hepsiyle çok canlı ve içten bağlar kurabilecek kadar doğal ve sadeydi burada da. Daha önemlisi, kendine güvenin, kitlelerin gücüne güvenin en somutlaşmış haliydi… Hemşireler kaygılı, tedavi süresini uzatıp polise vermek istemiyorlardı. İçlerinde Fatih’i kaçırmanın planlarını ince ince yapanlar da yok değildi. Ya da profesörleri Fatih’in polise verilmemesi için sıkıştırıp duranlar… Profesörler de aynı sevecenlik ve kaygı içindeydiler, ama ellerinden bir şey gelemeyeceğini tekrarlayıp duruyorlardı… Hastanede bir dalgalanma… “Fatih bizim yüreğimize oturdu” diye anlatıyorlar yıllar sonra… Adana Numune Hastanesi’nden kalan ve sağlık emekçilerinin yıllardır sakladığı bir çift çatal-kaşık var şimdi. Üzerinde Dilaver Yanar yazıyor…
(*Kutup Yıldızı kitabından alınmıştır.)